13 Mart 2011

“BAYANDAN, TEMİZ” Ya da “OLMAZ, OLMAZ, OLMAZ… BU ŞAPKADAN TAVŞAN ÇIKMAZ!”

Hocam, nasıl yapıyorsunuz? Hem böyle bir sosyal hayat, hem de bunca iş?” diye sordu Burçe dün. O an fark ettim ki, son hafta işe dair bir gelişme olmamış hayatımda, sırf “sosyal içerik” vaziyetleriyle kapatmışız haftayı. Haftaya bir tesviye yapacağız tabii… Çalışmaktan beynim puslanmıştı, bir kendime geleyim dedim. Hatta kardeşim son zamanlarda insanlarla kurduğum diyalogun Yiğit Özgür karikatürlerindeki delilerinkine benzediğini söylüyor ısrarla. Doğru söze ne denir!


Bu hafta sekiz gün “sosyal bilgiler”çalışmışım, hafta sonunu da arifsiz tarifsiz güzelliklere endeksleyip fiyakalı bağlamışım. Cuma akşamı (Eurovision finalinde karşılaşmamızı saymazsak) 15 yıldır görmediğim çılgın arkadaşım Ahmet’le sosyalleştik. Sevgili okur hatırlayacaktır. Ahmet (Özgür), Memet (Güzelbeyoğlu) ve Cenk (Durmazel, Erdemsiz Cenk) 93-94 yıllarında memleketin en harika radyosu Hür FM’de Tapon adlı komiklikte sınır tanımayan bir program yapıyorlardı. (On dakikada güldürerek adam öldürme sanatına giriş). Ahmet’le Otto’da 15 yılı iki saatte kikirdeyerek özetledik. Tam anlamıyla bir “Sarıkız minik buzağıyı sütten kesti mi?” tadında geçen bu sohbet (Demirhan ne yapıyor? Melih Törkiye’ye döndü mü? Kesmeşeker yeni albüm yaptı mı? ) sonunda Malt’ın konserine çufçufladık. Cenk (Aynı zamanda Malt’ın solisti) “kuzuyu kapın gelin,” demiş. (Kuzu, nam-ı diğer whisky, ne diye “Malt” koysunlar grubun adını yoksa?) Gençlerin kulisine kamp kurduk. (Kulis de sirtaki okulumun alt katı, yok anacım, coğrafi bir kısır döngü içinde geçiyor hayatım, dar alanda kısa paslaşmalar, ya da “ateş hâlâ sıcak, fazla uzaklaşmış olamam” durumu). Kapıdan girmekle komik tesadüfler zinciri başladı. Grubun basçısının Nekropsi’den Cenk (grubun diğer Cenk’i) olduğunu gecenin sonuna doğru anladım. O da benim Özlem olduğumu. “Bana yıllar önce daktiloyla yazılmış bir kitap vermiştin”, deyince Burhan Altıntop misali kafayı geri sarıp (hıldır hıldır efekti ile) Cenk’le on beş yıl önce Rock’ta da birlikte çalışmış olduğumuzu, ona okusun diye ilk romanım Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni verdiğimi anladım. (Malt whisky beyne giden yolları açmış olacak). Sonra Tapon programının tüm kayıtlarını Ahmet’in yıllar önce bana verdiği ortaya çıktı. Walakin, bende olmayan daktilo kayıtları onlarda, onlarda olmayan kaset kayıtları da bende çıktı. Hayat komik, dünya küçük. Cenk-Erdem hastası olan favori eniştem Mesut için Cenk’e (Erdem’siz olan) bir iki satır hatıra yazısı yazdırayım dedim. Meğer Hırvat ellerinde son Kuna’larımla aldığım zıpır küpeme kıl olmuş için için hazret. “Bu notu sizi getiren her kim ise küpeleri sizindir. İster satın, ister takın. Çok öptüm. Cork Tümbezel”, notunu düşmüş. O gece küpelerim kayboldu. (Nazarın feciatun).

Cenk (TümBezel), “değişmiş miyim?” diye sordu. Baktım, aynı Cenk. Sadece sakallarda bolca beyaz var. Aklıma Fidel’in sakala methiye düzdüğü bölümler geldi. Sakalın faydalarını sıraladıktan sonra, “tek kusuru akları yaşınızı saçtan daha çabuk ele verir” der bir yerlerde. Grubun genç elemanları biz ihtiyarlara “siz nereden tanışıyorsunuz?” deyince, cevabımıza önce kendimiz güldük. “Oğlum, biz old school tayfayız”, dedi. (Ama “yaşlı” babında bir “old” bu, ne yazık ki.) Bizim yakışıklılar evlenmiş, boşanmış, hafta sonu çocuklarını alıyorlar etrafımızdaki sayısız baba zula gibi. Ben de onlara “Cumartesi babaları” adını taktım.

