24 Temmuz 2011

“BAKARSIN UMDUĞUNDAN İYİ GEÇER YAZ”

Bu haftanın yaza dair favori anları:



-Erol’un balkonundaki koltuktan ayaklarımı aşağı sarkıtıp kiraz yemek, doğaya dönsün diye çekirdekleri aşağı atmak, deniz kokusu.

-Caferciğim’le Kınalı’da denize sıfıra şezlonglarda İsveç hükümetinin kuşa baktığı bir anda buz gibi bir Efes götürmek.

-Çok sevdiğim bir arkadaşımla kuaförde çalan bir yasak aşk şarkısı üzerine aynada göz göze gelip kahkahayı basmak: “Kalplerimiz patlayacak, ama şimdi susmalıyız”. (Falcım bana yakın zamanda (üç vakte kadar) yasak ama uzuuuun ve sıradışı bir aşk layık gördü de. Şimdilik faili meçhul. Sabırla intizar hali.)

-Favori Macar Osmanlı tarihçim Gabor Agoston’la üç yıl sonra buluşup neşe bazında açığı kapatmak. Çok özlemişim onu. (Daha geçenlerde anmıştık onu. Sevgili okur hatırlarsa, Budapeşte’de kilisede beni günah kabini önünde bırakıp “haftaya Pazar işin ancak biter” demişti.

-Vağarşak Bey’in sahile getirdiği çantasından “Hanımefendi siz şarapçıydınız, değil mi?” diyerek enfes bir sürpriz çıkarması: Binlerce kilometre yapıp gelmiş ahşap oyma bir şarap şişesi ayağı.



     Cafer’le Kilyos’taki kum zambaklarıyla Kınalıada’daki bisiklet arasında gidip gelmenin sonucunda kendimizi ada sahillerinde bulduk. Adada yine ancak ve ancak benim başıma gelebilecek türden bir vaka cereyan etti. Markette sırada önümde hazretleri Vağarşak Bey’in annesi ve babası vardı! Gözlerime inanamayınca durumu kulaklarımla onaylamak istedim. “Siz Vağarşak Bey’in annesi ve babası mısınız?” Cevabın lezzetinin de onaylandığı üzere: “Sanırım öyleyiz.” Hemen telefona sarıldık. Vağarşak Bey kendisini sahile getirerek asıl sürprizi yaptı.

     Güneş paneli gibi yanmışım. Geçen sene Roma sahilinde sadece 15 dakika girebilmiştik denize.  Bu sene türlü kimyasallarla beni sudan ayrıştırmak zorunda kalacak halkım. Siftahı yaptık. (Siftah, Arapça “feth”, yani açmaktan geliyor. Kapa parantez.) Malak gibi güneş altında yatmanın sözlüğümden bile çıkmak üzere olduğunu fark ettim. (Cümlede kullan deseler, zorlanırım, o derece.) Doçentlik yan gelip yatma yeri değil, biliyoruz, ama bu yaz böyle. Yengeç kıvamına gelince çay bahçesinde mutlu mutlu kitabını okuyan Vağarşak Bey’in yanına naklimizi istedik. Sonra da ver elini bisiklet. İlk beş dakika hayli zor geçti, sonrasını bir Cafer bilir, bir Tanrı.

     Caferciğim İsveç diyetimde bugün havuç olduğunu görüp denize havuç getirmiş. Mervecik ve bana iki de el yapımı uğurböcekli enfes aynalı kalem kutusu! (Çalışırken ara sıra aynaya bakayım, insanlıktan çıkmayayım diye, sanırım) Yok, yok. Bu Cafer’den daha çok daha çok lazım memlekete. Bugün anlaşma yaptık kendisiyle. Üç vakte kadar çıkacak olan sevgiliyi ona talime göndereceğim. Nezaket, incelik, beklemeyi öğrenme ve diğer envai erdem öğretecek ona. Hem de beleşe. Romantizma giriş ve çıkamayış, inşaalllllaahh…

