21 Şubat 2012

TÜRK'ÜN SOĞUKLA İMTİHANI


  

       Her zamanki gibi benle yaşıt olduğundan mütevellit asansörü olmayan apartmanımda bildiğim bütün küfürleri savurarak içinde tonlarca fotokopi olan –Bilkent’in olduğu gibi fotokopiledim ben- bavulumu 3. kata çıkarırken Burhan Altıntop’u düşündüm ve delikten bakma olasılığı olan komşulara “ben aslındaağ yoooğumm” çektikten sonra banyoya attım kendimi. 5 günlük İç Anadolu turnesini (Bundan sonra Türk’ün soğukla imtihanı olarak anılacaktır) de Ankara-Konya arasındaki 7 saatlik karla mücadele travması dışında kazasız belasız atlatıp eve avdet ettim. Evi kiraya verip bavulda yaşamaya başlama ihtimalimi bir kez daha gözden geçirirken kronik Yunanca hocam, biricik Niça aradı. Ankara’dan mutluluk enflasyonu içinde döndüğüme şaşıp: “O sıkıcı şehirde mutlu birkaç gün geçirdiysen tek ihtimal var, o da âşıksın”, dedi. Cevap vermeme (cevabı yarın sabah kulağına söyleme) şansımı kullandım. Sonra düşündüm, bir Rum ve Ankara’ya dair kayda değer bir bağlantı var mı diye? Olmaz mı? (Ben de ihtiyarladıkça her konuda hikâyesi olan bunaklara dönüyorum, kurtarın beni a dostlar!)

     Cumhuriyet kurulmuş. Ankara toparlanıyor. Atatürk balık pazarında dolaşırken, balık almakta olan bir Rum kadına yaklaşıp ona Yunanca “balıklar taze mi?” (Freska einai ta psaria) diye soruyor. Kadıncağız gözlerini kaldırıp o gözlerle karşılaşınca bir an hipnotize oluyor ve gözlerine bakamıyor Atatürk’ün. Bunu yıllar sonra o hanımefendinin oğlundan dinlemiştik ve buna benzer bir dizi vakayı Lonra’da Atatürk’ü görenlerin “psikosomatik şokları” konulu bir sunumda kullanmıştım.

       Ankara seyahatim her zamanki gibi rüya formatında geçti. Aşığım ben bu kente. Hiç görmediğim güzellikte bir Ankara gördüm bu sefer. Yumuşacık karlar altında kalan ağaç dalları, kırmızı damlar, sarı ışıklar, lacivert bir gökyüzü, limonata tadında bir hava… Elimizde biralarda başka barlara ve dans salonlarına giderken resim çekmek, sonra da gecenin pause tuşuna bir çorbacıda basmak pek hoştu. (Bu cümleyi daha sonra bir romanda kullan. Unutma.) Kürşad beni Ant Kafe nam bir mekâna götürdü. Yerlere kadar cam, ahşap bir Ankara evi, önü, sağı, solu Ankara. Koca bir şişeye sığınıp bol keseden güldük. Vasiyetim var: Mektup koleksiyonum O’nun. Siz bçyle güzel bir Ankara gördünüz mü?

Ankara en çok insanın sevdiklerini görmesine yarıyor. Bu sefer de öyle oldu.  Halil Hoca’yla karlara bakan bir restoranda yemek yedik. Hayatımın en lüks dakikalarıydı her zamanki gibi. Onun yanında zaman geçirme lüksünün  (Lüks bu arada hedonist bir Roma İmparatoru olan Lucullus’tan gelen bir kelimedir) biz İstanbullu tarihçiler için değeri sayma sayılarıyla hesaplanamaz. Dünya kadar bilgi depoladım yanı başında. Ama ben paragrafa uygun birini seçip hocanın Osmanlı’daki lüks merakının III. Murat zamanında başladığını söylenerek yetiniyorum. Hocamıza Türksoy’un verdiği ödülde Heath Lowry gelmeyince onun romantik sunumunu okumak da bana düştü. Keyifle yaptım. İlber Hoca da sunumundan sonra bana “Yunanca cellat ne demek?” diye sordu. Cellat “dimios”. Sonra etimolojik saplantıma yakalanıp düşündüm masada, “demos” halk demek, “dimos” da belediye. Kontekst süper olmadı mı? Taksim parkını yıkıp, ağaçlarını kesecek, hatta uzun vadede oraya cami dikecek olan zihniyet Yunanca bu üçlemeyle güzel tanımlanmadı mı? (Maksat Aya Triada orada tek başına dikilip Taksim’in girişini kaplamasın) Yunanca yoldaşım Eyüp’le dırdırlanıyorduk hükümetin bu korkunç planlarına. “Brezilya’da her yer park” dedi. “İnsanlar köpeklerini gezdiriyor, öpüşüyor.” Köpek gezdirme kısmını tutmasam da, öpüşme konusunda desteğimi verebilirim parklara. Ama sonra dimos gelip demos’un dimios’u oluverir maazallah… Bu yüzden: dağılın bakiim, herkes evinde öpüşsün!