Malt’tan bahsetmeden geçmem nâmümkün gençler. Şarkıların hepsini bilen gençler salonu doldurmuşlar. Müzik ayrı güzel, şarkı sözleri ayrı, sahne performansı ayrı! (Biz müzik yazarları yaşlanınca olayın bu şekilde özetlenebileceğini keşfediyoruz galiba.) Bol keseden zıpladık. Cenk’in Badluck’ın solisti olduğu yıllar geldi aklıma. Türkiye’nin en fiyakalı Glam grubuydular (Bon Jovi’nin altında çaldıklarını hatırlayacaktır neslimiz). Uzun saçlar, deri pantolonlardan beyaz gömleğe geçiriyor yıllar insanı. “Hah işte bu da yaşlandığımızın en resmi resmidir”, dedim. Bu arada Ahmet de (boyu üç metreden hallice olduğundan) “Yaşlandık be Özlem, yoksa sırtıma alırdım seni”, deyince mührü de basmış oldu.

Pek beğendiğim Malt şarkı sözlerinden bir aranjman yapmak istedim size.



“Sev desen, severim, olmaz…

Olmaz, olmaz… Bu şapkadan tavşan çıkmaz”.



“Ey kötülüklerin anası

Hâlâ güzelsin, genç olgun arası

Ey kötülüklerin anası

Yolluk isterim

Benim onların babası”.



“Her geleni yok sayıp darlanmaksa benim tarzım

Her gelene hırlayıp harlamaksa farzım

Her gidenin ardından ahlanmaksa arzım

Belki de bana benim gibi bir ahmak lazım”.



Hey yavruuum, hey… Sözlere bak. (Sebastian, klonlayın şu Cenk’i.)

“No country for old men”i izledik Malt üzerine. İki haftada iki Javier Bardem filmi etti, muhasebeden gelen rakamlara göre. Eh, aralarda biraz da uyuduk ve horladık tabii. Filmi parçalı bulutlu hatırlıyorum çaresiz.

Metroda giderken etrafı dinlemek âdeti beni bir gün ya öldürecek, ya dövdürecek. CuMa günü Tünel’e ulaşmaya çalışırken metroda (Sebastian, metro yerine “yer altı treni kullanabilirsiniz diyen word programın kafa, göz girişebilirsin yüksek müsaadelerimle) gençler arasında bir yıldız meselesi açıldı. Baktım satışa çıkarılan yıldızlardan bahsediyorlar. Birisi “Yuh! Müteahhide versin bari o kadar para vermişken”, dedi. Tam tamına 7.000 TL verip bir yıldız almış bir arkadaşı. Önce gözlerim yerinden fırladı, sonra da metronun delisi gibi çaresiz tek başıma güldüm. “Şekerim, nerede satıyorlar bu yıldızları, bende de var bir tane kelepir”, diyecektim-demedim, diyemedim, ne de iyi ettim.

