6 Ağustos 2011

AŞK, MEŞK VE DİĞER UFAK TEFEK FELÂKETLER ÜZERİNE

Burhansal bir replikle başlayarak “olay aslında şiyle olduğ” demek istiyorum. Annemin evinden arabanın terkisine atttığım bavulumu (ben 3+1 bir bavul alsam, apronda yaşasam, cümlemiz kurtulsak) rezil şarkılar eşliğinde eve götürürken şeytan beni dürttü ve kendimi yıllar önce bana unutulmaz bir fal bakan zatın mekanında buldum. Yüzüğün geleceği tarihi bile söylemişti. (Evet, ben o yüzüğü alıp kaçmıştım, bu devirde kötü olacaksın anacımmm. Ama akılsız hak etmişti.) Kız ayrılmış. Başka bir delikanlı tarot kartlarını çıkardı. (Bu aralar nedir benim bu astromanyak halim? Tedavi olacağım). “Ben tarota inanmam” , dedim. (Sen cümle olmayacak şeye inan, tarota inanma). Delikanlı hiç oralı olmadı ve kartları açmaya başladı. Daha ilk kartla dumur-u kebire uğrattı beni. Hikâyenin tarot ötesi bir şey olduğunu hemen anladım. İsim isim, tarih tarih anlattı her şeyi. (En çok isim söylemesinden etkileniyorum). Bu durum bana uzun zamandır doğal geliyor, wa-lakin bu sefer daha bir şaşkındım... Karakter analizlerinden göz rengine, insanların bana dair planlarına, dosta düşmana, yapılan hareketlerin arka planlarına dair öyle bir harita çıkardı ki, bir an orada düşmek istedim.
     Hal böyle olunca ortaokul arkadaşım Tuğba da şaşırsın istedim. Onu kolundan tutup mekâna götürdüm. Delikanlı hiç tutturamamış. Tuğba da benim falın tutmasını hayli bilimsel bir şekilde açıkladı: “baktı kızıl saçlı bir buram buram, alev alev aşk kadını, attı bol keseden, tuttu tabii”. (Olay aslında iyle olmadığğ). Tuğba’yı ikna edemedim. Tırım tırım eve gittik, kendimizi devasa bir levreğe verdik.
       Hikâye tam bu esnada başladı. Tuğba’nın çiçek deryası balkonunda aşktan, meşkten ve diğer bünyeye zarar hissiyattan bahsederken bana bir “bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacıımmm” durumu hasıl oldu. (Patenti Mr. Mutluluk Hattı’na aittir. Açıkça ve korkusuzca çalınmış, telif hakkı da verilmemiştir) Tuğba bütün suçun masallarda olduğunu iddia etti. Çocukken dinlediğimiz masallara kanıp ömür boyu bekliyoruz. O, kızı Amber’e beyaz atlı prensi masalını anlatmamış, ama çevre kötü bir kere... (Çocuğun kulağına fısıldayıvermişler... ) Kurbağa prens ve türevleri.. Kaldırın ulan bu masalları çocukluk müfredatımızdan!
      Ana dün gönderdiği mail’inde aşk için “enfermedad transitoria” (geçici hastalık) tabirini kullanmış. Halil İnalcık hocam geçen hafta Tagor’a göre aşkın bir “kaçma ve kovalama oyunu” olduğunu söyledi. Bu aralar olaya tepeden bakıyor, anlamaya çalışıyoruz (Bu aralar derken, son 37 yıldır demek istedim). Tuğba  “could have been”lerden bahsetti. Varılan sonuç: aşk hayatımızın ana arteri ve ana arteri aşk olmayan erkeklere asla yüz vermeyeceğiz ve roller karışmayacak. Gece boyunca dinlediğimiz 80’lerin nefasetlerinden sonra (başta Cyndy Lauper) Bora Duran nam duygulu bir kardeşimizin şarkı sözlerine şaşakaldık ve “işte ben de bundan istiyorum” dedik. Şarkıyı Mahzun’dan biliyorduk –hatalı işlem- ama orijinali hakikatliymiş. “Vatanım senin yanın, ben de senin kölenim.” Sen, ayrıl bakiiim kenara. (Ayrılmam).
