25 Eylül 2012

KOCA OKULU ya da MANEVRA 2 YTL…


      Yıllar önce doktora için Salamanca’ya gitmeden önce minik kardeşim (o zaman daha bir minikti) yanımda uyumuştu. Ben de sabahın köründe kalkan uçağımla İspanya’ya gitmiş, yatağa girerken çoraplarımın birinin uğurböcekli, diğerinin ayıcıklı olduğunu görüp hüzünlenmiştim. O sabah kardeşiminkilerle karışmış, sonra da bana hüzün olarak geri dönmüştü. Hala anarız. Bu sabah dün yaptığımız zeytinli ekmekler, tahinli kurabiyelerle dolu torbalarımızla vapura bindik. İnerken torbaları karıştırmışız, benim kitap Mervecik’in çantasında kalmış. Tam da heyecanla başlamıştım dün gece ve yarılamıştım, pek üzüldüm bu işe. Bu gece kitap yok, bari kendimi bloğa vurayım dedim.
        Efendim, lise yıllarında Saint-Josep’li bir yakışıklının “oku, şenlen” diye verdiği bir kitapla hayatım değişti. Guareschi denen çatlak herifle daha 16 yaşımda tanışmış oldum. İhtiyar ağabeylerimiz, ablalarımız Don Camillo’dan bilirler Guareschi’yi. 70’lerde bizde de furya halinde okunmuş. Po kıyısında yaşayan Don Camillo nam papaz ve komünist belediye başkanı Peppone’nin inanılmaz eğlenceli maceralarını okumadan öleyim demeyin sakın. Güzel Türkçemize “Acele Koca Aranıyor” şeklinde tercüme edilen “Il marito in colleggio” (Koca okulda/koca okulu) kitabıyla yapmıştım açılışı 22 yıl önce. Harika bir hikâye. Varisini ancak ve en ancak yeğeni Carlotta’nın acilen bir koca bulması halinde akrabalarına bırakacak olan amcanın zavallı kıza bu misyon için 2 gün vermesiyle başlar. Başarı sağlanamaz. Kıza son olarak verilen 4 saat içinde o da kendisine âşık olup her gün camdan içeri çiçek demetleri atan marangozu bulur son anda. Kitap mutlu sonla biter tabii, Carlottamız da nihayet ona âşık olur. Kitabı bir de orijinalinden okuyayım demiş bir gecede nefessiz yarılamıştım, gitti zeytinli ekmeklerle. Anacımmm, nereden bulun edin, mutlaka okuyun hepsini. Bilgi Yayınları bu kutsal görevi üstlenmişti yıllar önce.        
       Tahmin edebildiğiniz gibi hala memlekete alışamadım. Ruhumu külliyen İtalya’da bırakmışım. Elif  İtalya’da benim Hoşça kal Milano, hoşça kal aşkım romanımı okuyordu, ben de geceleri Hafız divanından fal bakar gibi birkaç sayfa okuyup şenleniyordum. Kahramanlar, olaylar ve mekânlar gerçek malum (ama kurgu süsü verilmiş bittabii). Falda bana yıllar önce cümbür cemaat kuzenlerle yemek yerken yaşanan bir an çıktı. Yaş 24, ilk romanım çıkmış, sülalenin en eğlenceli gençleri, amcalar, yengeler yemek yeniyor masada. Kardeşim 6, bilemediniz 7 yaşında.  Kuzenim Esra soruyor: “Özlem Abla, sen şimdi meşhur olunca soyadın değişecek mi?” (Yazarların meşhur olduğu gibi bir kanı hala sağ o zamanlar, ya da kuzenin bana inancı sonsuz). Evde evlenmiyorum diye baskı gördüğüm zamanlar. (Ailenin âşık olduğu Katalan bir damat adayımız var, annem pek şımartıyor genci. Hafta sonu beni görmeye Barcelona’dan geliyor, falan. Ama bende evlenmek gibi bir niyet pek tabii yok. Kardeşim de evde maruz kaldığım evlilik baskısına ilaveten bana kız kurusu muamelesi yapıyor. Evdeki iklim bu yani.) Kardeşim bir taraftan ağzına yemek tıkarken, diğer taraftan konuya el atıyor. “Hayır Esra Abla, değişmeyecek, ama meşhurluktan değil!” (Acele koca bulmaktan açılınca, aklıma geldi, n’apiiim). Bu arada kitap gidince başka şenlikli kitabı vapur kitabı yaptım, yarı kalan Peter Burke’ün Yeniçağ başında Avrupa Halk Kültürü’ne devam ettim kaldığım yerden.  Sayfa 226’da kalmışım. Okuyayım dedim. İtalya’da Yeniçağ’da karnavalda evde kalmış kızların sokaklarda nasıl çifte koşulduğunu anlatan bir paragraf çıktı karşıma. Vapurda kendi çapımda koptum tabii. Buradan ev ahalisine bildiriyorum, ben daha Bologna’ya gideceğim, orayı karıştıracağım birbirine. Ev-len-miy-cemmm…
      Hande aradı az önce. Ben gittim ya, siz de hafta sonları beni ziyarete gelirsiniz, dedim. Massimeddu’yu da bana bırakır, gezersiniz. “Olmaz”, dedi, sen el kadar çocuğu Rock bara götürürsün!”. Ciğerimi bilir Hande 20 yıldır. Doğru vallahi, ben kardeşimi de Rock barlarda büyüttüm. Kemancı’yı evimiz sandığımız zamanlarda 3 yaşında çocukla evin yolunu unuturduk. Buradan mekânın sahibi Zeki Abi’ye selam ederim.
