14 Kasım 2010

GİDERAYAK ya da GÜNEŞİMDEN KAÇ ya da MEDENİYET VARDİYASI

Evet, gençler. Kapıda bavullar, kalpte bir heyecan. Yarın istikamet Sloven elleri. Kardeşim internete yumulmuş Ljubljana’nın sanatsal aktivitelerini yokluyor. Ben de yatağıma gömülmüştüm ki, kendisinden şöyle bir ses geldi. “Adamın yarın konseri varmış Ljubljana’da”. Haberlendirme burada bitmedi: “Peh, pek de yaşlıymış”. Kafamı kaldırıp olaya müdahale ettiğimde söz konusu ihtiyarın Joe Cocker olduğunu anladım. Yaşlanıyoruz anacım. Kuzunun maskarası olmuş durumdayız. Neyse, adını bir türlü yazamadığımın Ljubljana’sında film festivali de varmış. Hemen filmlerimizi seçtik. Renkli günler bizi bekliyor. Bu arada dolapta giyilmek için sırasını bekleyen mini etekler de bavula kondu. Anlayacağınız etekler medeniyet vardiyasındalar.


Mini etek, medeniyet derken valideyi de anayım. Bizim ediyle büdü çok çılgın bir gezi klubüne kayıtlı. Geçen hafta on günlük bir İran seyahatine çıktılar. Annem de hazırlık bâbına kendine pazardan bir eşarp almış. Küçük bir sorunu var, fazla transparan. “Anne”, dedim,” dikkat et, ahlâk polisi görmesin bu halini.” Yumruğunu sıkıp “başlatmasın ahlâk polisi” diye bastı çığlığı. Gerçekten, zavallı İran neyle karşılaşacağının farkında değil henüz. Ben annemi tanıyorsam, mevcut ahlâk polislerinin cümlesini kırar, burunlarını kulaklarına tıkar. Bildikleri duaları etmeye başlasalar fena olmaz hani.

Bir daha yeryüzüne gelsem, hiç tereddüt etmeden yine Özlem Kumrular olmak isterdim. Bu hafta buna iyice emin oldum. (Ama yeryüzünün bu konuda şüpheleri vardır, kesin). Özellikle de Arif Hoca’nın yılın sürprizi olan mantar toplama operasyonundan sonra. Çocukluğumdan beri hayalimdir mantar toplamak. Toscana’da yaşayan ve sadece mantarları resmeden bir ressam arkadaşım var. Kendi de adı gibi: Paris. Onun başrolde renk renk, desen desen mantarların olduğu devasa yağlıboya tablolarına baktıkça hep sonbaharı yakasından yakalayıp mantar toplamaya çıkma şevki gelirdi. Adapazarı’nın enfes Çiğdem yaylasına kısmetmiş. Beş tarihçi bir arabaya doluşup bir yaylaya mantar toplamaya giderse ne olur? Cevap veriyorum: çoooook eğlenirler. Rüya gibi bir gündü. Kızıl, sarı ağaçlar arasında enfes bir tren yolcuğundan sonra Arifiye’ye vardım. Ormanda geçireceğimiz aç saatleri kapatmak için tarihi ıslama köftesi ile doldurduk midelerimizi. Köfteler içinde birinci seçiyorum onu. Sonra da Arif Hoca’nın yolların fatihi dört çekerine doluşup başladık tırmanmaya. Güle oynaya, Bolu türküleri dinleyerek, sınırsız kahkaha eşliğinde döne döne çıktık yolları. Hep düşünürdüm bu sakin şehirde bu hocalar nasıl bu kadar eğlenceli bir hayat sürür diye. Nereden bilirdim her biri ayrı bir maden olan bu hocalarımızın bir araya gelince Potosi’yi madenliğinden utandırdığını! Şeytanın aklına gelmeyen komiklikler onlarda saklıymış meğer.



Yolda azimle Lehçe öğrenip Polonya’daki Osmanlı’ya dair belgeleri gün ışığına çıkaran arkadaşımız Hacer’i andık. Polonya’ya gönderilen bir büyükelçinin memleketin kraliçesine yazdığı aşk mektuplarını bulmuş Hacer. Ben makaleyi okuyamadım henüz ama Haşim Hoca’nın anlattığına göre kraliçe bu zatla bir güzel oynamış. Kahramanımız olan zat da görev süresi bitip de geri dönerken kraliçeye “benimle gel”, demiş. Darma duman oldum gülmekten. Kraliçeye “güzelim sen bırak şu tahtı, benle memlekete gel” diyen erkek sadece bizim topraklarda yetişmiş olabilir zaten. Evinin kraliçesi ol. Çalışmanı istemiyorum!

Güle oynaya yaylaya vardık. Göletçikler kenarında verdiğimiz pozlarla bizi Rock star değil de tarihçi yapan kadere biraz sövdük. Sonra da sık ormana daldık. Yaprakların altına saklanan turuncu Kanlıca mantarlarını bulmak, onları hiç direnmeden saklandıkları o yumuşacık toprağın altından lokum gibi çekmek tarifsiz bir hismiş. Sınırsız “son sözleri” geyiğiyle bu romantik anları karnavala dönüştürdük: “Ben bunları tanıyorum, zehirsiz bunlar”, türevi son sözler yarattık. Haşim Hoca üçüncü sayfa klasiklerinden “yedikleri mantardan zehirlenen …” söz öbeğinin saçmalığına işaret etti. (Yemedikleri mantardan zehirlenenler kimdir?) Bu bana kremlerin üzerinde yazan “haricen kullanınız” ibaresini hatırlattı. Türkiye’de bu kremlerin ağız yoluyla alındığına şahit olunmuş. Buradan soruyorum, kremi yiyen şahsiyet acaba “haricen kullanma” tabiri karşısında ne kadar umut vaat eder?