      Hikâyemiz -arkeolojik kazılar sonrasında- çocukluk aşklarımıza dek inince (mağmaya yani)  Tuğba’nın sıra arkadaşı, benim de çocukluk aşkım, dünyanın en komik ve zeki insanı sıralamasında galakside rekorlar kıran Cenk’i hatırlamadan edemedik. Hatırlamakla kalmadık face’den yakaladığımız aşk hayatını da kötüye kullanıp “Yasemin’i de alıp geliyoruz” dedik. Ama gelen Cenk oldu.  Yarım saat sonra bizi kapıdan aldı. Dışarıdan bakılınca her hali değişen Cenk’in, arabaya bindiğimizde bizim saatler önce başlayan neşe enflasyonu halimizi görünce kurduğu ilk cümle onun hiç değişmediğini gösterdi, ‘merhaba’dan önce ne dese beğenirsiniz?  “Neşeli ol ki genç kalasın”. İkinci cümlesi ise onu 6 yıl boyunca o çocuk aklımla kimseciklere söylemeden neden sevdiğimi hatırlattı bana:  Sesinin çok değiştiğini iddia ettiği Tuğba’ya dönüp “Seni kim seslendiriyor?” !!!  
     Cenk bizi Tuğba’nın tabiriyle “evi sandığı” Ataköy sahilindeki Sheraton’a götürdü. Devasa koltuklara gömülüp arkeolojik hatıra kazısı yapmaya başladık. Ama ortamda ben, Tuğba ve Cenk olunca kahkaha hiç bitmedi. Cenk için “aynı ses, aynı tat diyen” Tuğba’nın gözlerinden yaş geldi, benim başıma geleni de alıştıra alıştıra anlatayım da rezalet ibresini aşağı çekeyim bari. Nasıl bir gürültü yaptıysak artık Cenk bile “teker teker gelseydiniz baş ederdim, ama aynı anda ikinizle birden savaşamıyorum” demek zorunda kaldı. Bloğumu okuyormuş. Bana da dönüp “o kadar lafı nereden buluyorsun kız?” diye sordu. (Bu arada eski İspanyol sevgilim bile çeviri yoluyla bloğumu okuyormuş. Şaşkınlık hali! Benden selam söyleyeyim tüm eski aşklarıma bari. ) “Ben hoca sınıftayken perde arkasında sigara içmiş insan evladıyım” diyerek bir de sigara yaktı korkusuzca. (Evde ya nasılsa, garsonu da kafalamış.)
    Ona sportmen spor salonu kızları olarak pazularımızı gösterdik. “Nasılız?” deyince aldık cevabı: “Arkadan liselik, önden müzelik!” Gecemizin düğüm noktası eski şarkılar kısmına gelince başladı. Cenk artık “sizi bilmem, ama ben artık Dede Efendi dinliyorum. O derece yani?” dedi. Ben de bu arada ona küçük bir geçmiş testi yapıp ilk (ve son) olarak dans ettiğimiz şarkıyı sordum. Hayli terledi zavallı. Sonra da “smooth criminal” sandı. Kırmızı ışıklar yandı. Dıtt dııttt... Öyle bir şarkıda romantizma yapmış olamayacağımızı idrak edemeden biz cevabı verdik. “Eternal flame”. Olay  -aslında- şöyle gelişti: (İbret-i âlem olsun diye anlatıyorum, bir TC erkeğine aşık olma arifesindeyseniz sekiz kere daha düşünün derim.)
     Cenk telefondan hemen “Eternal flame”i /(Bangles) bulur. Biz Tuğba’yla (hâlâ bünyede romantizma kırıntısı kaldığından mütevellit) koltuğa gömülüp ezbere bildiğimiz için şarkıya eşlik ederiz. Loş ortam, 22 yıl öncesine dönmüşüz, iki kız romantik olmuşuz gereksiz yere. Şarkının ikinci mısraında Cenk’ten bir ses (o esnada cepten şarkının klibini izlemektedir) : “Bu kızlar üç tane miydi? (Bangles’tan bahsediyor. -Hayır anacım, dört adet onlar.) İstifimizi bozmadan şarkıya kapılmış gidiyoruz... “..or am I dreaming? Is this burning an eternal flame?” tra-la-la... Ve işte tam o anda: “Ya Özlem, bana okuldan bir diploma ayarlasana!” (Amerika’daki üniversiteden “ben muhasebi olmıyyycam” diyerek kaçıp sonra da pişman olduğu ön bilgisini verelim). Hah, aldınız siz cevabı. Bir TC erkeğinin  geçmişte de kalsa romantizmadan anladığı budur kızlar! Ben şarkının en romantik yerinde bunu duyunca “tam anlamıyla” altıma ettim. Uzun süredir süren kahkaha komasının böyle sonuçlanacağından şüphelenmemiş değildim. Öyle olsun da istemezdim. Ama çok çaresizdim.  Korkarım Cenk’i de almayacaklar artık oraya.
    İşte Türk erkeğinin trajik durumunu anlatan bir diyalog daha.
(Bendeniz) : Cenk ya, sizin eskiden Silivri’de mi nerede bir yerde yazlığınız vardı. Giderdiniz yazın.
(Tuğba): Ah, canım... Kızım, bak neler neler hatırlıyor, canım ya....
(Cenk): Ha, biraz masrafı var, restore edip kiraya vericezzz biz orayııı...
YORUM: BUDUR!

