19 Temmuz 2011

AMOR OMNIA VINCIT

Size tebelleş olmayı özlemişim be… Yerle temasa geçer geçmez kardeşimi aradım. Bana şöyle dedi: “Abla, tarifi verince kolay bulmuşsun (Törkiye’yi). Yunanistan’ın hemen yanı başı demiştim zaten”. Benim bu kıza laf yetiştirebilitem yok. Beni rüyasında görüp şöyle bir mail göndermiş ben Salamanca’da iken.(Kodları çözmenize yardım olayım bari, harfiyen şöyle:)

“Acıba şu tatili 1’den 3’e alsan, uçağı da lov'dan hay'a getirsen olma mı Aslııı yeavroom? (Canı sıkılan Burhan’ın saçını kurutan Aslı’ya musallat olma repliği. En sevdiklerimden). Çok sıkıldım ama ben burda! Gelsen de boğuşsak ya tatlı tatlı. (Evet, biz bunu her akşam yapıyoruz) O değil de, ben seni gördüm ya dün gece rüyamda,anamm… Bi tanesi azmış gibi ikizin vardı, görsen aynısı lan, (Törkiye’nin halini düşünemiyorum ki ben o zaman!) annemin o bayıldığı (Her görüşte küfrettiği, demek istemiş) uyduruk yazlık mavi elbiseyi (Yıldız alan sevgilimin hediyesi, -ayrıca hiç de uyduruk değil-, harika bir mavi elbise, 11 yıldır her yaz defalarca giyerim) giyiyordu. Meğer siz ikizmişsiniz ama ya seni evlatlık almış bizimkiler, ya da onu vermişler. O konu açıklığa kavuşamadan rüya bitti.” Yorumsuz değil mi?

İspanya’dan gelip memlekette üç saat kalarak Avusturya’ya gittim. Apronda deve keseceklerine şöyle bir iki yatak seren hancı barındırsalar daha bir makbule geçer aslında. Halil İnalcık hocamızın araştırma enstitüsü adına üç yılda bir düzenlenen kongre için Retz’de idik. Kongreye gelenler diğer sunumları da dinlesinler, şehri gezmek için kaçmasınlar diye Viyana’da yapmamışlar. (Bu bana işlemedi pek tabii, ben kafilemle kaçtım, hatta mevcut kadro içindeki hasta kafalı dört ecnebi menapozlu kadına maruz kalınca daha uzağa gittik, trenle Çekistan’a firar ettik). Havaalanından çıkıp verilen talimatlara uyarak tren bileti almaya çalışırken, yardım istediğim Avusturyalıların da Retz denen bir yer duymadıklarını hüsran içinde fark ettim. Anacım, insan yok, her yer makine, makine de Retz’e biletin kaç avro olduğunu söylemekte nazlanıyor. Tam umudu kaybedip, yer altında bavulun üzerine oturup kendi kendime “Retz diye bir yer var ve sen oraya gitmelisin kızım Özlem, hem de en geç bu gece” diyordum ki yaş ortalaması 259 olan bir grup Avusturyalı imdadıma yetişti. Onlar da Retz adını duymamışlardı, ama kullanılması imkânsız makineden bana bilet almayı başardılar en azından.