     Pinpirikli bir babam olduğu için pek tabii çocukluğumda üçtekerden az bisiklete binmedim. (Karizma çökeli yüzyıl olmuş meğer).  Hayatımda sadece üç yerde bindim velespite. Şarköy’de bağlar arasında, İspanya’nın kuzeyinde yemyeşil Austrias bölgesinin şehirlerarası yollarında (İspanya için tehlikeyi düşünebiliyor musunuz?) ve geçen sene Büyükada’da. Pek eğlenceli bir başlangıçtı. (Benim ve ada halkı için tabii, yoksa bana yardım için ter döken ex için hiç de heyecan söz konusu değildi.) Zavallım beni iki teker üstüne oturtana kadar ne kadar koşturup ter döktüyse artık, oradan geçmekte olan iki Rum teyzenin kendi aralarındaki yorumu bizi yerle yeksan etmişti: “Çocuk çok âşık canım”. (Bu durumda daha ziyade çok çaresiz desek?) Bu esnada camdan bakan bir teyze de bana “olmayacak bu iş” demişti. Bu iş olmuştu ve biz yokuşlardan uçup gitmiştik. Dönerken de teyzenin penceresi önünden geçip bizim kitabımızda “olmayacak” iş olmadığını göstermiştik. Aradan koca bir yıl geçti tabii. Hal böyle olunca durum ilk beş dakika bizi izleyen Vağarşak Bey için bu yaz mavi yolculukta defalarca anlatılacak bir hikâye haline geldi. (Kaybedilen tavla müsabakalarının acı intikamı). Neyse, köşeyi bisiklet üzerinde dönüp kesintisiz yolculuğa geçtik. Public danger!

    Bisiklet deyince, bu sene başında yaptığım liste geldi aklıma. Bakalım durum ne?



-Saçlarımı Rapunzel gibi uzatacağım. (Lâkin kaleden aşağı uzatmaya niyetim yok. Toplayacağım hepsini tepeme, kımıldamayacağım, oturduğum yerden seveceğim. Erkekler rollerini unuttular anacımmm. Erkek dediğin dişiyle tırnağıyla tırmanır o kaleden seviyorsa. Yok saç maç, tepeme dolayacağım ben o saçı.)

Yorum: Saçlar uzuyor ve hâlâ tepemde.

-Buzuki alacağım, Yunan ellerinde masalara çıkıp çalacağım.

Yorum: Tam olarak buzuki değildir aslında o, bknz. Yiğit Özgür. Evet, senenin bitmesine az kaldı, bir şans daha.

-Bülbül gibi Arapça konuşacağım, Amr Diab, Faudel, Cheb Mami, Khaled ve Tamer’in şarkılarını şuursuz kalana dek söyleceğim.

Yorum: Bülbül gibi Arapça konuşuyorum, ama dut yemiş bülbül gibi. Yani, mevcut durumda sadece derdimi anlatabiliyorum, Elyevm rekebne fil derracati, (bugün bisiklete bindim). Cafer’in derdini de anlatabilir miyim acaba, bir bakayım? Sanmıyorum.

-En sevdiklerimle mavi yolculuğa çıkacağım, buruşana kadar yüzüp, taksiciye (senaryoya göre kaptana) beş euro verene kadar içeceğim, teknenin kenarında köşesinde döne döne uyuyacağım ay ışığı altında.

Yorum: Şafak 30.

-Yaz gelince pılımı pırtımı toplayıp Ana’ya gideceğim, bahçede yayılıp örgü öreceğim, sempatik komşularıyla seramik yapacağım, çit boyayacağım, Simancas arşivine demir atacağım, dağ köylerine çıkıp köy barlarında ev şarapları içeceğim.

 Yorum: Buna da bir Deep Purple şarkısıyla cevap verelim (Anyone’s daughter) “Yes, I did. It was nice.”



-Ölmeden önce sakalına kurban olmak için Fidel’in memleketine gideceğim.

Yorum:  Fidel’e fidel olmuşum ben. Hatta ve hatta  High Fidelity kıvamındayım.

-Adolfo’nun (Harry Potter’ın İspanyolca tercümanı) yeni evini de camping ortamı yapacağım. O koskoca havuzu ve palmiye ağaçlarını bırakmam ona. Hem de Denia’da! Oturup Sultan’ın Mutfağı’nı birlikte çevirme teklifini kabul ediyorum, ediyorum, ettim… Adolfo’ya ve sevgilisine yemekler yapıp, cümlesini mutfaktan soğutacağım. (Şekil II, Adolfo'nun lezzetli sofralarından birinin girizgâhı. Ekmekler Adolfo'nun eseri. Sırasıyla: Ana, Adolfo, Beatriz, Robert)

Yorum: Bknz Selçuk Erdem, kaplumbağa karikatürü. Olamadım, olamadım.



-Bisiklete bineceğim. Bu konuda daha becerikli olacağım. Ada sahillerinde korku salacağım. Yorum: En iyi bunu icra etmişim, -yani korku salma kısmını-.

-İş damarlarımdan zararsız bir ikisini aldıracağım. Hedonizm ilmine giriş-I dersleri alacağım. Yorum: Buna da bir minibüs yazısıyla cevaplayalım: “O iş tamam.”

