10 Kasım 2010

RÜYADA OSMANLICA HOCASINI PEMBE CONVERSE’Lİ GÖRMEK

Korkarım fazla mesaiden iyice şirazeden çıktım. İki adet Osmanlıca kursu, mütemadi sempozyumlar, sosyal hayat, üniversite, okuma-yazma eylemleri, mutfaksal faaliyetler, temizlik (nam-ı diğer tozları görünmeyen yerlere sıvama sanatı), alışveriş, sanatsal atraksiyonlar derken on ikiden tozuttum. Dün gece Osmanlıca ödevimi bitirmeden yattığım için nasıl bir korku sardıysa beni rüyamda hocamızı gördüm. Hem de uçuk pembe converse’ler içinde! Sabah kalktığımda hiçbir rüya tabirleri sözlüğünde “rüyada Osmanlıca hocasını pembe Converse’li görmek” diye bir madde olmadığına kanaat getirip, hemen paparayı yemeden ödevimi yapmakla yetindim. Akabinde Mr. Mutluluk Hattı Hocamız'a anlattım durumu. Kendisi önce “cevap veriyorum: kıçın açıkta kalmış” demeyi arzulamış olabilir pekâlâ. Ama sağ olsun bu durumu ciddiye alarak yorumlar yapmış, araştırmış. Pembe, olmayacak bir hayalin peşinde koşmakmış. (Tam bana göre. Hayal dediğin olmayacak cinsten olur. Yoksa esprisi kalmaz). Sonra da rüyada hoca görmeye dair enfes bir anısını anlattı. (Sandalyeden düşüyordum).Yıllar önce bir kız öğrencisi -yanında erkek arkadaşı olduğu halde- kendisine “Hocam sizi dün rüyamda gördüm” demiş. O da kıza şöööyle bir tepeden bakıp “Doğru, sen beni ancak rüyanda görürsün,” demiş. Bu esnada kızın erkek arkadaşı gülmekten bin parçaya ayrılmış tabii. Ayakkabı da iş değiştirmekmiş Mişi’nin dediğine göre. Umarım iş değiştiren Osmanlıca hocamız değildir. İki sebepten: 1) Onsuz biz bir hiçiz. 2) İş değiştiren ben olacağım galiba.


Evet, dün 12 yıllık üniversite hayatımda ilk defa istifa edip dağlara kaçmak istedim. Hatta ön sıradaki öğrencilerden birine sordum “Katil olsam, bu işte para var mı yavrum?” dedim. Cevap faydalıydı: “Seri katil olun olmuşken, hocam.” Bugünlerde bana pek bir yaraşacağını düşünüyorum. Misal: Dün derse yetişirken, benden önce derste olması gereken bir kız öğrenci elinde bir fifi köpekle gezerek bana “hocam, 10 dakika geç gelsem olur mu?” demez mi? Cevap verme gereği duymadım, lakin az önce Avrupa Yakası’nın eski bir bölümünden kaptığım bir replik tam da bu duruma oturuyormuş: “Senin tıpta karşılığın var mı? Merak ediyorum!”.

Akşamüstü İrini Hoca'nın profesörlüğünü ikinci kez sahilde üç kız eskileri anarak kutladık. Biricik Süheyl Batum hocamız Atatürk’ümün partisine genel sekreter oldu malum. (O da bizi kurtaramazsa, kimse kurtaramaz gayrı). Süheyl Hoca üniversitede karşılaştığı komik öğrenci vakalarının kaydedilmesi gerektiğini söylemiş bir zamanlar. Hatta öğrenci velilerinin saldırılarına bile uğramış. Bunun üzerine –konu seri katil olmamın tarihine ışık tutuyor- yıllar yılı başımıza gelen vakaları düşünüp güldük. Bakın neler var:



Vaka 1.

Dönem başlamış, kayıtlar yapılıyor. 1. sınıf öğrencisine “danışmanın imzası gerektiği” söyleniyor. Her öğrencinin bir danışmanı var tabii! Öğrenci “danışma”ya iniyor ve imza istiyor. Danışma’dan cevap: “Daha önce hiç böyle bir imza vermedik, ama artık gerekiyorsa verelim” . (Yorumsuz)



Vaka 2.

