19 Temmuz 2012

“KEEP WALKING!” JOHNNIE WALKER


Nasıl reklam ama, ben çok tuttum. Her öğlen Mr. Mutluluk Hattı ile ezilme denemeleri yaptığımız caddedeki tekel bayiimizde gördük geçen gün. Saygı duyduk. Efenim, dün gece evlilik canavarı iki can daha aldı. (Mr. Mutluluk Hattı öyle diyor.) Biz de utanmadan gittik çatlayana kadar dans ettik gençlerin bu acı günlerinde. Nişanlımı everdik. Ya da daha açık olayım, eski ofis arkadaşım ve gerekli anlarda nişanlım taklidi yaparak can kurtaran biricik Serkan’ımı dünya pansiyonuna soktuk. Şimdi acil nişanlı taklidi yapacak yakışıklı bir arkadaş aranıyor. Sevgili okur bilir, Serkan bizim ofisten giderken tiyatroda kullandığı bir berber mankeni ve peruğu da dostluğumuzun nişanesi olarak ofiste bırakmıştı. İki gün önce dekanımız odama gelip de şaşkına dönünce bir an açıklamakta zorlandım. Aslında tam da açıklayamadım galiba, ama sağ olsun beni uzun zamandır tanıdığı için zararsız bir deli olduğumu bilir, pek de açıklama istemedi.
Moda Teras’ta evlendi gençler. Serkan birinci dereceden deli ve de takdire şayan derecede komiktir. Biz de onun düğününe layık olmaya çalıştık. Elbiselerimizi şeffaf bir deniz çantasına koyup Cafe Nero’nun tuvaletinde giyindik. Bir de utanmadan süslendik. Garsona da bunun bir illüzyon oyunu olmadığını söyleyip sıvıştık oradan. Çok şık bir düğün olmuş. Ama ben biraz bu elitizme şenlik getireyim diyerek Serkan’a alacağım altının paralarını olabildiğince küçük banknotlar halinde bozdurup onları birbirine iğneleyip yılan gibi yakasına asıp olaya müdahale ettim. “Geleneklerimizi unutmayalım”, dedim. Zavallım, “bekliyordum senden bir numara” dedi. Ama esas numara bununla kalmadı. Bir müzik, bir eğlence, tatlı bir rüzgâr. Gençlerle döküldük piste, saatlerce dans ettik. Tam damat halayı başlamıştı ki benim elbiseden cart diye bir ses geldi. Boydan boya söküldü. “Bir gün şişmanlarsam giyerim” diyerek Ljubljana’dan aldığım ve maalesef o gün geldiği için giydiğim elbise bana ihanet etti. Çaresiz plaj çantasından Cafe Nero öncesi takımları geçirip alaya kaldığım yerden devam ettim. Ama iyi heyecan oldu durduk yere, pist şenlendi. Üstelik halkım kostüm değiştirdim sandı.
     Gecenin en şenlikli kısımlarından biri kızlarla benim düğünün organizasyonunu yaptığımız anlardı. “Ben Shantel’i isterim”, dedim. Düğünde Shantel çalsa, az mı fiyakalı olur a dostlar. Hatta daha fiyakalısı konseri bitirip nikâh masasına oturması olur, ama bu da şansımı zorlamam demektir sanki. Ama olur da bir gün o hatayı yapacak olursam hakkınca yapmak isterim hani. Burçin’in aklına sayısız çılgın fikir geldi. Serkan’la Sinem dev ekrandan fotoğraflarını yansıtınca biz de fikri hemen benim düğüne uyarladık.  Megavizyondan eski sevgililerimin resimlerini gösterip son olarak “and the winner is: banner’i yapıyoruz. Sandık üzerinden iyilerinden seçip bir aranjman yapıyoruz. Gecenin sonunda damadın aklı başına geliyor ve “and the winner…. has gone” oluyor. Aynı Avrupa Yakası’nın son sahnesinde damat Burhan’ın toplu düğün resminden son anda tüymesi (ki bu düğünden de tüymesi anlamına geliyor) gibi. Gelin hamamı da yapıyoruz. Saz ekibi gelir ya hamama, benimkine Duman geliyor. Nasıl? Kendime geldim geleli dostlar, yani. Neyse, diğer detaylarıyla organizasyonumuz tamam, şimdilik sadece küçük bir eksiğimiz var, onu da Allah uzağından versin, amennnn!
