24 Temmuz 2011

“BAKARSIN UMDUĞUNDAN İYİ GEÇER YAZ”

Bu haftanın yaza dair favori anları:



-Erol’un balkonundaki koltuktan ayaklarımı aşağı sarkıtıp kiraz yemek, doğaya dönsün diye çekirdekleri aşağı atmak, deniz kokusu.

-Caferciğim’le Kınalı’da denize sıfıra şezlonglarda İsveç hükümetinin kuşa baktığı bir anda buz gibi bir Efes götürmek.

-Çok sevdiğim bir arkadaşımla kuaförde çalan bir yasak aşk şarkısı üzerine aynada göz göze gelip kahkahayı basmak: “Kalplerimiz patlayacak, ama şimdi susmalıyız”. (Falcım bana yakın zamanda (üç vakte kadar) yasak ama uzuuuun ve sıradışı bir aşk layık gördü de. Şimdilik faili meçhul. Sabırla intizar hali.)

-Favori Macar Osmanlı tarihçim Gabor Agoston’la üç yıl sonra buluşup neşe bazında açığı kapatmak. Çok özlemişim onu. (Daha geçenlerde anmıştık onu. Sevgili okur hatırlarsa, Budapeşte’de kilisede beni günah kabini önünde bırakıp “haftaya Pazar işin ancak biter” demişti.

-Vağarşak Bey’in sahile getirdiği çantasından “Hanımefendi siz şarapçıydınız, değil mi?” diyerek enfes bir sürpriz çıkarması: Binlerce kilometre yapıp gelmiş ahşap oyma bir şarap şişesi ayağı.



     Cafer’le Kilyos’taki kum zambaklarıyla Kınalıada’daki bisiklet arasında gidip gelmenin sonucunda kendimizi ada sahillerinde bulduk. Adada yine ancak ve ancak benim başıma gelebilecek türden bir vaka cereyan etti. Markette sırada önümde hazretleri Vağarşak Bey’in annesi ve babası vardı! Gözlerime inanamayınca durumu kulaklarımla onaylamak istedim. “Siz Vağarşak Bey’in annesi ve babası mısınız?” Cevabın lezzetinin de onaylandığı üzere: “Sanırım öyleyiz.” Hemen telefona sarıldık. Vağarşak Bey kendisini sahile getirerek asıl sürprizi yaptı.

     Güneş paneli gibi yanmışım. Geçen sene Roma sahilinde sadece 15 dakika girebilmiştik denize.  Bu sene türlü kimyasallarla beni sudan ayrıştırmak zorunda kalacak halkım. Siftahı yaptık. (Siftah, Arapça “feth”, yani açmaktan geliyor. Kapa parantez.) Malak gibi güneş altında yatmanın sözlüğümden bile çıkmak üzere olduğunu fark ettim. (Cümlede kullan deseler, zorlanırım, o derece.) Doçentlik yan gelip yatma yeri değil, biliyoruz, ama bu yaz böyle. Yengeç kıvamına gelince çay bahçesinde mutlu mutlu kitabını okuyan Vağarşak Bey’in yanına naklimizi istedik. Sonra da ver elini bisiklet. İlk beş dakika hayli zor geçti, sonrasını bir Cafer bilir, bir Tanrı.

     Caferciğim İsveç diyetimde bugün havuç olduğunu görüp denize havuç getirmiş. Mervecik ve bana iki de el yapımı uğurböcekli enfes aynalı kalem kutusu! (Çalışırken ara sıra aynaya bakayım, insanlıktan çıkmayayım diye, sanırım) Yok, yok. Bu Cafer’den daha çok daha çok lazım memlekete. Bugün anlaşma yaptık kendisiyle. Üç vakte kadar çıkacak olan sevgiliyi ona talime göndereceğim. Nezaket, incelik, beklemeyi öğrenme ve diğer envai erdem öğretecek ona. Hem de beleşe. Romantizma giriş ve çıkamayış, inşaalllllaahh…

     Pinpirikli bir babam olduğu için pek tabii çocukluğumda üçtekerden az bisiklete binmedim. (Karizma çökeli yüzyıl olmuş meğer).  Hayatımda sadece üç yerde bindim velespite. Şarköy’de bağlar arasında, İspanya’nın kuzeyinde yemyeşil Austrias bölgesinin şehirlerarası yollarında (İspanya için tehlikeyi düşünebiliyor musunuz?) ve geçen sene Büyükada’da. Pek eğlenceli bir başlangıçtı. (Benim ve ada halkı için tabii, yoksa bana yardım için ter döken ex için hiç de heyecan söz konusu değildi.) Zavallım beni iki teker üstüne oturtana kadar ne kadar koşturup ter döktüyse artık, oradan geçmekte olan iki Rum teyzenin kendi aralarındaki yorumu bizi yerle yeksan etmişti: “Çocuk çok âşık canım”. (Bu durumda daha ziyade çok çaresiz desek?) Bu esnada camdan bakan bir teyze de bana “olmayacak bu iş” demişti. Bu iş olmuştu ve biz yokuşlardan uçup gitmiştik. Dönerken de teyzenin penceresi önünden geçip bizim kitabımızda “olmayacak” iş olmadığını göstermiştik. Aradan koca bir yıl geçti tabii. Hal böyle olunca durum ilk beş dakika bizi izleyen Vağarşak Bey için bu yaz mavi yolculukta defalarca anlatılacak bir hikâye haline geldi. (Kaybedilen tavla müsabakalarının acı intikamı). Neyse, köşeyi bisiklet üzerinde dönüp kesintisiz yolculuğa geçtik. Public danger!