    Fetih 1453 diye film yapıp gişe hasılatları kıran, 1453 diye dergi çıkaran zihniyet! Sonra da komşularımızla neden geçinemiyoruz! Neden acaba? Feridun Hoca’nın fetih kitabını tam da filmle eşzamanlı çıkarması garip değil mi? (Bu arada bütün yazdığım makalelere dipnotta “ihtiyatla okunmalıdır yazmış. Neden ben? Ne tehlikem, güvenilmezliğim var ki?) Adamlar Politiki Kouzina (İstanbul mutfağı/Bir tutam baharat) diye film yapıyor, bizden cevap 1453. Bir arkadaşım Arapça TRT için bir röportaj teklif etti. Üzerine Arapça montaj yapılacakmış. Kardeşim atladı, “Ammman abla, sakın gitme. Bir de üzerine montaj türban filan yaparlar.” Zaten filmi izlememeye karar verdiğim an felekten çaldığım 3 saati nereye harcasam diye düşünerek açtım bir reserva Rioja şarap, çıktım karşınıza pembe pijamalarımla. (Alo? Arapça TRT mi? Şey, üzerime montaj da olsa bir Amr Diab yapabilir misiniz acaba? Nasıl duracak çok merak ediyorum da! Alooo?? Allooo? Tünele mi girdiniz? Çıkınca arar mısınız?)               

       Kardeşim beni azimle güldürmeye devam ediyor. Geçen gün bir şey anlatmak için çabaladı. Beklediği verimi alamayınca da “Dıtt. Aradığınız beyne ulaşılamamıştır. Lütfen mümkünse sonra bile denemeyin”, diyerek gitti. Dün de gelmiş, “Abla, Angelopoulos ölmüş, ama ben hiç üzülmedim” dedi. Antonio Gaudi gibi boku bokuna gitti adam. Gaudi’ye tramvay çarpmıştı, ona da motosiklet. Ben de bir daha asla “3 saatte dokunmadan öldüren şey nedir?” (Cevap: Bir Angelopoulos filmi) diye bir espri yapmamaya karar verdim. “Zamanın tozu” muhteşemdi, mutlaka izleyin. (Kardeşim biletleri almış, ama korkusundan bana kakalayıp kaçmıştı.)

      Ankara’da son gün Tarih Vakfı’nda erkek versiyonum olduğu düşündüğüm çatlak arkadaşım Emrah’la bir panel yaptık. Emrah mor kazak giymişti. “Bıyıkları dengelemek” için giymiş. Panelde kendi adıma pek bir eğlendim. Sonra baktım ki Lorel-Hardy gibiyiz. Evlere komikliğe gidip hayatımızı idame ettirebiliriz. Öyle bir dağıldık ki Oktay Hocam ortamı toplamak için tokmağı ele aldı. Emrah’la etimolojik müsabakalarımız bazen haftalarca sonuç vermiyor. Ona buradan sesleniyorum. Dergi, derlemek’ten geliyor. İğfal de gaflet’ten. Bu nasıl anlam kayması? Bu durumda gaflet uykusu nasıl bir şey oluyor? Ayıp ama. (Dikkat, arkanda dimos var!)

