28 Kasım 2010

HOP, HOP,HOP… OVO JE BALKAN! (PART I)

Evet, anacııımm… Şu anda size Ljubljana-Zagreb treninin cam kenarından bağlanmış durumdayım. İçinden geçtiğimiz akıl almaz güzellikte doğa neden Osmanlı’nın Balkanlar’a halının saçaklarına yapışır gibi yapıştığını pek bir güzel açıklıyor. Yanımızdan yemyeşil Drava nehri geçiyor. Yola çıkmadan önce Hakkı Bey sormuştu, bayramda ne taraflara gidiyorsun, diye. Balkan ellerine geldiğimi öğrenince de rahatlayıp “Oh, pek sevindim. Ben de Uzak Doğu’ya gidiyorum. Demek ki bir sıkıntı yok”, deyince kavradım durumu. Gittiğim yerde felaket yarattığım için artık benim gittiğim istikametin tersine gitmeye karar vermiş kendisi. Yunanistan yangınlarından sonra adını öğrenemediğimin volkanını uyandırıp Londra ellerinde mahsur kalınca artık arkadaşlar benden korkar oldu haliyle.


Gelelim Slovenya’ya. Küçük bir masal ülkesi gibi. Ülkenin mimarlarınca baştan tasarlanan eski cezaevinde kalıyoruz: Celica. (cell yani) Bir hücrede hem de! Çılgın bir hostal şeklinde hizmet ediyor. akşamları konserimiz bile oluyor. Hücremize demir parmaklıklardan giriyoruz. Bugün mekânı terk ederken acaba fantezi olsun diye tünel kazarak mı çıksak diye düşünmedik değil. Bayramın ilk günü de burada uyandığımız için “cezaevinde bayram görüşmesi” şarkısını söyleyip Bulutsuzluk Özlemi'ni aldık. Lokum ve temiz çamaşır esprisi ağzımızda pelesenk halde.

Şehir de masallardan düşmüş gibi. Bu Slovenler Balkanların sınırlarında bulundukları için ne Orta Avrupalı ne de Balkanski gibiler. Bambaşka bir halk bu anacım. Böyle nezaket, böyle incelik ve sıcak kanlılık hiçbir yerde yok. Nasıl tatlılar bilemezsiniz. İstasyonda karşılaştığımız bir amca Türkçe olarak bayramımızı bile kutladı. Gerçi bir harf çaldı, ama biz onu anladık: “İyi ayramlar!” Oracıkta elini öpseydk, bayram harçlığımızı bile çıkarabilirdik, ama durumu zorlamadık.

Memlekette nüfus iki milyon, başkentte 270 bin! Şöyle anlatayım: İlk akşam şehri gezdik boydan boya ve bir kızı iki kez gördük! Ertesi gün de her türlü rüyayı süsleyebilecek nitelikteki Bled gölüne gittik. Göl kenarını dolaştık, küçük bir göl kenarı restoranında konaklayıp Avusturya belgelerinde sık sık karşılaştığım Malvasier şarabını tattık. (Yaza kadar alkol yok mu demiştim? Hiiiççç hatırlamıyorum.) Sonra da başka bir enfes restoranda yedik, mekânda üç kişi sadece ve sadece 15 avro verdik desem… Bu Slovenler çıldırmış olmalı. Üstelik ne zamandır da AB ülkesi bunlar.

Bled dönüşü Ljubljana Üniversitesi’nde bir konuşma yapacaktım 16. yy’da yiyeceklerin gizemli seyahatiyle ilgili. Prof. Jezernik bizi istasyondan alacaktı. Lakin ufak bir sorun vardı: onu tanımıyordum, ayrıca karanfilimiz de yoktu. Böylelikle istasyondaki tüm nüfusa (ki bu tahmin edeceğiniz gibi abaküs boncuklarından bile azdı) tek tek “Mösyö Jezernik?” diye sordum. “I wish I were” le başlayan geniş bir ranjda çeşitli cevaplar aldım. Ama hiçbiri beni şu kadar şaşırtmadı. “Ben değilim, ama onu gördüm. İçeride. Yüzünü tanıyorum.” Olacak iş değil, anacım. Bu olayın Haydarpaşa’da gerçekleşme ihtimalini düşünün. Velhasıl gerçekte de Bay Jezernik’miş. İçinde makalem olan bir kitabımız Sırpça’ya çevrilmiş. Pek hoşuma gitti baskısı. Hemen saçaklarına yapışıp üniversiteye gittik. Konu yemek olunca izleyici bereketli oluyor. Ülkenin en klas gazetesinin yazarından bir Türk lokantası sahibine kadar envai çeşit eğlenceli izleyici vardı. İşin güzel yanı çıkışta bizi yemeğe davet edip güldürmeye devam etmeleri oldu. Sloven ellerinde bu kadar güleceğimi söyleseler asla inanmazdım.