-Babamın annemle barışmasını geciktirmek için var gücümle savaşacağım. (Sabah 7.30’da kahvaltı hazırlayan, ütü yapan, yemek pişiren, üstelik ortalığı dağıtmayan bir babanız olsa siz de öyle yapardınız.)

Yorum: Babam bir haftadır bende. Dün barbunya, bugün enginar.

-Bu sene favori fiilim Yunanca’dan gelecek. “Tembeliazo”. (Anladınız siz onu)

Yani: Az zamanda çok işler başarmışsın, kızım kereviz… Şimdi gidip tembellik fiiline devam.
     Haftanın sözü Erol’dan. Ona kirazlar eşliğinde, nalları dikip hayatıma dair komik hikâyelerden çok nadiren anlattığım birini anlatınca dayanamadı: “Sen kaçıncı dereceden çatlaksın?” El-cevap: 4. Ben küçükken de çatlaktım. Bir gram akıllanmadım. Hande’nin dediği gibi, fabrika çıkışımız bu.

   Şu Sezen’e kılım, ama dayanamıyorum anacııım, dinlemeden de olmuyooo… Özümcüğüm bizim için bir şarkı seçmiş, sonra bir baktım ki, beni anlatıyor tepeden tırnağa!Olmazsa toplarım tası tarağı / Gider yerleşirim Bolluca'ya”… Dinleyin, seveceksiniz….Ah felek yordun beni!

     Ben Ankara’ya Halil Hocam’ın yanına gidiyorum. Özleyin beni anacııımm…

22 Temmuz 2011

BEST BEFORE 40 (PREFERENTEMENTE ANTES DE LOS 40) !

     Beylerbeyi’nde doğan fazla uzaklaşamıyor, anacıım. Dolayısıyla tüm ilkokul arkadaşlarımla hâlâ pastanede, vapurda, markette karşılaşıp ayaküstü laflama lüksüne sahibim. Dün akşam İsveç diyeti ve ağır spor salonu aktivitesi sonrasında İsveç hükümetinin bana layık gördüğü 100 gr. ıspanakla eve dönerken ilkokul arkadaşım Burak’ın renkli kitapçı-kafesine uğradım neşem yerine gelsin diye. Fazlasıyla geldi. Benden önce başka tarihçi bir arkadaşı uğramış, benden bahsetmişler, tesadüf bu. “Ankara’daki gençler seni konuşuyormuş”, dedi. “Ne vesile ile?” dedim. “Ben de öyle sordum, ‘bizim kız delidir, o vesile ile mi?’ dedim, hayır dedi”, dedi Burak. Tabii, deli gibi çalışıyorum, takdir edilesim olmasa da, olursa da yan cebime alabilirim… Dünyanın dört bir yanından bavul bavul, renk renk desen desen dillerde kitap getiriyor, iz sürüyorum. Takdir edildim sandım bir an.  Sonra söyledi “ne vesile” ile olduğunu. “Güzelliğini konuşuyorlarmış”, dedi. İçimden dedim ki, “Kızım, kereviz. Doğru yoldasın galiba. İlim dediğin şeyden şimdiye dek ne fayda gördün?”

    Yeryüzünde en sevdiğim adaya 4. defa gideceğim Eylül sonu: Sardinya. İtalyan Tübitak’ı (Yıllar önce bir milletvekili Avusturya TRT’si demişti, ona gönderme yaptım çaktırmadan) beni doktora öğrencilerine derse davet etti. Hem de Ana ile birlikte. Ada buna henüz hazır değil. (Ben hiç değilim). Eski sevgilim Sardinya’da belediye başkanı olmuş! Avusturya’da geçen haftanın geyiği idi: “Bir aylık da olsa protokol icabı çıkabilir miyiz, acaba Özlem Hanım?” teklifleri! Genelde belediyede değil, akıl hastanesinde son buluyorlar, anacııım… Benden söylemesi. Sana belediye baksın, dedikleri bu galiba. (Mümkünse artık bana bakmasın!)

     Ottakringer nam enfes bir bira ile tanıştım. Edelweiser’den sonra favorim oldu. Avusturya’nın envai çeşit bira dolu süpermarket stantlarını özledim. Yemek aralarında abuk sabuk şeyler alıp, bankta bira eşliğinde tıkınmayı özledim. Avusturya’ya kesin dönüş yapacağım galiba.

    İspanya’da her gece film gibi rüyalar gördüm. Ana’nın iki hafta sonunda tepkisi şu oldu: “Rüyaların böyleyse, hayatın nasıl böyle olmasın! Normal!”