       Ha, daha güzel bir hayalimiz de var yıllardır beslediğimiz. Anacım millet evleniyor, çoğalıyor. Altın, altın, tak, tak, bitmedi yıllardır. Meksika’nın altın madenlerini taktım yıllardır cümle âleme, ama geri dönüşü yok. Projemiz şu. Serkan’ın nikâh memuru kılığında geleceği bir nikâh töreni hazırlıyoruz. Gençlerden bir de sahte damat bulduk mu, işimiz tamam. Altınları fifty fifty kırışıyoruz. Sonra ben Ekvator’dan Galapagos adalarına uçuyorum. Ayyy, ekselansları Rafael Correa’yı da alayım da yanıma, hazır hayal kesesinin ağzını açmışken elimi korkak alıştırmayayım… Reisicumhurların en yakışıklısı, en idealisti… Hohoytt…
      Serkan’ı pek severim. Sayısız şenlikli anılarımızdan birini tiyatrocu gençlerle dün gece yeniden andık. Giderayak kahkaha enflasyonu olduk. Efenim, yıl 2007. Serkan’ın yönettiği oyun Kıbrıs’ta sergilenecek. Öyle böyle değil, askeriyenin en üst rütbesinin konuğuyuz. Ben de dekanımızdan izin kopardım, takıldım genç oyunculara. İlk gün rüya gibi, sivillerin giremeyeceği Maraş’ta konuğuz, Afrodit’in doğduğu sularda yüzdük, yedik, içtik, güldük. 70’lerde duran inşaatlar arasından (ki aralarında Sophia Loren’in evi ve iddiaya göre önündeki otuz yılı rezerve bir otel de var) geçtik. Deniz kenarında eğlenceli bir otelde kaldık. Hayatımın ilk ve son casino deneyimi sıkıntıdan bir avuç jetonu bile bitiremememle son buldu. Anacım, para kazanmaya programlanmamış bir beyin vermiş Tanrı bana.
     Macera devam ediyor. Çılgın bir komedi oynuyorlar. Oyuncularımızın hepsi ayrı komik, şenlikli, harika çocuklar. Yetenek tavan yapmış seçmeceler. O gece hep birlikte bir diskoya gidiliyor. Emre Altuğ var tesadüfen, canlı söylüyor. Ne oluyorsa oluyor, ayıdan iki gün önce doğmuş iki tek başına yetebilen hayvanat bahçesinin maraz çıkarmasıyla bizim delikanlılar da palazlanıyor. Önce kimseye fiske bile vuramayacak bir arkadaşımızın kafasına şişe atıyor ayılar. İkinci sahnede şişelerin uçuşuna kadehler de ekleniyor. Herkesi dışarı çıkarıyorlar, kavgaya davet. Ben televizyon bile seyretmediğim için sadece kulaktan duyduğum disko kavgalarından birinin ortasında kalmış bir halde idrak yollarımın açılmasını bekliyor, bir taraftan da çocukları sakinleştiriyorum. Çocuklardan biri kız arkadaşını bulmak  için içeri girip gözüne yumruk yiyor, mosmor çıkarken dışarıda olan kız “aaa, şekerim sen içerde miydin?” diye giriyor. Son sahnede dışarıda arabaların tepelerinde eli şişeli halkımı görüyorum. İki polis Serkan’ı iki yanından tutmuş, o da polislerden kurtulmak için” sakinim ben amirim, sakinim”, diyor. Polis de buna inanıp bırakınca Serkan ışık hızıyla şişeyi kapıp kalabalığa atlıyor. İşin komiği Serkan’ın kapıcıya zılgıt atamayacak kadar uysal olduğu, bu işi başkalarına yaptırdığı da bilinir olması. Anacım bu disko denen yer ne biçim bir canavar yaratıyor. Sonra da şaşıyoruz, millet ceket meket yakıyor diye. Bence bu ortamda hücrelere ters etki yapan bir şeyler var.