Dönelim mantar âlemine. Boy boy mantarlarımızı topladıktan sonra bir grup kamp ateşini yaktı, diğeri de yayladaki evlerden tuz ve ekmek istemeye gitti. Biz ateşi yakan grup, diğerini elleri kolları çörekler, mısır ekmekleri, köy ekmekleri dolu devasa bir torbayla görünce dünyanın en cömert köylerinin ve en koca kalpli köylülerinin bizde olduğunu bir kez daha anladık. Amcam evini, kalbini boşaltmış. Karanlıkta yıldızlar altında mantarlarımızı bir güzel pişirdik, çöreklerimizi ısıttık. Sonra da yolda hangi hayvanları göreceğimiz konusunda fal tuttuk. Ben kirpi ile kazananlardım. Uça uça üniversiteye döndük ve “kalan sağlar bizimdir” ekibinden dünya tatlısı bir grup öğrenciyle tatlı bir sohbete daldık. Yarım saat gecikmemize rağmen azimle bekleyen öğrencileri görünce şaşkına döndüm. “15 academic minutes” durumunu aşmış bir öğrenci grubunun sadece yerçekimsiz ortamda olduğunu sanırdım. Pek tatlı, ballı öğrencilermiş. Gıpta ettim.



Cocagne sendromu yaşıyorum sanırım. (Az önce bu durumu kendim vaftiz ettim, anacım.) Ortaçağ’da yazılan manzum bir eserin yokyeri, hayal ülkesi Cocagne. Orada kim daha çok uyursa, o kadar çok kazanıyormuş. Bu sıralar tek ihtiyacım bu. Rejim sayesinde günlerim uzadı, üstünüze afiyet. Aç bilaç yatağı zor bulduğum için, gün ağarmadan midemde ölümcül bir kazıntıyla uyanıyor, kargalarla birlikte kahvaltı ediyor, okulun kapısını açıyorum günlerdir. Açlık beni az uykuyla uzun günlere gark etti. Ruha döndüm. Napolyon’un dediği gibi sekiz saat uyuyan aptalsa, ben tepeden tırnağa zekâ küpüm bu aralar, eldeki malzeme gereği.

Dün gece de yıldızlar altındaydım. Hocamız bizi ders çıkışı toplayıp içtima için (Vurgu geleneksel olarak ilk hecede) Giritli’ye götürdü. Üç saat non-stop Osmanlıca Yücel Hoca’nın dersinde bile baş ağrısı yapabiliyormuş. Çılgın baş ağrısına, hocamızın bana verdiği topik sözünü unutmuş olması gerçeği de eklenince küsüp kendimi yollara attım. (Haksızlık bence, ben onun vişnelerini hiç unutmadım.) Kendimi mutlu etmek için bir ayakkabı aldım. (İki saniye içince seçip aldığım ve beni pigmelerin kraliçesi yapan ayakkabıyla eskisinden daha mutsuz oldum, ama artık çok geçti.) Ceylan’ı aradım. Halime çok güldü. Keyfimiz tam olsun diye hayatını İtalya’da geçirmiş yakışıklı kuzenini çağırdı. O da enfes bir yarım tekerlek peyniri kapıp geldi, bizi Galata’ya götürdü. Sensus’tan güzel bir şarap ve bardaklar alıp kulenin dibinde kendimize bistro yarattık. Jonglörler, müzisyenlerle gerçekten de Signore Kuzen’in dediği gibi bir Ortaçağ pazarına benziyordu meydan. O saatten sonra Buket Adası’nın doğum günün kutlamak için Salacak’a gidecek enerjim kalmıştı. Gülmeye devam ettik. Gün sonunda eve vardığımda yatağın yolunu bulabildiğime artık ben bile inanmakta zorlanıyorum. Beni klonlasalar Türkiye’nin (hatta Ortadoğu’nun ve Balkanların) tüm enerji ihtiyacı sona erer anacııım.

Bu arada benim topiğimi unutan hocamız, Osmanlıca dersinde emektar sınıf başkanımız Ruşen Bey’e üzerinde Osmanlıca “mümessil” yazan bir ilkokul kolluğu yaptırmış. Kıskanmadım desem yalan olur. Ben de sevgili arkadaşım Hande İtalyan lisanında yeminli tercüman olunca ona bir kaşe yaptırmıştım. “İki gözüm önüme aksın”. Kaşeye yapan adamı bir daha görmedim. Bu tür kaşeleri yaptırdığınız bir dükkâna bir daha uğrama ihtimaliniz pek olmuyor doğal olarak. Hronis’e de yaptırmıştım. Neyse ki Yunanca’ydı da, rezaletin boyutları Kaşeci Mösyö Bey Amca tarafından algılanamamıştı.

Topik faciasından sonra bir karar aldım. Bundan sonra dünyayla uyum içinde yaşamak için incelik damarlarımı aldıracağım. Hatta bu sabah deniz kenarında Züzü’yle kahvaltı ederken bu kararımı uygulamaya başlayarak, güneşimizi kapatan garsona vahşice saldırdım. Klube hoş geldim anacıııım. “İncelikler yüzünden” üzüldüğüme değmez. Yarın Ljubljana’dan bağlanacağım yayına. Bu arada, baktım da bu kadar saçma harfi yan yana getirip şehir adı yapan Sloven halkını buradan kutsuyorum. Dokuz tane saçma sapan harf seç, yan yana getir, deseler ben şahsen bu kadarını başaramam. Ama yapan yapıyor anacııım…

Günün anlamına ve önemine uygun bir şarkıyla sahneden çekiliyorum. Bulutsuzluk Özlemi’nden “Güneşimden kaç” geliyor.