     Havaalanına döndüğümde hiç sürpriz yapanım yoktu. Bu Türk milletine sürpriz yapma sanatını bir öğreten çıksın ya rabbim. Sonra soruyorlar,  neden bizim kızlar ecnebilere kaçıyor? Cevap veriyorum: Çünkü küçük sürprizlerden bihabersiniz, ey halkım! Bu işlerden hiç anlamıyorsunuz! Sevgili Cafer’e dert yandım bu konuda. Kendisini buradan kutsuyor, bol bol klonlanmasını diliyorum. Son gününü beni uğurlamak için havaalanına gelerek harcadı. Erken gelmiştik, bira içerek bekledik ve dertleştik. Süpermarkette üzerimde şişe kırıldığı gün sinirlenip raflara geri bıraktığım şarapları ve çikolataları arkamdan satın alıp, getirip sürpriz yapmıştı. İnce ruhluluk sonradan ameliyatla olmuyor, ne yapalım. Romantizma.101.01. herkes bu dersi almalı! Kardeşim burada olsa gelir bana sürpriz yapardı. Bir kere Ankara dönüşü havaalanında elimdeki bavulu çekiştirerek çıkarken apansızın kardeşimi ve elindeki notu görmüş ve kendimi yere atmıştım çaresiz. Doçentlik sınavı için çalıştığım günlerden biri idi. Hiç utanıp sıkılmadan büyük bir ciddiyetle elinde tuttuğu A4’te aynen şöyle yazıyordu: Doç. Dr. Gözlem Yumrular!

       ABD’ye ihraç ettiğimiz çatlak arkadaşım Murat yaz tatili için geldi. İçinde küçük bir Burhan yaşıyor. Beni en çok güldüren insanlar arasında üst sıralarda. Aşktan meşkten, Amerikan ellerindeki aşk maceralarından bahsediyorduk da, “Bak sırtıma, “best before 40” yazıyor!” demez mi! Çok tuttum. İspanyolcası “tercihen 40’tan önce kullanınız”, güzel Türkçemizle “Son kullanma tarihi: 40 yaş”. Bana soracak olursanız, hissedilen yaş: 5. Hayat yeni başlıyor, anacııım…

    Sırp tarihçi Slobodan bizi bir hafta kesintisiz güldürdü. Günde ortalama 28 fıkra anlatarak hepimizi etkisiz hale getirdi. Sırbistan’da şöyle denirmiş: Erkekler umumi tuvalet gibidir: Ya dolu, ya boktan. Anlattığı fıkraların hiçbirini anlatabilitem yok. Yeni tanıştığı birisi kendisini hafife alırcasına “eee, siz ne yapıyorsunuz?” deyince verdiği cevabı kaydettik. Aklınızda bulunsun, sakın ona bu soruyu sormayın. “Senin yaptığından, ama daha sık”, cevabını almak istemiyorsanız tabii!

       Ana fal merakımı hiç ciddiye almıyor. (Falcımla tanışsa hayatı değişecek, o başka.) Üstelik kendisi İspanya’nın en büyük astronom ve astrologlarının tarihini yazdı! Yıllar önce onu görmeye Santander’e gittiğimde harika arkadaşımız Charo bana kötülük yapanların isimleriniz yazıp onları buzlukta dondurmuştu. Ne biçim bir enerjiyse işe yaramış, gerçekten donmuşlardı. Bunu hatırlayıp kikirderken aklımıza dâhice bir fikir geldi: Ölmüş de haberi olmayanları/ateş burcunda doğmayan buz küplerini alevlendirmek için 47 derece alkol işe yarayabilirdi pekâlâ! Birer isim yazıp sert bir aguardiente içine attık. Tedavi Ana’nın isminde işe yaramış. Cafer’in falcısı da ona 17 Temmuz’da birisi ile tanışacağını söylemiş. Havaalanında ona “public space’lerde” dolaşmasını söyledim. Gece 12’de mesaj atmış: “Falcı yalancı çıktı!”  

      Ana Susan Miller’a da inanmıyor. (Ona artık ben de hiç inanmıyorum, Hafazan Killer). Ona son inandığım ay, -sevgili okur hatırlayacaktır- romantizm zirvesi dediği gün Giritli’de hocamız eşliğinde demlenip sonra da Serkan yeavrooom ve Vağarşak Bey hazretleri ile Tophane’de gecenin dördüne dek gülme krizleri eşliğinde tavla oynamış, hatta takside de taksi şoförünü canından bezdirene dek gülmüştük. Takdir edersiniz ki ekstra eğlenceli olmakla birlikte zerre kadar romantik değildi. Bunu Ana’ya anlatınca, o da bana son kitabını yazarken bulduğu ilginç verileri sızdırdı. Galileo Galilei Medicilerin astrologu olarak çalışmış. Uydurdukları çıkmayınca şehirden sürgün edilmiş! Galileo’ya dair hiçbir yerde bulamayacağınız komik bir bilgi daha: Galileo Pazar günleri kiliseye gidiyorum diyerek ortadan kayboluyormuş. “Kötü diller” (malas lenguas) onun bir kadına gittiğini söylüyormuş. -Kötü değil, güzel diller bence. Oh, sefası olsun anacııımmm-. Törkiye’den 12 puan Galileo’ya.