    Konu “eternal flame”den açılınca Cenk bir bomba daha patlatmadan duramadı. Bu şarkıyı çok seven bir arkadaşı kaza geçirip bitkisel hayata girmiş. Hal böyle olunca hesap da şarkıya kesildi tabii. Şunu duymalısınız: “Arkadaş bitkisel hayata girdi, ben de evde kaldım”. (Benim onca zaman ettiğim bedduadan evde kaldığından haberi dün oldu zavallının. Hemen bedduayı kaldırıp etkisiz hale getirdim. Kısmeti açılsın artık. Çilesini doldurdu. Ben de nikah şahidi olacağım.) Bizim çılgın gençler G-Max’e binince o eğlenceli hallerini bir CD şeklinde vermişler çıkarken. Biz de dün gece birisinin bizi kaydedip bunu bize çıkarken CD halinde vermiş olmasını çokkk ama çokk isterdik. Yüzyılın sit-down show’u olurdu. ( Ya bir dakika ya, ben de severdim o şarkıyı, şimdi anladım durumu galiba.....)
       Sene 1989. Geçen yüzyıl. Moda Koleji’nden, Kültür Koleji’ne transfer olmuşum. Sınıfa yeni gelmişim. “Çıkma teklifi” tabir edilen, yüzyılın faciası sayılacak utanç kaynağı bir ilişkiye başlama şekli mevcut memlekette (Bizim nesil bilir). Cenk bana çıkma teklif etmiş. Ben de gülüp geçmişim. Aradan iki hafta geçmiş, ben kıpır kıpır... Durduk yere aşık oluvermişim.  Halimi görenler gidip ona “Bir daha teklif et, kabul edecek” diyorlar. Cenk karakter bir abimiz. İnat ve racon yerinde. Ölür ama geri dönmez. Cenk’in bu inadı yüzünden hiç kavuşamadık. Uzaktan baktık. Tek kelime konuşmadık. Ben onun saniye başında yaptığı, sınıfı darma duman eden esprilere gülmemek için aylarca, yıllarca kendimi kastım. (Onları gizli gizli not deflerinde topladım, sıranın altında gizlice gülme teknikleri geliştirdim).  Onu bütün çocukluğum boyunca bir gün bile sevmekten vazgeçmedim. (O zamanlar salak bir yapım varmış, sonradan akıllandım tabii.) Yıllar sonra görüştük, o günleri andık Cenk’le. 80’lerin müziklerini çalan Cool’da dans ettik, eğlendik. Ona kahve bile yapmışım 95’te balkonda, unutamadığı bir anmış (Ben de onu hatırlamayarak “eternal flame”in intikamını almış oldum. Hatırla oni, hatırla oni). Hayatımın en büyük dersidir Cenk. Hayattan istemsizce aldığım boktan seçmeli derslerin en sağlamıdır: “Herşeyin vakti şimdidir”. (Yarın değil). Bugün istediğin şeyi yarına bırakma, yarın çok geç olabilir. (İş konusunda hâlâ o en sevdiğim Hint atasözüne kulak veriyorum, o başka: “Bugünün işini yarına bırak, yarın yapman gerekmeyebilir”.) Ama aşk beklemezmiş.