Çılgın bir çevirmen de vardı masamızda. Masada o kadar “evsiz” olunca mesele çaresiz evliliğe geldi ve kadınlar imece halinde beni evlendirmeye karar verdiler. Restoran sahibi “I can offer you my brother” dedi. Ben de “If you give him for free, why not?” dedim. Sonra beni bu kızkurusu formatında kurtarmak için uzun dersler vermeye başladılar. Barbara erkeklere nasıl şeyler söylenmesi gerektiğini anlatırken örnek cümleler verdi: “You have very original ideas”, “You are the most interesting person I have ever met”. Ayrıca uyardı: No Spanish jokes. (Kendisine İspanyol feminist esprilerinden bir aranjman yapmıştım da)… Annem ve kardeşimden sonra evlendirmek yoluyla benden kurtulmaya azmeden kitle Slovenler. Umutları ise hiç yok gibi.

Kıpkırmızı çatılı bembeyaz dağ evleri, tüten bacalar, yemyeşil köknar ve çam ormanları ve pırıl pırıl Drava’nın kıvrımlarından geçmeye devam ediyor trenimiz. Bizimkiler sızdılar. Bense manzaraya bakarak sadece tek bir kelime edebiliyorum: wayzingen. (Arif Hoca’nın kulakları çınlasın). Çantamda Jezernik Amca’nın kitabı. Bu arada kendisinin enfes kitaplarından biri Türkçe’ye çevrildi: Vahşi Avrupa, Küre Yayınları’ndan bulun ve “mutlaka” okuyun. Hayatımda okuduğum sayılı tarih-imgebilim kitaplarından oldu. Kitaptaki Balkanlar’da içilen “S..ktirgit kahvesi”nden, kuyruklu adamlara kadar sayısız çatlak bilgi var. Bozidar Jezernik sayısız dilde taradığı akıl almaz detaylardan oluşturduğu bu etnografik çalışmayı sakın ola kaçırmayın. Uzun zamandır iyi kitap okumayanlara ilaç, Türk imgesi çalışanlara da iksir gibi gelecek.

Az önce Hırvatski sınırında pasaportlarımıza şaşkın şaşkın bakan polisin bu latitüdlerde hiç Turski görmediğinden şüphe yok. Hemen elinde telsizle adlarımızı merkeze kodladı. 70 milyonluk, 800 yüz bin metre karelik memlette Lüleburgaz, Ceyhan kullanmak zorunda kalan biz Türkler yanında 2 milyonluk, Marmara Bölgesi’nden kat kat küçük Sloven ellerinde sanırım kodlamada semt adlarına kadar düşmüşlerdir. (“Kodluyorum: Maribor…”dan sonrasını anlamadık.) Hırvat ellerine gerçek bir cezaevine düşmeden girdiğimiz iyi oldu. Nitekim Nurten Hoca ta İstanbul’dan özenle getirip bizi beslediği, çantamızda mevzilediğimiz dereotlu poğaçalardan polise vermeye kalkışında kardeşim “Alo, merkez. Bana bu Türkler bişi verdiler. Kodluyorum: dereotu, peynir…” diye nasıl olsa Turski bunlara “yabancı” dil, anlamazlar düşüncesiyle espri yapmaya kalkışında pek çaresiz bastık kahkahayı. Az kalsın son gülen, iyi gülüyordu vallahi…O poğaçaları akşam gerçek “celica”da yerdik, hem de temiz çamaşır ve lokumsuz.

Lahana kokusundan okunmayan Rus romanlarından sonra pazarlarında küfe küfe çiğ lahananın, kazan kazan haşlanmış lahananın satıldığı bir yerdeyiz. Pazarcılar da herkes gibi pek sempatik. Bay Jezernik bana küçük bir şehir turu yaptırdı. Türkler hakkında bolca yazan Valvasar’ın doğduğu evin önündeki mekânda “şehrin en iyi” kahvesini içirdi. Yağmur bir gün bile durmak bilmedi. Şaşkınlıkla kafe, restoran ve birahanelerin önündeki masalarda konuşlanan Slovenlere bakıyoruz. İç mekânlar bomboş. Halkım dışarıda. Kardeşim yola çıkmadan önce Coelho’nun Ljubljana’da geçen “Veronika ölmek istiyor” romanını okumuştu. Derimi yüzseler bana Coelho okutamazlar, ama başlıktan Veronika’nın neden ölmek istediğini havayı görünce osssaat anladım. Anacııım, Almanlardan neden sağlam filozoflar çıktığını biliyoruz. Alman sabah camı açıyor, bakıyor hava buz gibi. İçeri girip düşüneyim, bari diyor. Olay bu. Slovenlerin de güneş yüzü görememekten mütevellit yapacakları en iyi şey yazmak, çizmek, okumak oluyor. (Birisi onlara yapacak daha iyi şeyler olduğunu söylesin bari. Bu enfes halka bu nüfus pek az.) Yok ben yardım edeyim diyeceğim, ama sonra kardeşimin anlattığı bir Çinli fıkrası gibi olacak.

Efendim, bir Çinli’nin nur topu gibi bir çocuğu olur. Düz saçlı, orta boylu, çekik gözlü. Bildiğiniz Çinli işte. Adını Çing Çang Çong koyar. Sonra bir tane daha olur. Aynı cinsten: çekik göz, orta boy… Bunun adını da Fang Fing Fong koyar. Üçüncüsü Çinli’yi bile şaşırtır. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü… düşünür, taşınır ve buna da bir isim bulur: Something Wrong.

     Haydi sağlıcakla kalın anacım… Biz Zagreb’e geldik...