    Ana zamanın ölçülmesi ile ilgili enfes bir kitap yazdı. Günlerce isim aradık. Sıkı durun: Bugün kullandığımız takvim Salamancalı âlimler tarafından icat edildi! Ana da bunu belgelerle ispat etti. Müthiş bir çalışma. “Horozdan takvime” diye güzel bir isim bulmuştu, (o kadar şaraptan sonra daha güzeli çıkmazdı), ayık kafayla daha ciddi bir isim gerektiği kanaatine vardı.

     Bu yaz not defterim Metis Yayınlarının defteri. Her sayfasında özlü/tözlü bir söz var. Avusturya günlerini anlatan bir söz seçtim: “Bir deliydi mahallemiz ilaçlarını içmeyi unutmuş (Didem Madak)

  Yavaş ilerleyen her şeye alerjim var, anladım. Eskiden de böyleydim. Bir Queen şarkısı gibi: “I want it all and I want it now”. Ben istemekten vazgeçtikten sonra istenen şeylerden hiç hayır gelmemiştir. Hemen olsun isterim, soğumasın. Küçükken gecenin bir yarısı yeşil uzun bir yastık üzerinde sabaha kadar bir sağa bir sola zıplayıp ağlayarak “ben sıcak ekmek isteriiiiim” diye ağlamam Zürih’ten gelip tesadüfen o gece bu manzaraya şahit olan Fevziye Teyzem tarafından pek bir eğlenceli anlatılmıştır yıllar yılı. Babam sabahın ilk ışığında fırına gidip o ekmeği almıştır. Hal böyle olunca, her şeyi istediğim zaman almak da gelenek oldu bu şımarık bünyede tabii. Bir arkadaşım Sıdıka’da (enfes bir restorandır, şiddetle tavsiye) demlendiğimiz bir gün bu durumuma dair kıssadan hisse bir Kızılderili hikâyesi anlatmıştı. Bir Kızılderili kabilesi yolda giderken durmuş. Diğer kabileden olanlar onlara neden durduklarını sorunca “Ruhumuzu bekliyoruz, biz çok hızlı geldik, ruhumuz geriden kaldı” demişler. Tamam, anacım, hikâye harika ama benim bünyeye tümden ters. Benim bu hikâyeden anladığım, ruhun kıçına motor takması gerektiği. Budur.

      Retz’de pek keyifli gecelerimizden birinde Türkolog bir Slovak arkadaşımızı da alıp biralanmaya gittik. Keyfim fazlasıyla gıcır olduğu için hayatımdan benim bile unuttuğum kesitler anlattım. Uçakta yemek yiyen Çinli hikâyesini dinleyen Cafer’in oracıkta ölmesinden çok korktum. Hikâyeme hakkını verdi vallahi. Konu aşk mektuplarından açılınca hayatımın ilk aşk mektubuna da bir girizgâh yaptık tabii. 6-7 yaşlarındaydım. Anneannenim Beylerbeyi’ndeki devasa terasında geçerdi yazlarım. Annemle babam çalıştığı ve bizim ihtiyarlar da benim enerji fazlasına ayak uyduramadıkları için 5. kattan sokakla kurduğum irtibatla eğlenirdim gün boyu. Alt katta oturan Rum Anosto (Anastasia) Teyze’nin Almanya’daki torunları da yazın gelir sokağa yayılırlardı. Bunlardan pek yakışıklı kıvırcık saçlı bir Selim vardı ki tek bakıştaki aşklarımın en çatlağıydı.  Sanırım o da 13-14 yaşlarında idi ve takdir edersiniz ki ben küçük karıncayı görmüyordu bile. Günlerden bir gün sokakta cümle erkek tayfasıyla oynamakta olan zavallıya küçük dilim görünene kadar şöyle bağırdım: “Seliiimmm! Ben seni seviyorummmm!” (Hey yavrooom, kendine güvene bak!) Birden şok geçirip oyunu durduran Selim’den 5. Katın manyağına gelen cevap o hiç de bacak kadar çocuğun bu ilk aşk faaliyetlerini destekleyecek türden olmadı maalesef: “Oraya gelirsem bacaklarını kırarım!”. (Al sana, Bayan Güven Fazlası). Uzun süre babam beni bakkala gönderdiğinde Selim’in gerçekten bacaklarımı kıracağı korkusuyla tenha saatleri gözetlemiştim. Bakkala gitme aktivitesi kâbusum olmuştu. Dün gibi hatırlarım bu korku enflasyonlu günlerimde beni yalnız bırakmayan arkadaşım Aslıhan’la elimizde bira şişeleriyle (boşların verilip doluların alınabildiği hoş günlermiş onlar) arabaların arkasına saklanarak bira ve karpuz almaya gidişimizi. Ama hikâye burada bitmiyor. Aradan yıllar geçti, bir gün kapı çaldı. Selim’in minik kuzeni! Kızcağızın elinde bir mektup! Mektup Selim Abiiisi’ndenmiş. Yarı Almanca, yarı Türkçe bir aşk mektubu. (Almanca’yı alet ettiğime göre Moda Koleji’nin ilk yılı olsa gerek). Hâlâ durur mektup sandığımda. Uzun süre Almanca mortingen ştrayyze (Burhan’ın kulakları çınlasın) tadında yazıştık Selim’le.  (Ben bunca dili nasıl öğrendim sanıyorsunuz anacıımmm?) Geç gelen bu başarı beni aşk ilminde cesur yapan ilk faydalı etmen sanırım.