    Bisiklet deyince, bu sene başında yaptığım liste geldi aklıma. Bakalım durum ne?



-Saçlarımı Rapunzel gibi uzatacağım. (Lâkin kaleden aşağı uzatmaya niyetim yok. Toplayacağım hepsini tepeme, kımıldamayacağım, oturduğum yerden seveceğim. Erkekler rollerini unuttular anacımmm. Erkek dediğin dişiyle tırnağıyla tırmanır o kaleden seviyorsa. Yok saç maç, tepeme dolayacağım ben o saçı.)

Yorum: Saçlar uzuyor ve hâlâ tepemde.

-Buzuki alacağım, Yunan ellerinde masalara çıkıp çalacağım.

Yorum: Tam olarak buzuki değildir aslında o, bknz. Yiğit Özgür. Evet, senenin bitmesine az kaldı, bir şans daha.

-Bülbül gibi Arapça konuşacağım, Amr Diab, Faudel, Cheb Mami, Khaled ve Tamer’in şarkılarını şuursuz kalana dek söyleceğim.

Yorum: Bülbül gibi Arapça konuşuyorum, ama dut yemiş bülbül gibi. Yani, mevcut durumda sadece derdimi anlatabiliyorum, Elyevm rekebne fil derracati, (bugün bisiklete bindim). Cafer’in derdini de anlatabilir miyim acaba, bir bakayım? Sanmıyorum.

-En sevdiklerimle mavi yolculuğa çıkacağım, buruşana kadar yüzüp, taksiciye (senaryoya göre kaptana) beş euro verene kadar içeceğim, teknenin kenarında köşesinde döne döne uyuyacağım ay ışığı altında.

Yorum: Şafak 30.

-Yaz gelince pılımı pırtımı toplayıp Ana’ya gideceğim, bahçede yayılıp örgü öreceğim, sempatik komşularıyla seramik yapacağım, çit boyayacağım, Simancas arşivine demir atacağım, dağ köylerine çıkıp köy barlarında ev şarapları içeceğim.

 Yorum: Buna da bir Deep Purple şarkısıyla cevap verelim (Anyone’s daughter) “Yes, I did. It was nice.”



-Ölmeden önce sakalına kurban olmak için Fidel’in memleketine gideceğim.

Yorum:  Fidel’e fidel olmuşum ben. Hatta ve hatta  High Fidelity kıvamındayım.

-Adolfo’nun (Harry Potter’ın İspanyolca tercümanı) yeni evini de camping ortamı yapacağım. O koskoca havuzu ve palmiye ağaçlarını bırakmam ona. Hem de Denia’da! Oturup Sultan’ın Mutfağı’nı birlikte çevirme teklifini kabul ediyorum, ediyorum, ettim… Adolfo’ya ve sevgilisine yemekler yapıp, cümlesini mutfaktan soğutacağım. (Şekil II, Adolfo'nun lezzetli sofralarından birinin girizgâhı. Ekmekler Adolfo'nun eseri. Sırasıyla: Ana, Adolfo, Beatriz, Robert)

Yorum: Bknz Selçuk Erdem, kaplumbağa karikatürü. Olamadım, olamadım.



-Bisiklete bineceğim. Bu konuda daha becerikli olacağım. Ada sahillerinde korku salacağım. Yorum: En iyi bunu icra etmişim, -yani korku salma kısmını-.

-İş damarlarımdan zararsız bir ikisini aldıracağım. Hedonizm ilmine giriş-I dersleri alacağım. Yorum: Buna da bir minibüs yazısıyla cevaplayalım: “O iş tamam.”

-Babamın annemle barışmasını geciktirmek için var gücümle savaşacağım. (Sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayan, ütü yapan, yemek pişiren, üstelik ortalığı dağıtmayan bir babanız olsa siz de öyle yapardınız.)

Yorum: Babam bir haftadır bende. Dün barbunya, bugün enginar.

-Bu sene favori fiilim Yunanca’dan gelecek. “Tembeliazo”. (Anladınız siz onu)

Yani: Az zamanda çok işler başarmışsın, kızım kereviz… Şimdi gidip tembellik fiiline devam.
     Haftanın sözü Erol’dan. Ona kirazlar eşliğinde, nalları dikip hayatıma dair komik hikâyelerden çok nadiren anlattığım birini anlatınca dayanamadı: “Sen kaçıncı dereceden çatlaksın?” El-cevap: 4. Ben küçükken de çatlaktım. Bir gram akıllanmadım. Hande’nin dediği gibi, fabrika çıkışımız bu.

   Şu Sezen’e kılım, ama dayanamıyorum anacııım, dinlemeden de olmuyooo… Özümcüğüm bizim için bir şarkı seçmiş, sonra bir baktım ki, beni anlatıyor tepeden tırnağa!Olmazsa toplarım tası tarağı / Gider yerleşirim Bolluca'ya”… Dinleyin, seveceksiniz….Ah felek yordun beni!

     Ben Ankara’ya Halil Hocam’ın yanına gidiyorum. Özleyin beni anacııımm…