    Bu haftanın diğer takdire şayan diyalogları:

    Yunanca-Portekizce-Arapça yoldaşım, canparem Eyüpçüğüme halet-i ruhiyemi anlatan bir cümle kurduğumda aldığım cevap:
-Bu bir İbrahim Tatlıses şarkısı be! (Tuğba boşuna demiyor son zamanlarda “Arabesk Kraliçesi olacakmışsın sen” diye..)

  Eyüp’e açıldığım başka bir duygusal durum karşısında:

“Hemen spor salonuna git. Bel, bacak, kalça çalış. Beslenmene de dikkat et” . !?

       Harika birkaç gün geçirdik geçen hafta. Turgutreis’te adı üzerinde bir kütüphane kurmak için Burak ve Batuhan’la Bodrum yollarını tuttuk. Çok iyi iş çıkardık, yıllar sonra “bir kopyası da Turgutreis’te var” denecek kitaplar bulduk. Sonra da çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük. Gün batımında denize girdik, yaş ortalaması 280 olan Polski ve Kazakların şaşkın bakışları önünde çocuk kaydıraklarında kaydık, gece sahilde Patxaran’ımızı içtik, çatlayana kadar sohbet ettik (7 saatlik rekorumuzu henüz kıramadık), kayalara çıkıp Yiğit Özgür’ü andık bol bol (bir tek kardeşimle oluyor sanıyordum, tek kelime söyleyip hikâyeyi hatırlayarak fazla kelime ziyan etmeden kahkaha komasına girme hali), nezaketi ve tatlılığıyla yılın erkeği seçtiğimiz Tarık Bey’in tekne sürprizinin tadını çıkardık. (Onu rol modeli seçtik). Tarık Bey’in sürprizleri bitmedi. Mandalina bahçesinde enfes bir akşam geçirdik. Ramazan arifesinde şenlendik, rakılandık, biralandık... Gecenin sürprizi kemancıdan en sevdiğim şarkının gelmesi oldu: “Gülü susuz seni aşksız bırakmam”. 30 Temmuz’da Koç burcuna çarpması beklenen Venüs ve yeniayı bekledik. Şişko bir Polski çarpmadığı için dua ettik. (Yeniayı görmedik, ama az kalsın göbekli ayı görüyorduk, ucuz atlattık.) Buruşana dek yüzdük, gölde ayrı, güneşte ayrı -tembel tembel- yattık, uğur taşları topladık.  Enfesti.

Haftanın monoloğu:

  Yan koltukta giden annem (ben onu direksiyonda tercih ediyorum, diğer bahtsız taşıtlarla kavga ederken sıra bana gelmiyor) radyoda çalan Serdar Ortaç şarkısı üzerine (“Görsem de sevemiyorum, artık anla, ben aşık olamıyorum”) annemin Serdar’la monoloğu:
-Gelmişsin kırk yaşına, evladım. Ne aşkı? Bundan sonra bulacaksın birini, yaşayacaksın, hayat kuracaksın, aşkı unut.

     Yüzyılın monoloğu değil mi? Biz diyoruz Ortadoğu ve Balkanların en büyük aşkı, valide su koyuyor... Anne, duyamıyorum, tünele girdim ben şu an, efendiiiim?? Çekmiyor...