    Zaten zayıfmışım, üstelik fazla zayıflık bana yakışmıyormuş (burası doğru, Nebi Hoca’nın deyimiyle kuyu çıkrığı gibi oluyormuşum), yemek gibisi yokmuş (rayyytt), vesaire, vesaire... Son üç günde doğal ortamımda verdiğim mücadele en katı gözlere yaş tedarik eder. Ben tek çizgili pijama giyecek kadar zayıflamak istiyorum, anacııım!

        Şey, şapkamı uzatsam biraz moscatelli muz kızartması koyar mısınız aciiiba?  Çok açıııım da….

19 Temmuz 2011

AMOR OMNIA VINCIT

Size tebelleş olmayı özlemişim be… Yerle temasa geçer geçmez kardeşimi aradım. Bana şöyle dedi: “Abla, tarifi verince kolay bulmuşsun (Törkiye’yi). Yunanistan’ın hemen yanı başı demiştim zaten”. Benim bu kıza laf yetiştirebilitem yok. Beni rüyasında görüp şöyle bir mail göndermiş ben Salamanca’da iken.(Kodları çözmenize yardım olayım bari, harfiyen şöyle:)

“Acıba şu tatili 1’den 3’e alsan, uçağı da lov'dan hay'a getirsen olma mı Aslııı yeavroom? (Canı sıkılan Burhan’ın saçını kurutan Aslı’ya musallat olma repliği. En sevdiklerimden). Çok sıkıldım ama ben burda! Gelsen de boğuşsak ya tatlı tatlı. (Evet, biz bunu her akşam yapıyoruz) O değil de, ben seni gördüm ya dün gece rüyamda,anamm… Bi tanesi azmış gibi ikizin vardı, görsen aynısı lan, (Törkiye’nin halini düşünemiyorum ki ben o zaman!) annemin o bayıldığı (Her görüşte küfrettiği, demek istemiş) uyduruk yazlık mavi elbiseyi (Yıldız alan sevgilimin hediyesi, -ayrıca hiç de uyduruk değil-, harika bir mavi elbise, 11 yıldır her yaz defalarca giyerim) giyiyordu. Meğer siz ikizmişsiniz ama ya seni evlatlık almış bizimkiler, ya da onu vermişler. O konu açıklığa kavuşamadan rüya bitti.” Yorumsuz değil mi?

İspanya’dan gelip memlekette üç saat kalarak Avusturya’ya gittim. Apronda deve keseceklerine şöyle bir iki yatak seren hancı barındırsalar daha bir makbule geçer aslında. Halil İnalcık hocamızın araştırma enstitüsü adına üç yılda bir düzenlenen kongre için Retz’de idik. Kongreye gelenler diğer sunumları da dinlesinler, şehri gezmek için kaçmasınlar diye Viyana’da yapmamışlar. (Bu bana işlemedi pek tabii, ben kafilemle kaçtım, hatta mevcut kadro içindeki hasta kafalı dört ecnebi menapozlu kadına maruz kalınca daha uzağa gittik, trenle Çekistan’a firar ettik). Havaalanından çıkıp verilen talimatlara uyarak tren bileti almaya çalışırken, yardım istediğim Avusturyalıların da Retz denen bir yer duymadıklarını hüsran içinde fark ettim. Anacım, insan yok, her yer makine, makine de Retz’e biletin kaç avro olduğunu söylemekte nazlanıyor. Tam umudu kaybedip, yer altında bavulun üzerine oturup kendi kendime “Retz diye bir yer var ve sen oraya gitmelisin kızım Özlem, hem de en geç bu gece” diyordum ki yaş ortalaması 259 olan bir grup Avusturyalı imdadıma yetişti. Onlar da Retz adını duymamışlardı, ama kullanılması imkânsız makineden bana bilet almayı başardılar en azından.