        Spor salonu maceralarımdan bilirsiniz. Yazın koskoca salonda iki kişi kalırız. Muazzez teyze ve ben. Muazzez Teyze 80 küsür. Lakin ölümlü halkın 30-35 bareminde kaldırdığı ağırlıkları 50’yle çalışıyor. İdolüm. Meğer Alzheimer hastasıymış üçüncü dereceden. Çok üzüldüm. Banttan inip, “aa, bandı unuttum” diyerek tekrar yapıyormuş.  Murat Hocamız sağ olsun dikkat ve takip ediyor. Ben de bugün kardeşime “Ay, ben de Alzheimer olsam ne biçim zayıflarım, kas yaparım”, dedim de aldım cevabımı: “Yok abla, sende öyle olmaz. Sen yediğini unutup tekrar tekrar yersin, ayı gibi olursun fazladan”, dedi. Doğru söze ne diyeyim.
       Anna da bloğumu takip ediyormuş. İspanyolca tercüme sistemiyle takipteymiş. Pek gülüyormuş. Allah bilir nasıl çeviriyordur Hz. Gugııılltransleyytırr, ama olsun. David de aynı yolla takipteymiş maceralarımı.
      Haydi size bir sır vereyim. Biz Eylül ayında iki kız, iki hafta İtalya’dayız. Ne demek bilir misiniz? İtalya’da moratoryum demek. Alarm verildi demek. Haydi, ölümlü halkın çekeceğini boş ver. Esas misyon büyük. 38 yıldır görüp gördüğüm en muhteşem tarihçi, en sıra dışı anlatıcı, yemek tarihçilerinin kralı, Ortaçağ tarihçilerinin en fiyakalısı, her kitabını roman gibi yalayıp yuttuğum Massimo Montanari ile buluşacağım. Röportaj yapacağım onunla Bologna’da. Bana verdiği tarih 11 Eylül. Sanrım heyecan olsun istedi. Ya da tarihe yeni bir 11 Eylül vakası işlensin bari, dedi. O sadece yemek üzerine bir atasözü üzerine sayfalarca kitap yazabilen renkli bir ruh! O dünyaya nasıl yemek tarihçisi olunması gerektiğini öğreten yüce zat… O bir divaaaa.. O bir model…  Bu ne demek biliyor musunuz? Allahımmm sana geliyoruuum demek…
      Geçen hafta trajik bir olay oldu. Bloğumu okuyan bir Bilkent tarih doktora öğrencisi yazımdan alıntılar yapıp, aralarını kesip, doğrudan kötü niyetle “işte rağbet gören bir tarihçimizin durumu da budur” diye dart tahtası yapmış beni cahil cühelaya. Altına da sazanlar atlayıvermişler. Yazıdan anlaşıldığına göre ben her gün sabahın köründe bira içip, domuz eti yiyorum. Ben zaten çaresiz kalmazsam et yemem, carnivore  değilim. Hayatımın en erken birasını Slobo’cuğumla içmiş ve 70 milyona da söylemiştim. Ulan, 70 milyona gönül açıklığıyla yazdığım şeyi sen neden saptırıp kötüye kullanıyorsun. Ha kullandın diyelim kötü kalplisin anladık, benimle ne derdin var arkadaş. Wallahi insanın gece gündüz içesi, domuzları bütün bütün yiyesi, pembe postunu da sırtına giyesi geliyor. Zaten Leonardo da Vinci domuzun sadece iki yeri yenmez demiş: gözleri. Ben domuzun o gözlerini o zata buradan gönderiyorum, kendi gözleriyle görememiş, belki piggy’ninler görür gerçekleri. Tarih camiası kötü kalpli insanlarla dolu. Milletle uğraşacak enerjiyi ilimlerine harcasalar tarih bir yere gelecek memlekette. Ama nerdeeee? Yediden yetmişe bir fesat sarmış halkı. Yok anam, ben Bologna’dan dönmesem iyi. Medeniyet dediğin bize hala gelmedi. Temizlik de öyle. İmandan geliyor, ama korkarım daha hala yolda.