      Durduk yere anılarım canlandı. Cultus’ın menajerliğini yaptığım yıllardı. Delikanlılar yeni albüm çıkarttılar, imaj yaratacağız. Kumaşlar alındı, kıyafetler dikildi. Tabii delikanlılar bir deli Özlem’in kendileri için diktirdiği kıyafetleri Kemancı’da albüm galasında kuliste gördüler.  “Bizi öldürebilirsin, ama bunlarla sahneye çıkaramazsın”, dediler. “Ayyy, nesi var. Ne güzel işte, biraz parlak olabilir ama çok yakışacak inanın”, dediysem de ikna edemedim bizimkileri. Anneannesinin pembe iç gömleğini yıllar yılı postallarına katık edip yüzünü savaş boyalarıyla boyayan bendeniz için gayet de normaldi ama yavru kuşlar sarı parlak Antep kumaşından gömlekler, yaldızlı deri pantolonlar , bir yakası uzun diğer kısa gömlekler,  dar kadife pantolonlara resti çektiler.  Ve sahneye şortla çıkrılar! Bugünden bakınca pek bir hak veriyorum onlara. Bir de Keşan’da tanıştığım Haluk Levent’i galaya davet etmiştim. Beni kırmamış gelmiş, birkaç da parça çalmıştı. Haluk Levent sonra çoook meşhur oldu, bizim Cultus sırra kadem bastı anacım… Buradan onlara da selam olsun.
      Fonda çalan Serdar Ortaç da olmasa büsbütün İtalya’dayım. Memlekete uyum sağlayayım (ve biraz da neşem yerine gelsin diye) açtım Serdar’ı. Dedim ya, seviyoruz biz bu keratayı. Şarkı sözlerini anlamaya çalışmayı bıraktım. Geçenlerde “Serdar Ortaç’ın bestelerini yaptığı alet” namlı bir fotoğraf dolaşıyordu facebook’da: dört tuşlu bir org!
      İnsanın adı Özlem Kumrular olur da başına garip iş gelmediği gün olur mu? İtalya resimlerimi gören ve 12 yıldır görmediğim bir Bask dostum -Igor-  bana “aşk olsun, Bologna’ya geldin bize uğramadın”, demiş. Ben de “Montanari’yle röportaja gittim, inanabiliyor musun?” dedim. El-cevap: “İnanabiliyorum, benim doktora tez danışmanım o”.  Allahım bu sefer gerçekten sana geliyorum. En iyi arkadaşım kim benim bildiniz mi şimdi? En birinç hem de. Salamanca’dan dönmeden önce Igor, sevgilisi İrini ve ben Tormes nehrine bakan devasa bir eve taşınmıştık. Masalarımızı nehre karşı koymuştuk. Ben Latince ve Portekizce dersleriyle bir yıl daha geçirmeye başlamıştım. Sonra olan oldu. Igor İtalya’ya gidip başka bir kıza âşık oldu. Benim bilgisayarımdan dumanlar çıktı, içindeki dosyalar gitti. Neşemiz kaçtı, hayallerimiz yarım kaldı, yuvalarımıza dağıldık. Ben sonradan Portekizce öğrendim. Igor da o âşık olduğu İtalyan’la evlendi ve Bologna’ya gitti. Hayat nerden nereyeee, dedim Ana’ya. O da “bak, bizim başımıza öyle şeyler geliyor mu? Bir tek senin başına geliyor. Yüz yerde birden yaşadığın için, normal”, dedi. Haklı hatun kişi. Nilüfer Hoca’nın (Narlı) dediğine göre bu tür karşılaşmalar Türkiye’de upper middle class’ın çok küçük olmasındanmış. 100.000 kişi kadarmışız, o yüzden hep her yerde karşılaşıyormuşuz. Ben şimdi sorarım Nilüfer Hocam’a, madem upper middle class saflarındayım, neden maaşım ayın ortası gelmeden bitiyor benim? Bir de, haydi TC’de 100.000 kişiyiz, bana nasıl oluyor da dünyadaki tesadüfler denk geliyor, pek bir uluslar arası cinsten?
        Ayın ortasında maaşın naaşını görüyorum tabii, çünkü yine bütün paracıkları kitaba yatırdım. Bu aralar İtalya’dan aldığım hayli akademik kitapları okuyorum: peynirli 100 tarif, Bologna’da Ortaçağ’da öğrenci masaları, vs. Montanari’nin bana imzaladığı son kitabını trende bitirdiğimi sayarsak son 3 haftada yalayıp yuttuğum yemek bazlı kitapların sayısı 7’yi buldu. Acilen spora yazılmazsam şerefli ve kıdemli bir kutup ayısı olarak bu seneki kariyerime başlayacağım.