Çek ve bilet deyince, çaresiz aklıma geldi. 2000 yılının buzlu bir kış günü roman kahramanı dostum Aslı (Amanda) ile Prag’tayız. Sürü psikolojisinden sıkılıp bir dükkâna pusarak tur rehberi ve diğer sıkıcı 42 şahıstan özenle kurtulmuş, şehrin türlü dükkânlarındaki gereksiz her şeyi almışız. Ben zaten karikatür gibiyim. Pembe pelüş paltom, bordo çizmelerim ve taze alınmış mor kadife şövalye şapkamla tiyatro sahnesinden bir kahve içmek için fırlamış da az sonra oyuna dönecekmiş gibi bir halim var. (Kısaca ifade edebilirsek rezil bir haldeyim). Kollarımızda asılı poşetlerden yürüyemiyoruz. Bir metro istasyonuna güç bela gelmişiz, makinenin nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyoruz. Gelip geçen insanlar tek celsede alıyorlar, biz fondan sadece Çekçe yazan alete bakıp bakıp bir anlam veremiyoruz. Alman, Afrikalı, İtalyan, renk renk, desen desen halkım biletini alıyor, gidiyor. Son gelen Japon’u görünce, “Anamm, Japon bile alıyor, biz alamadık”, diyorum. Aslı da bana bakıp “Makineyi o yapmıştır da, ondan”, diyor. Son aşamada iki durak için en ucuz bilet olan 9 Kron’luk biletten iki adet edinip kollarımızda sarkıt ve dikitlerde iniyoruz. Birden birinin çizgi filmlerdeki gibi beni yakamdan kaldırdığını hissediyorum. Bıyıklı, devasa bir Çek bu: “Tikıııt kontrol madam”, diyor. Bileti gösteriyorum. Bildiği bütün dillerde melanj olarak biletin neden yanlış olduğunu anlatıyor. “Diese ticket ist for bagaj, animal, bambino”… Havlamaya başlasak iyi ederdik, ama adam hiç gülmüyor. Zorlamaya gerek yok. Amca bize kişi başı 400 Kron ceza kesiyor. O zamanlar Biskrem filan da yok tabii. Kafamdaki şapkayı versem, bir de üstüne dayak yerim. Paşa paşa cüzdanı boşaltıyoruz çaresiz. Otele dönünce bir sinirdir alıyor bizi. Kübalı sandığımız (ne acıdır ki Bulgar çıkan) bir yakışıklının “ay, prenses gibi oldunuz” diyerek bize kakaladığı iki kadife balo elbisesiyle yatağın içinde oturup basıyoruz kahkahayı. İntikam sırası bizde. Ertesi günden itibaren elimizdeki öğretmen kartlarıyla (evrensel dilde “üniversite” yazıyor nasıl olsa) öğrenci fiyatına şehrin bütün müzelerini gezip akşamları elimizde muhasebe defteri “Bugün de Çek Cumhuriyeti’ne şu kadar Kron takmışız” diyerek hesap yapıyoruz. Pek tabii 800 Kron’u çıkarıp, fazladan da bir 150 Kron takarak soğuk bir havada yüzünde anlamsız bir gülümseme olan motorcu edasıyla (altına ettiğinden mütevellit) ülkeden çıkıyoruz. Türk’le Türk’ten başka kimse baş edemez anacııım. Lakin o zamandan beri bilet makinelerine kılım.

Tahmin ettiğiniz gibi içtiğim hadsiz hesapsız biranın akabinde “bira bu göbeğin altındadır” kıvamına geldim. Schnitzellerin de hakkını da yemeyelim. (Yok, yok, onu da yiyelim başlamışken). Sonuç itibariyle şu anda İsveç rejimine ve spor salonuna geri döndüm. İsveç hükümetinin bana verdiği bitkiye dayanarak (bugün için 100 gr. ıspanak ve sınırsız yeşillik) kendimi zayıflama ilminde en umut vaad eden genç ilan ediyorum. Erol’un Pazar günlerini bile spor ilmiyle geçirmesini kıskanarak kendimi kaçması imkânsız bir modda bir yıllık abone yaptım. Geçen yaz olduğu gibi bu sıcakta da iki müdavim vardı sadece: 90 yaşından gün almanın arifesinde olan Müzeyyen Teyze ve ben.