Yine kayıt sırası. Öğrenci için bir print çıkartılıyor. Ve öğrenciden (printer yan odada olduğundan) gönderilen print, “print’i kap gel” şeklinde isteniyor. Çocuktan uzun süre haber alınamıyor. Derken öğrenci yarım saat sonra elinde fişleri salkım saçak bir halde printer aletiyle geliyor! “İşte getirdim” !. (Daha bir yorumsuz)



Neyse, ölmeden önce yazarız bunları. Gelelim yakın geçmişime. Pür atraksiyon bir hafta geçirdim anaaacıım. Evin yolunu zor buldum. Hatta bir keresinde “literarily” zor buldum ve akabinde de gelecek yaza kadar alkole son verdim. Kendini bilmezce içen familyadan olmadığım için sarhoş da olmam, ama bu sefer kadehlerimizi çaktırmadan bütün gece tazeleyen garsonların kurbanı olduk. (İki kadeh içtiğim hissi vererek beni küfelik eden garson kardeşlere buradan eseflerimi bildiriyorum).

Her şey güzel başlamıştı. Sevgili Nermin Mollaoğlu’nun anneliğini yaptığı Ahmet Hamdi Tanpınar Festivali’ni geçen sene Tunus’a kurban edip sonuna yetişmiş, dolayısıyla dona kalmıştım. Amma bu sene festivalin saçaklarına yapıştım. Midpoint’te bir okuma yaptık, akabinde akşam Çırağan’da şaşalı bir açılış gecesi. Festival broşürünü görünce gözlerime inanamadım. Luan Starova da geliyordu! Hatırlarsanız geçen yaz Yücel Hocamız sayesinde tanıştığım bu çılgın Arnavut-Makedon yazara ayılıp bayılmış, hatta Üsküp’te kabineden birisi bir akşam yemeğinde beni onunla tanıştıracağına söz vermişti. Gerek kalmadı. Ben tanıştım. Ama operasyon sandığınız kadar kolay olmadı. Bütün gece elimde imzalatacağım kitaplarıyla beyaz saçlı, koca burunlu ve yüz yaşından gün almamış tüm ölümlülere yaklaşıp “Luan Starova?” dedim. Aldığım cevaplar envai çeşit ve birbirinden eğlenceliydi. (Eg. “Ben Teoman, ama olsun getirin imzalayayım”.) Baktım olmayacak Tanju’dan yardım dileyip burun analizlerine başladım ve bu sayede ilkinde tutturdum. Adamcağızı bayıltana kadar konuştum. (İtalyanca anlaştık amcayla). Şekilde görülmekte.

Neyse, ertesi gün fuarda imza günümüz vardı. Özcan Yüksek ve Yavuz Ekinci’yle birlikte imzaladık. (Bu kombine bayıldım pek tabii). Başım döndü anacım bu sene fuarda. Ne güzel kitaplar çıkmış. Son kuruşuma kadar harcayıp (Hatta kardeşimden de borç alarak) şuursuzca aldım. Halimi görünce bir delikanlı tayin etti Doğan Kitap şuursuz kitap yığınını arabaya yığmak için. Bayram çocuğu gibi eve gelip hepsine saldırdım. Favorilerim Ortaçağ kahramanları (Jacques Le Goff), Ortaçağ’da zehir ve cinayet (Reanck Collard) ve Müslüman Zihinler (Riaz Hassan). Şiddetle tavsiye. Kitaplara nasıl yapıştıysam artık, akşam Karga’daki underground partiye yetişemedim. Düğün de kambersiz oldu. (Resimde Özcan, Yavuz ve Özlem üçlüsü)