Efendim, sene 1999. İspanyol-Katalan kırması bir sevgilim var. Çocuk tarifsiz âşık. Her gün üniversitede tam toplantı saatinde salona bir çiçekçi giriyor, çiçekleri bırakıp çıkıyor. (Bölüm başkanı çiçekçiyi de bölümün bir parçası sanıyor adeta.) Eve hediyeler yağıyor. Çocuk üstelik harikadan gün almış: Pek yakışıklı bir sarışın, zeki, kültürlü, romantik, nazik, harika bir aileden geliyor, şefkat küpü… Cümle sıfatı tek bünyede toplamış bir yaratık. Lakin o kadar mükemmel ki âşık olmanın imkânı yok. Evde cümle hatunlar âşık çocuğa. 8 yaşındaki kardeşim resmini çalışma masasına koymuş, kuzenim o geldiğinde ona yemekler yapıyor, annem her gün çocuğun çiçeklerini vazoya koyarken “Kızım, çocukla ilgilenmeyeceksen ben alayım bari” diyor, babam çocukla oturup saatlerce maç izliyor, vs, vs. Herkesin sevgilisi (Ben hariç). İki günlüğüne Barcelona’dan geldiğinde bir günlüğüne kuzenime gönderiyorum “İspanyoluma bir gün bakar mısın?”, diyerek. Hiçbir şeye kızmıyor, küsmüyor. Okula geliyor, salon bitkisi gibi köşeye koyuyorum ve kızlara “Sevgilimle biraz ilgilenir misiniz?” diyerek sırra kadem basıyorum. Neyse, yılbaşı vakti okula devasa bir kutu geliyor. İçinden bütün sülaleye hediyeler çıkıyor. Bana bir şey yok. Sonra Aslı (romanlarımın Amanda’sı) kutunun dibinde bir rulo buluyor. Açıp bakıyoruz, astronomik bir harita. Üzerinde adım yazan tapuvari bir belge de var içinde. “Bu ne lang?” diyerek geri atıyorum. Aslı merak edip bakıyor, “İnanamıyoruuumm!” diyor. “Ben de”, diyorum. “Anneanneme hediye alıp bana almadığına inanamıyorum!” Aslı şaşkın “Kızım, çocuk sana yıldız almış!” Bakıyorum, gerçekten de doğum günüm hesaplanarak gökyüzünde bana ait olan yıldızın satın alınmış “tapusu” bu. “Peh,” diyorum. “İşe yarar bir şeyler alsaydı bari. Ne yapacağız bu yıldızla. 3+1 yıldızım var. Satürn’ü geç, ilk sapaktan sol yap, az ileride. Lakin biraz sapa yerde. Telefon da bağlatamadık daha”. Geyikler uzadıkça uzuyor. Sonra -pek tabii yine Aslı’nın dikkati sayesinde- içinde bir de not buluyoruz. “Yeryüzünde sana alabileceğim bir şey kalmadığı için, gökyüzünden bunu aldım”. (Yok anacıımm, daha vardı alınacak şeyler, ama…) Yıllar yılı hiç merak etmemiştim, nedir ne değildir diye. İyi ki metroda “Neeeaww? Yedi bin ye-te-le mi, dediniz?” diye bir çığlık atmamışım. Evet, dostlar. Buradan yıldızımın satılık olduğunu bildiriyorum. Bayandan, hiç kullanılamamış yıldız. Pırıl pırıl. Üçartıbir. (Sebastian çok ayıp, bi daha öyle üçün bilmemkaçı gibi espriler yaptığını duyarsam ağzına Tabasco sosu sürerim).

Cumartesi de lezzetli başlayarak, lezzetli bitti. Lisani Osmani ekibi olarak üç haftadır heyecanla beklediğimiz Digor kazına kavuştuk. Hocamızın oymak başılığında toplanıp Serkanlara sefer-i hümayun yaptık. (Bu gaza hocamız olduğu içi “sefer-i hümayun”, Vağarşak Bey hazretleri olduğu için de “haçlı seferi” olarak anılacaktır). Tam tamına on üç kişiydik, “lezizetün” bir kazı zor yedik (Bu arada Air France uçaklarında 13 numaralı sıra yok. Kapa parantez, çabuk oğlum, cereyan yapıyor, parantezzz.) Serkan’ın annesinin marifetli elleriyle gözümüzün önünde açıp yaptığı “pişi”lerin arasına koyup yuttuk. Masa başına düşen milli komik 6-7’yi bulduğu için bir yıllık kahkaha ihtiyacımızı karşıladık. Serkan’ın Ömer Amcası bir oturuşta üç kaz yiyormuş ve dolayısıyla çok yemenin indeksi oymuş ailede. Check-up için gittiği Avusturya Hastanesi’nde kan alım işlemi bitince doktorlara (!) dönüp “evladım, donatın şurayı, yok mu yiyecek bir şeyler” demesiyle bir fenomen haline gelen Ömer Amca bundan sonraki rol modelim. Hoca “insan doymaz: yemek biter, diş kırılır”, dedi ve bir bardak rakı bile içti. Geçen hafta İzmir’e gidip bir bardak rakıyla rejimi bozmasına kılıf olacak bir anekdot da anlatıvermişti. Efendim, kurtuluş savaşı akabinde (güzelim Yunanlılara İzmir sularında toplu yüzme dersleri yani, ayemsori, ama komik oldu di mi?) Atatürküm İzmir’de bir meyhaneye oturmuş. “Venizelos buraya geldi mi?”, demiş. “Evet”, demişler. “Yedi mi peki?”. El cevap: “Evet”. “Peki, rakı da içti mi?” “Hayır” cevabını alınca cevapların en güzelini sunmuş Atam: “Eee, madem rakı içmeyecekti neden gelmiş buralara kadar!”