Çek ve bilet deyince, çaresiz aklıma geldi. 2000 yılının buzlu bir kış günü roman kahramanı dostum Aslı (Amanda) ile Prag’tayız. Sürü psikolojisinden sıkılıp bir dükkâna pusarak tur rehberi ve diğer sıkıcı 42 şahıstan özenle kurtulmuş, şehrin türlü dükkânlarındaki gereksiz her şeyi almışız. Ben zaten karikatür gibiyim. Pembe pelüş paltom, bordo çizmelerim ve taze alınmış mor kadife şövalye şapkamla tiyatro sahnesinden bir kahve içmek için fırlamış da az sonra oyuna dönecekmiş gibi bir halim var. (Kısaca ifade edebilirsek rezil bir haldeyim). Kollarımızda asılı poşetlerden yürüyemiyoruz. Bir metro istasyonuna güç bela gelmişiz, makinenin nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyoruz. Gelip geçen insanlar tek celsede alıyorlar, biz fondan sadece Çekçe yazan alete bakıp bakıp bir anlam veremiyoruz. Alman, Afrikalı, İtalyan, renk renk, desen desen halkım biletini alıyor, gidiyor. Son gelen Japon’u görünce, “Anamm, Japon bile alıyor, biz alamadık”, diyorum. Aslı da bana bakıp “Makineyi o yapmıştır da, ondan”, diyor. Son aşamada iki durak için en ucuz bilet olan 9 Kron’luk biletten iki adet edinip kollarımızda sarkıt ve dikitlerde iniyoruz. Birden birinin çizgi filmlerdeki gibi beni yakamdan kaldırdığını hissediyorum. Bıyıklı, devasa bir Çek bu: “Tikıııt kontrol madam”, diyor. Bileti gösteriyorum. Bildiği bütün dillerde melanj olarak biletin neden yanlış olduğunu anlatıyor. “Diese ticket ist for bagaj, animal, bambino”… Havlamaya başlasak iyi ederdik, ama adam hiç gülmüyor. Zorlamaya gerek yok. Amca bize kişi başı 400 Kron ceza kesiyor. O zamanlar Biskrem filan da yok tabii. Kafamdaki şapkayı versem, bir de üstüne dayak yerim. Paşa paşa cüzdanı boşaltıyoruz çaresiz. Otele dönünce bir sinirdir alıyor bizi. Kübalı sandığımız (ne acıdır ki Bulgar çıkan) bir yakışıklının “ay, prenses gibi oldunuz” diyerek bize kakaladığı iki kadife balo elbisesiyle yatağın içinde oturup basıyoruz kahkahayı. İntikam sırası bizde. Ertesi günden itibaren elimizdeki öğretmen kartlarıyla (evrensel dilde “üniversite” yazıyor nasıl olsa) öğrenci fiyatına şehrin bütün müzelerini gezip akşamları elimizde muhasebe defteri “Bugün de Çek Cumhuriyeti’ne şu kadar Kron takmışız” diyerek hesap yapıyoruz. Pek tabii 800 Kron’u çıkarıp, fazladan da bir 150 Kron takarak soğuk bir havada yüzünde anlamsız bir gülümseme olan motorcu edasıyla (altına ettiğinden mütevellit) ülkeden çıkıyoruz. Türk’le Türk’ten başka kimse baş edemez anacııım. Lakin o zamandan beri bilet makinelerine kılım.

Tahmin ettiğiniz gibi içtiğim hadsiz hesapsız biranın akabinde “bira bu göbeğin altındadır” kıvamına geldim. Schnitzellerin de hakkını da yemeyelim. (Yok, yok, onu da yiyelim başlamışken). Sonuç itibariyle şu anda İsveç rejimine ve spor salonuna geri döndüm. İsveç hükümetinin bana verdiği bitkiye dayanarak (bugün için 100 gr. ıspanak ve sınırsız yeşillik) kendimi zayıflama ilminde en umut vaad eden genç ilan ediyorum. Erol’un Pazar günlerini bile spor ilmiyle geçirmesini kıskanarak kendimi kaçması imkânsız bir modda bir yıllık abone yaptım. Geçen yaz olduğu gibi bu sıcakta da iki müdavim vardı sadece: 90 yaşından gün almanın arifesinde olan Müzeyyen Teyze ve ben.