    Hayatımın en yaşlı ve yakışıklı erkeği sizlere ömür. Ömr-vü-hayatımda tek sevdiğim felin olan Pia 2 hafta önce 18 yaşında vefat etti. Handeciğim ağlamış. Ben de çok üzüldüm. Depresif günlerimde, Hande’ciğimin beni korumaya aldığı zamanlarda herkesten önce (Burasını açıklayamayacağım galiba) yatağın ayakucuna girip beni beklerdi. Hande ona Macar Konsolosu adını koymuştu. Hayatımda hiç Macar konsolosu görmemiş olmama rağmen, bir bakışta onun Macar konsolosuna benzediğine yemin edebilirdim. Ellerini kavuşturur, sarı saçları, yeşil gözleriyle konsolos konsolos bakardı öyle. (Dün geceyi bir Macar Konsolosuyla geçirdim, şoku arkadaşlar arasında egzotik bir milieu yaratmıştı)

      Maceram Konya’da devam etti. Teyzeme baskın yaptık. Teyzemle annem yan yana gelince gülmekten -fiilen- altlarına ederler. Bendeki bu kahkaha enflasyonu nereden gelmiş onlara bakınca anlarım.  Eniştem de inanılmaz komiktir. Bizim sülalede komik olmayan tek bir insan evladı yoktur.  Kahvaltıda hayatımda ilk defa büyük anneannemin nasıl bir hatun kişi olduğunu öğrendim ve menşeimi söktüm. Eşe Fatma (Ayşe Fatma) köyün bütün erkekleri savaşa giderken kadınlarını emanet ettikleri bir kadınmış. Yaman, canavar, erkekten erkek, cesur, akıllı (işte tam da burası konusunda şüphelerim yok değil), er kişiymiş. Erkekler savaştayken bütün köyün güveni ondan sorulurmuş. Her işe koşarmış. Ata eğersiz biner, yelelerine asılırmış. (Bisiklete zor binen ben, acaba onun hastanede kaybolan büyük torunu muyum?) Bir gün atını çalmışlar. Üç köy ötede bulmuş, sürüne sürüne atın altından demiri çıkarıp filmlerdeki gibi yelelerine asılıp uçup gitmiş. Hey yavruuum be! Büyük anneanne modeline bak. Ben de diyorum bendeki bu celali formatı kim attı bana?

    Beni keşfeden editör Adanan Abi (Özer) geçen gün uyku arasında beni arayıp bir ricada bulundu. Ben de ona “Adnan Abi, ben yarım akıllı, sıfır hafızalıyım, bana hatırlat Pazar günü”, dedim. Beni iki gün sonra aradı: “Özlem, unutmuşum”, dedi. Benden cevap: “Neyi Adnan Abi, hatırlamıyorum bile!” Mevcut halimiz. Yakın geleceğim. Ben sürmenaj yollarında, amnezyanın kucağındayım anacım.

   Az önce kitap yazmaktan puslanan kafamı bir güzel dağıtayım diye kendime  “Hangi yalan dünya erkeğisiniz?” testi yaptım. (Eşe Ayşe’den feyz alıp) A dostlar, ne çıktım beğenirsiniz?!!! Selahattin! Bir dizi rezil sıfattan sonra tanım şöyle bitiyor: “çevrenizdekilerin yüzünü güldürdüğünüz kesin?)

    Haftanın en çarpıcı olayı Halil Hoca’nın telefonda “Özlem, dün gece altıya kadar dans etmişsin, istihbarat aldım”, demesiydi. Hayata bu kadar bağlı, hayata hak ettiği değeri bu denli veren başka bir insan daha tanımadım ben. Lowry’nin son sözünü tekrar ediyorum: “Allah ona uzun ömürler versin!” Hep yanıbaşında olalım.

        Şimdi herkes dağılsın, âşık olmadan toplanmak yok…

        Ha, anaya babaya çok selam…                                   

  (Alo? Yalan Dünya test merkezi mi? Şey, testiniz de bir hata mı var aciba? Tantuni yerim, dedim ama pizza da severim hani. Ben de parlak takım elbise de yok… Yalan söylemeyi beceremem, yüzüme gözüme bulaştırırım. Dar kot da giydiğim oluyo bazen. Yok mu benim başka biri olma şansım. Galiba ben Orçun’a da razıydım. Ammmaaa neden Selahattin çıktım acıba? Alooo? Aloooo? Tünel mi yine ya!!!!)