Bütün gece balıklar gibi yedik ve güldük. Ben Serkan’a ebeveyn takası önerisinde bulundum. Kabul etmeyince halının saçaklarına yapışmayı düşündüm. (Ona da önlemini almış, halılarda bir tek saçak koymamış). Vağarşak Bey de bu esnada Hatay’da yediklerini anlatınca güneye de bir sefer-i hümayun düşündük. “Cüppenizi ödünç alabilir miyiz?” dedik, itiraz etmedi. O cüppeyle Hatay’da ne itibar görürüz yemek âlemlerinde! Biz yemiyoruz, cüppe yedirtiyor, anacııım.. Bu yaz bir haftalık mavi yolculuğa çıkıyoruz bütün bu obur sınıf. Hocamız teknemizi ayarlamış. Bana da paraları toplama görevi verdi. Kediye ciğer emanet edilmez, diyerek kendisini uyardım. Artık Ağustos’un son haftası onlara Brezilya’dan mı kart atarım, Arjantin’den mi bilinmez.

Bakıyorum da hafta sonu yemekten gözümü açamamışım. Bugün de noktalı virgülü Anadolu Hisarı’nda bir deniz kıyısı kahvaltısıyla koyduk. İki çiçek bir böcek pek güldük günün erken saatlerinde. Emre güldürdü bizi bol keseden. İlber Hoca’nın III. Selim için kullandığı “part-time padişah” terimine bayıldım. (Gündüzleri padişah, akşamları müzisyen). Bu durumda ben neyim acaba?

Tayfun (Ünlü) mesaj atmış. “Seni öğle yemeğine bekliyoruz”. Hemen sormam gerekti kendisine: “Peki öğle yemeğinin bundan haberi var mı?” Bundan böyle Törkiye’de yaşayacak, dünya tatlısı bir karısı ve yepyeni bir de bebişi var. Bugün garip hislere gark oldum. Hayatımın ilk karnabaharını yediğim masaya oturdum tam 14 yıl sonra. Heidi’nin evini anımsatan o gönül çelen evden yola çıkıp Stuttgart- Kadıköy hattı yapan eşyalar arasında o masa da varmış, ben de 36 yaşımda yeniden oturup roze şarap eşliğinde Tayfun’un elleriyle yaptığı karidesleri hakladım. Düşünüyorum da, ne ballı bir hayat sürmüşüm bunca sene. 22 yaşında sevdiği grubun kitabını yazmak için evlerine misafir olup bir hafta prensesler gibi yaşayan kaç şanslı vardır yeryüzünde acaba? Son yıllarda sık sık görüştüğümüz halde yakınlarda laflayamamıştık. Şarap, kahve derken konu aşka meşke geldi. “İnsanlara neden katlanamıyoruz?” başlıklı panelde Tayfun söz alıp en doğru cümleyi kurdu: “Çünkü biz erkekler çikolatalı sözlerle başlıyoruz işe”. Pek doğru, çikolata da pek çabuk bitip sapı kalıyor insanın elinde. Çocukluğumun renkli jelatinli şemsiye çikolatalarına benziyor. Tayfun ısrarla standartlarımı indirmem gerektiğini söylüyor. Mr. Mutluk Hattı da “kala kala nasıl birine kalacaksın çok merak ediyorum wallahi”, diyordu. Vaziyete buradan bakınca, anacım şimdi kalkıp 3+1 yıldızdan insen inilmez yani…. (Sebastiannnnn, yorumlarını kendine sakla.)

Yani bir hafta sonu daha “Hüzünle geldim, üzüme dönücem… Şişe olur, kova olur / Hafta sonuna “özlem” budur”, sözleriyle süslenmiş bir Malt şarkısı gibi geçti.

Bu şapkadan tavşan çıkmaz. (Çıkarmayınız ve çıkarmaya çalışanları uyarınız.) Çıkarsa da kızartıp yiyiniz. (Bu hafta tarzımız bu)

Ps. Yıldızı 6.500 papele bırakırım. (Güneş sistemi deprem yönetmeliğine uygun, mantolama sistemiyle Satürne karşı izolasyonu sağlanmış, kuzey cepheli (kutup yıldızı),

Jüpiter’e yakın, vicdanım gibi (hiç kullanılmadığından mütevellit) pırıl pırıl daire. (Emlakçıların aramaması rica olunur).

Öptüm, anacım. Bu hafta çok çalışmam lazım.