Retz’e döneceğim. Lakin sondan başlayıp Viyana’yı anlatayım ben size. Retz’de muhteşem bir hatun kişi kadrosu, çılgın Sırp Slobodan ve cancağazım Cafer ile geçirdiğimiz beş günü müteakiben pılıyı pırtıyı toplayıp Viyana’ya geldik. 21 yaşımda iken yaptığım tek kişilik seyahatten beri Viyana’ya gelmemiştim. Zürich’ten trene atlayıp bir kaç gün boyunca görmedik müze bırakmamış, ekmek karnesi gibi bir opera kuyduğunda azimle bekleyip iki gece opera izlemiş, kilometrelerce yürümüştüm. Trende kendime mektup yazıp, eve göndermiştim. (Tamam, çok sağlıklı bir hareket olmayabilir, kabul) Bütün bu seyahati de Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmeni romanımda en post-moderninden anlatmıştım.

Viyana’da görecek bir şey bırakmadığım için bu sefer serbest düşüş dolandık şehirde.Sevinç ve Cafer ile çuval çuval kitap aldık, Tuna içinde bira içtik, bize büyüyen gözlerle bakan Viyanalıların şahitliğinde fotoğraf çektirdik, Stefans Dom’da mum yaktık (hayırlı bir tema üzerine çalıştık), Viyana Üniversitesi’nin uykudaki kampüsünde dolaştık, Bretislava’ya gitmek üzere Tuna nehrinden bir gemiye binmek için geldiğimizde tam o saatteki seferin iptal edildiğini gördük (bir hayır vardır diye avunduk)...

Ve pazar sabahı da şehrin en büyük lunaparkına gittik Cafer’le. Çatlayana dek her türlü saçma aygıta bindik. Gökyüzünde cirit atan, tam boşluktan uzaya fırlayacakmış hissi verirken 90 derece döndüren sapık bir aletin içinde nasıl korktuysam artık “anneciğim, anneciğim” diye mütemadi bir feryat başlatmışım. Zavallı Cafer de “az kaldı, az kaldı” diyerek beni ikna etmeye çalıştıysa da pek başarılı olamamış. “Yeterrr” diye çığlığı basınca da “sabret, prof. olacaksın” diyordu anımsayabildiğim kadarıyla. Havada defalarca döndürüp sonra da tam tepetaklak pozisyonda aşağıdan tazyikli su sıkan bir alet vardı ki adını görünce hemen tozingen… “It’s time to say good-by!” Neye bineceğimize binmeden önce “ne kadar bağırıyorlar” testi yaptık. Çok çığlık atanların mevcut olduğu coğrafyadan tırım tırım kaçtık. Buna rağmen bir yıllık adrenalin depoladık.

O kadar çok gülüp, o kadar eğlendik ki nazara gelmiş olacağız 4 günde iki şişe kırıldı üzerimde. Kardeşime aldığım akçaağaç şurubu ve annemin rakısı ayrı günlerde tepemde patladı. Haspam Nutella’nın Polonya yapımını sevmez (Törkiye’de sadece Polski Nutella var), ona prodotto d’Italia bir Nutella aldım, yemeden getirebildim.

Bugün işbaşı yaptım. Özden gelip tatil öncesi “pırıl” moduna alınmış masamı görünce: “Masa çok boş. Is there something wrong?” deyince durumu kavradım. Masada yığılan kitap ve kâğıt yığınının arkasından görünemediğim halim aslında benim en doğal ortamım.

Uçak yere ininceyanımdaki Avusturya-cı teyze “eskiden inince böyle algış yaparduk”, dedi. O nostalji be teyzem… Memleketimin nostalji anlayışına bak, hey yavrooom hey! Nerde o good old days, be teyzem…

Kardeşim Nil’in kitabını okuyor. Okumadım tabii, şöyle bir göz attım, lakin pek tatlı buldum. Daha çok Nil dinleyesim geldi. Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük aşkını yaşayacakmışım yıldızlara ve falcıma göre. Yıldızlardan “action” komutu bekliyorum…

“İşime gelmeyince hep, hayatın kendisi sebep, sen onca fırsatı tep… Oooo… Ben aptal mıyım?” (İç ses: nevet)

Üniversiteyi “Amor omnia vincit” afişleriyle doldurmuşlar. Takdir ettim, şapka çıkardım. Al benden de o kadar!