Retz’e döneceğim. Lakin sondan başlayıp Viyana’yı anlatayım ben size. Retz’de muhteşem bir hatun kişi kadrosu, çılgın Sırp Slobodan ve cancağazım Cafer ile geçirdiğimiz beş günü müteakiben pılıyı pırtıyı toplayıp Viyana’ya geldik. 21 yaşımda iken yaptığım tek kişilik seyahatten beri Viyana’ya gelmemiştim. Zürich’ten trene atlayıp bir kaç gün boyunca görmedik müze bırakmamış, ekmek karnesi gibi bir opera kuyduğunda azimle bekleyip iki gece opera izlemiş, kilometrelerce yürümüştüm. Trende kendime mektup yazıp, eve göndermiştim. (Tamam, çok sağlıklı bir hareket olmayabilir, kabul) Bütün bu seyahati de Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmeni romanımda en post-moderninden anlatmıştım.

Viyana’da görecek bir şey bırakmadığım için bu sefer serbest düşüş dolandık şehirde.Sevinç ve Cafer ile çuval çuval kitap aldık, Tuna içinde bira içtik, bize büyüyen gözlerle bakan Viyanalıların şahitliğinde fotoğraf çektirdik, Stefans Dom’da mum yaktık (hayırlı bir tema üzerine çalıştık), Viyana Üniversitesi’nin uykudaki kampüsünde dolaştık, Bretislava’ya gitmek üzere Tuna nehrinden bir gemiye binmek için geldiğimizde tam o saatteki seferin iptal edildiğini gördük (bir hayır vardır diye avunduk)...

Ve pazar sabahı da şehrin en büyük lunaparkına gittik Cafer’le. Çatlayana dek her türlü saçma aygıta bindik. Gökyüzünde cirit atan, tam boşluktan uzaya fırlayacakmış hissi verirken 90 derece döndüren sapık bir aletin içinde nasıl korktuysam artık “anneciğim, anneciğim” diye mütemadi bir feryat başlatmışım. Zavallı Cafer de “az kaldı, az kaldı” diyerek beni ikna etmeye çalıştıysa da pek başarılı olamamış. “Yeterrr” diye çığlığı basınca da “sabret, prof. olacaksın” diyordu anımsayabildiğim kadarıyla. Havada defalarca döndürüp sonra da tam tepetaklak pozisyonda aşağıdan tazyikli su sıkan bir alet vardı ki adını görünce hemen tozingen… “It’s time to say good-by!” Neye bineceğimize binmeden önce “ne kadar bağırıyorlar” testi yaptık. Çok çığlık atanların mevcut olduğu coğrafyadan tırım tırım kaçtık. Buna rağmen bir yıllık adrenalin depoladık.

O kadar çok gülüp, o kadar eğlendik ki nazara gelmiş olacağız 4 günde iki şişe kırıldı üzerimde. Kardeşime aldığım akçaağaç şurubu ve annemin rakısı ayrı günlerde tepemde patladı. Haspam Nutella’nın Polonya yapımını sevmez (Törkiye’de sadece Polski Nutella var), ona prodotto d’Italia bir Nutella aldım, yemeden getirebildim.

Bugün işbaşı yaptım. Özden gelip tatil öncesi “pırıl” moduna alınmış masamı görünce: “Masa çok boş. Is there something wrong?” deyince durumu kavradım. Masada yığılan kitap ve kâğıt yığınının arkasından görünemediğim halim aslında benim en doğal ortamım.

Uçak yere ininceyanımdaki Avusturya-cı teyze “eskiden inince böyle algış yaparduk”, dedi. O nostalji be teyzem… Memleketimin nostalji anlayışına bak, hey yavrooom hey! Nerde o good old days, be teyzem…

Kardeşim Nil’in kitabını okuyor. Okumadım tabii, şöyle bir göz attım, lakin pek tatlı buldum. Daha çok Nil dinleyesim geldi. Balkanların ve Ortadoğu’nun en büyük aşkını yaşayacakmışım yıldızlara ve falcıma göre. Yıldızlardan “action” komutu bekliyorum…

“İşime gelmeyince hep, hayatın kendisi sebep, sen onca fırsatı tep… Oooo… Ben aptal mıyım?” (İç ses: nevet)

Üniversiteyi “Amor omnia vincit” afişleriyle doldurmuşlar. Takdir ettim, şapka çıkardım. Al benden de o kadar!