Amma ertesi gün öyle mi ya? Festivale katılan yazarlara yemek daveti vardı Leblon’da, çantayı kapıp gittik. Buket (Aşçı) beni oturduğum masadan alıp kendi masalarına nakletme gafletinde bulundu ki, bu da gecenin sonu oldu. Yüzyıllar önce ölmüş ama hala haberi olmayan kuzeyliler, içmeyen Müslüman din kardeşler, buzdan inşa çeşnili Avrupalıları terk edip yüzde yüz Türk masaya kuruldum. Hem de Oruç Aruoba’nın yanıbaşına. Ve bütün gece susturulamadım. Eski sevgilerimden biri henüz arkadaş olduğumuz dönemde, onları ziyaret ettiğimde bana beyaz dantelli çarşaflardan bir yatak ve harika bir oda hazırlayıp gece başucuma Aruoba’nın özlem şiirlerini koymuş ve tam puan almıştı. (Sonra tüm puanları kumarda kaybetti salak) Neyse, dönelim masaya. Hain garsonlar boşalan kadehlerimizi el çabukluğuyla doldurup aslında hiç içmemişiz izlenimi uyandırarak telef ettiler bizi. Kendime dair hatırladığım tek şey restoranın ortasında dans etmeye başladığım, sonra da (sonradan öğrendiğime göre) İhsan tarafından taksiyle eve yollandığım. Film burada kopmuş. Sonrasını kardeşimden dinledim. (Uzun zamandır böyle komik bir şey dinlememiştim hani) Apartmana avdet edip kara kediyle uzun bir süre kavga edip (monolog şeklinde olmuş bu, kedi benle hiç muhatap olmamış) 3. kata kadar çıkabilmişim ve “beş yuuurooo” demişim. Kardeşim durumu anlayıp aşağı inip taksicinin parasını vermiş. Sonrası kâbus. Ben dinledim ve unuttum. Bir gün bir romanda yazarım. Akabinde de yaza kadar mösyö alkolden uzak durmaya karar verdim. (Karaciğere 1000 km. bakımı)

Festivalin son gecesi bol eğlenceliydi. Bir grup yazar (bir ayağı çukurda olmayanlardan bir demet) Ghetto’da DJ’lik yaptık. Eksik kalmadım tabii. Sevgili Cem’le bir gece önce iddiaya girmiştik, kim daha çok eğlendirecek diye. İhsan’ın hakemliğinde. Özenle seçtiğim şen şakrak parçalarla ölüleri diriltmeye başladık. Bir saat sonra sıra Cem’e geldi. Arkadaş koca bavulla gelmiş. İnsan Roxy ve Sefahathane’yi işletince yarış haksız oldu tabii. Ne bileyim ben yazarlıktan gayrı profesyonel DJlik yaptığını. Son gördüğüm manzarada sahneye ve kolonların üstüne tırmanmış gençler vardı. Edebimle yenildim galiba, gençleri yemeğe çağıracağım ve yemeklerimle doğduklarına pişman edeceğim onları! Cezayir’den sert grup Apoka, Shantel, Bregoviç, Café Quijano, Rachid Taha, Molotov türevi hayata sıkıca yapışmış parçalar seçmiştim. İtalya’nın eskilerinden protest Rino Gaetano’yu unutmadım tabii. Şarkıları seçerken albümleri dökünce ortaya Rino’dan unuttuğum komik bir şarkı da çıkından. “Berta filava”. “Berta yün eğiriyor”, demek İtalyanca. Ama aynı zamanda faydalı anlamlara da geliyor. Şarkın sözlerindeki bu ince espriyi anlayanlar için hayli şenlikli. Hele dörtlük, tam favorim: “E Berta filava/ e filava con Mario/e filavo con Gino/ e nasceva il bambino/che non era di Mario/ e non era di Gino. Güzel Türkçemizle ifade etmek gerekirse, Barta bu işi hem Mario’yla, hem Gino’yla yapar. Sonra da çocuk doğar. Ama ne Mario’dandır, ne de Gino’dan. Yürü be Berta! Güzelmiş değil mi?