      Yukarıda bahsi geçen divamız Törkiye’ye gelecek, ben de Noel’de gel, İstanbul’da bir başka olur dedim çaresiz, erken gelsin de şenlenelim diye. Noel’de gelemezmiş. Hande’ye sordum, o da İtalyanca bir atasözü ile açıkladı durumu bana “Natale con tuoi, Pascua con chi vuoi”, el-meal: Noel ailenle; Paskalya kimle istersen. Ben paskalyayı beklerken yaşlanırım diye korkuyorum, dedim Hande’ye. O zaman 10 Ekim’de Avrasya koşusuna çağır, dedi. Eline de veririz bir dürüm. Yolda kâğıt helva filan alır. Cebine de fındık fıstık doldururuz. Şimdilik son fantezimiz bu. Maksat erken gelsin.
    Ay memlekete döndüm ya, hatırladım nasıl bir yer olduğunu buranın. Kardeşim geçen hafta arkadaşlarıyla Kuleli’de şöyle bir şeye şahit olmuşlar. Büyük yer almaya parası yetmeyen küçük çaplı bir otopark mafyası iki arabalık yer almış. Sonra da ek gelir olarak şöyle bir tabela asmış:  Manevra 2 YTL! Ne buyurursunuz? Boğaz trafiğinden dönüp kaçanları soymanın en fiyakalı yolu.  Ancak TC’de görebileceğiniz cinsten bir tabela.  Yorumsuz yani. “Niye çekmedin?” dedim Merve’ye. “Kimbilir fotoğraf çekmek kaç liradır diye çekmedim abla”, dedi. “Hatta gülmeye de korktum o da parayladır diye, olay mahallini terk edince güldüm”, dedi.
      Deniz feneri kiralayıp felsefe okulu kuran çılgın dostlarımdan bahsetmiştim. Üsküdar’da üç katlı bir evde oturuyorlar. Geçen kış salonun ortasına bir kuluçka makinası yerleştirmişler, büyüyenleri de alt katta semizletiyorlardı. Geçen ay Orta Avrupa seyahatine giderken bir komşularına yaklaşık 100 kadar civciv ve yarım çuval da mısır bırakıp kaçmışlar. Hala da almamışlar. Nasıl ama? Sizce benim roman kahramanı yaratmaya ihtiyacım var mı? Hazır yaratılmışı var: Deniz ve Levent!
     Bugün Nebi Hocam’ın yönettiği enfes bir Balkan sohbeti vardı okulda. Makedonya’dan  çok saygın bulduğum bir grup gelmişti. İdealist hallerine hasta oldum. (Bizim memlekette kalmadığından, yakında “ideal” kelimesini de sözlüklerden sileriz biz.) Tito’nun da tercümanlığını yapmış 80 yaşlarında harika adam (şair, çevirmen) İlhami Emin’in anı çıkısından harika bir an/anı çıktı. Yıllar önce Tito Anıtkabir’i ziyarete gelir. Çok hasta ve halsizdir. Bir taraftan İlhami Bey’in koluna girmiş, diğer elinde de baston taşır. Merdivenlere gelince, “böyle bir adamın karşısına baston ve dayanakla çıkamam” diyerek bastonu atar, amcayı da bırakır, acılar ve sızılar içinde çıkar merdivenleri. Hükümet ne yapıyor ? Atatürk ilke ve inkılâplarını müfredattan kaldırıyor! Söyleyecek söz bulamıyorum ki!
      Sevgili Derya (Tulga) kitabımın ilk okumasını yaptı. Pek çok hata, gözden kaçan detay bulmuş.  Allah ondan razı olsun. Memleket sınırları içindeki gerçek entellektüellerden biri Derya. 465 word sayfasını azimle okuduğu için ona müteşekkirim. Bu arada pek eğlenceli notlar da düşmüş aralarda bana. Düzeltirken gülmekten yere düşüyordum. Kitap onlarla birlikte çıksa şenlik diye buna derim ben. Bir gün ölürsem, çıkınımdan çıkar.
       Mr. Mutluluk Hattı (nam-ı diğer Yusuf Hocacığım) ile bir kitap yazıyoruz. Bu benim ilk kolektif kitabım. Yazarken öyle çok eğleniyoruz ki, bitecek diye üzülüyorum vallahi. Bu arada dünya kadar şey öğreniyoruz. Dünyanın en gereksiz bilgileriyle dolduk taştık. Mesela parmaklarla yapılan nadide “nah” işaretinin Romalılar tarafından kötü şansı kovalamak için merdiven altından geçerken merdivene yapıldığını biliyor muydunuz? Peki mutfakta patatesle soğanın asla aynı sepette saklanmaması gerektiğini? Çok fazla kavun yedikten sonra ölen Papa kimdir? Bilin bakalım biz ne kitabı yazıyoruz? Bilin bakalım biz delirdik mi?
       Deliler neden huni takar? Üniversitedeki odamda kuaför mankeni ve peruğun işi ne? Döncem ben size…