       “Sana dokunmak için kalpte uyudum…”  nasıl? Serdar yeni albüm yapmış. Ee, bize de şenlik çıktı tabii. Bu da yeni sözlerden biri. Her zamanki gibi bunu da çözemedik kardeşimle. Bu sene özenle tüm konserleri kaçırdım. Ben yokken Nancy ve Ünlü konseri olmuştu hatırlarsanız. Nancy’nin İstanbul’da sahne aldığı an benim Yunanlardan Giannis Ploutarxos Girit’te konser veriyordu. Walla, itiraf edeyim, hayallerimin bir köşesinde hep bir gün onunla bir yerde karşılaşıp tanışmak vardır. Müziğinden değil anacım, fiziğinden mütevellit. Kerata pek yakışıklı. Neyse, afişi görünce aklım yerinden uçtu. Taksi şoförüne konser nerede diye sordum. Sormaz olaydım! Adamın beni Girit’in ormanlarından aşağı atmasına ramak kalmış meğer. “Millet aç, abla, millet konser durumunda değil! (O kosmos den einai gia sinavlies!)” diye haşladı beni. Pek utandım, konser hevesim de kaçtı. O gün de tam Kazancakis’ten bir iç savaş sahnesi okumuştum. İnsanlar fakirlikten berbere gidemiyorlar ve berberin oğlu açlıktan ölüyor. Kimse konsere gitmezse o müzisyen de açlıktan ölmez mi? Bence ben de haklıyım, ama amca çok asabi çıkıştı, savunmaya geçemedim.
      Ne diyordum, kaçırdığım konserleri sayıyordum. Red Hot Chili Peppers biletleri de bitmiş doğal olarak. Ben de kardeşimi alıp Serdar konserine giderim Kuruçeşme Arena’ya. Biz gitmezsek, o bize gelecek zaten her yılki gibi, evin içinden canlı dinleniyor malum. Daha da komiği Cuma gecesi oldu. Doktorum ve Cafer’le âlemlere çıktık Cuma akşamı. Yeme seansı sonrasında İstiklal’de yürürken kulağıma bir Ünlü parçası takıldı. Aklımı kaçırıyorum sandım, gaipten gibilerden. Sonra ikinci kata bir çıkıp baktık ki, Ünlü konserde ve Rüya’yı söylüyor! Tayfun’la bin bir plan yapıp buluşamazken, onu sahnede görünce daha bir komik oldu. Sonra Sunshine diye bir grup çıktı. Çok başarılı gençler. Çatlayana kadar dans ettik. Doktor bendeki enerjiyi daha önce bilfiil görmediği için küçük çaplı bir şok geçirdi. Bir daha da gelmez benle âlemlere.
       Haaa, delikanlı, bunu da yaz. Rağbet gören bir tarihçimizin haline bak, de.  Gece sabahlara kadar Rock konserlerine gidiyor, çatlayana kadar dans ediyor, alkol tüketiminde başarılı çalışmaları da var de. Sen giderken, o dönüyordu evladım.  Senin yaşın kadar dil öğrenmek için 38 yıldır kursa gitti bu kadın, arşivlerde dirsek çürüttü, 17 kitap yazdı kendince. Ama 20 yaşındayken de kurstan çıkar konsere, dansa giderdi. Dünyanın dört bir yanında pırıl pırıl ruhlu iyi dostlar edindi, kendi vatandaşlarından ve meslektaşlarından yediği kazığı kimseden yemedi. Yaz.  İnsan olduğunu hiç unutmadı o kadın. Kötülük sende kalsın, Allah yardımcın olsun.
      Tekrar ediyorum, acil nişanlı taklidi yapacak, yakışıklı, sempatik arkadaş aranıyor. Kötü günlerim için joker de aranıyor. Keep walking, anacııımmm…