Hal böyle olup da hocamız “İstanbul için rakı vakti” diyerek bizi Giritli’ye götürünce, bize de enfes mezelere diyet kolayla hakaret etmek düştü çaresiz. İnsan ayıkken de bir başka oluyormuş içki âlemi. Devrilen çamları saymaktan krize giriyor ayol. 2010 yılının sonuna kadar götürür beni bu kahkaha stoku. Hocamız malum, TC’nin en eğlenceli hocası. Her eve lazım bir şahsiyet. Ölüyü canlandırır vallahi. Perşembe günü (bayram arifesi) Kaş’a gitmek için Havaş’la yola çıkmış 17.00 sularında. Uçağı da 21.30’da. Yollar kilit. Bütün Havaş sakinleri (onlara uçaklarını kaçırmış halleriyle “sakin” demek ne denli doğru bilemem) uçağı kaçırınca teker teker, yolcular şoföre baskı yapmışlar. Adam da kızmış haliyle:” Uçacak değiliz ya!” Bizim hoca da güzel bir cevap vermiş: “Biz de değiliz.” Nitekim kimsecikler uçamamış. Ama dört buçuk saatte Havaş’ta akrabalık ilişkileri gelişmeye başladığından, pek organizatör mizaçlı bir mühendis uçağını kaçıran bir kızı Ankara’ya göndermiş. Nasıl mı? Camı açıp yandaki Pamukkale’ye “yer var mı?” diye sormuş. Karşıdan parmak hesabı gelen “üç kişilik” cevabı üzerine kızcağız hemen Havaş’tan indirilip otobüse bindirilmiş. Hem de TEM’de. Seviyorum bu şehri yahu!

Arkadaşlar haklı galiba. Görünmeyen bir yerlerimde bitmek bilmeyen bir pil kolisi var gerçekten de. Bütün bir hafta vişneli pie geliştirmek için (artık Hindistan cevizli, bademli, badem yağlı ve türlü sürprizlerle dolu bin çeşidini yapabiliyorum) mutfaktan çıkmadım. Hal böyleyken akşamları eve uğrayamadım. Bu gecelerden birinde Mr. Mutluluk Hattı’yla İstanbul’un en çok endorfin salgılatan mekânı Süreyya’da “Barbiere di Siviglia”yı izledik locadan. İtalyan Kültür’ün özel daveti olduğu için sadece İtalyanlar ve italofiller vardı. (şans bizden yanaydı anlayacağınız) Locaya kurulup pür-heyecan izledik, kim bilir kaçıncıya. En son Roma’da bir saray bahçesinde izlemeye çalışırken donma tehlikesi geçirmiş ve yarısında terk-i mekân eylemiştim. Yakışıklı bir İtalyan kapıda bana ceketini vermeyi teklif etmişti kalayım diye. (O zamanlar şu halimden daha salak olmalıymışım ki- bunun bir üstü nasıl olunur inanın bilmiyorum – takırdayan dişlerimi de yanıma alıp eve gitmeyi tercih etmiştim.)

Bir opera-buffa olduğunu unutmuşum. Ama operadan çok çeviri hatalarına güldüm. Pek bir eğlendim. Ayrıca tam opera-buffasal sahnelerden birinde “barbiere” (berber) kelimesinin “barba” (sakal) kelimesinden geldiğini keşfediverdim. Evde etimolojik sözlüğüm de bunu doğruladı.

Baktım Pazar gününe hala pil kalmış, hemen değerlendirip Necilaaaaanım’ın İstanbul’un rakipsiz en güzel manzaralı ve en sıcak evinde (kendisi etnografya müzesi olarak tabir ediyor) çılgın bir yemek ve filme katıldım. Ettore Scola’dan Le Bal filmini izledik. Tek kelime olmadan iki saat boyunca sadece dansla Fransa’nın yarım yüzyıllık tarihini anlatan bu filme bayılayazdım. Daha önce hiç raclette deneyimim olmamıştı. Uzun yoldan -İsviçre- gelen enfes peynirleri bu enfes masa ızgarasında envai sucuk, pastırma ile eritip közlenmiş patatese katık etmek gibisi yokmuş. Ama benim favorim sıcacık muz ve peynir oldu. (Henüz denemeyenlere son çağrı.) Ben alkolü bırakmasam, o beni bırakacakmış meğer. Hayatta tek kalem geçtiğim, damağımın yakışıklısı, kokusu her halde tanıdığım Rioja şarabı getirmiş Nilüfer Hoca. Tadına bakmakla yetinebilitem varmış.

Evet anacııım. Biz Pazartesi günü Slovenya yolcusuyuz. İkiyken dört olduk bir haftada. Lakin Sloven ve Hırvat toprakları biz Bremen mızıkacılarına hazır mı bilmiyoruz? Şok geçirmeyin diye enfes kadroyu söylemiyorum, size oradan canlı bağlanacağım.

Anacım beni da beş Hırvat kunası ver konuştur, on kunaya susturamazsın…