8 Ekim 2012

ADAMIN DİBİSİN, ADAMIM…

     
        Hande öyle diyor. Pazar gecesi 3 yaşındaki oğlu Massimo ile kudurduk biraz, kitap okuduk, “gatto nero” şarkısını bayılana kadar söyledik, gıdık, ısırık derken şenlendik biraz. Sonra uyumaya gittik Hande, Massimeddu (Massimocuk) ve ben. Uyandığımızda sabaha az kalmıştı. Bu yaştan sonra çocuk uyutmak böyle bir şey işte. Babam da kardeşimi uyutmaya götürürdü. Yarım saat sonra kardeşim o yenilesi kırmızı yanaklarıyla çıkıp gelir “baba uyudu, ses yapma”, derdi. Kuzunun maskarası durumu tabii.
      Geçen gün sabahın köründe İspanyolca dersime girdim. Çocuklara “geç geleni, kitapsız geleni derse almam” demiştim. Baktım kimsede kitap yok. Vay anasını, demek Özlem Kumrular’a ayak diremek haaaa, dedim kendi kendime.  Bir daha sordum “kitaplar alındı mı?” diye. Kimseden ses yok. Bu arada derse geç gelip de girmeye çalışanları da almadım içeri. Sonra arkadan titrek bir ses geldi: “Hocam, burası strateji yönetimi dersi”. İçeri girmeye çalışan dersin hocasını da geç geldi diye almadım ya derse, sanırım üniversite tarihine geçtim işte o sabah. Hohoyyt, kahkahayı koyup doğru sınıfımı aradım, buldum. Öğrencilerin hepsi korkudan erkenden ve “doğru” sınıfa gelmişler. Geç geldim diye beni almazlık etmediler sağ olsunlar. (Şanımdandır). Akdeniz tarihi dersimde bunu anlatıp güldürdüm çocukları. Ertesi gün de yemek tarihi dersi diye Akdeniz tarihine (yani bir gün önce güldürdüğüm çocukların dersine) girip alınacak kitapları yazdım tahtaya. Darma duman olan gestapo şanımı nasıl toplayacağımı bilemiyorum a dostlar…
      Yemek tarihi dersini alan bir kız öğrencim gelip sordu “Hocam, güzel mi?” “Ne güzel mi, evladım?” “Ders güzel mi?”. (Erkin Koray’dan “Fesuphanallah” geliyor hepimiz için… ) Benden cevap: “Evladım bu yemek tarihi dersi, yemek tarifi değil!” En mutlu verdiğim ders bu. Bu arada Bologna süreci dolayısıyla 4 yıl boyunca aynı dersleri vermek zorundaymışız. Veririz tabii, ama Bologna’da. Benim Bologna süreci de başlasa gari…
       Kasım ortasına kadar her hafta bir sempozyum var. En sevdiğim arkadaşım bavulum ve havaalanları olacak. Bildiniz değil mi şarkımı? “gideceğim tek yer havaalanı, bana lazım yeni yaşam alanı”. Yarın Limoges’a gidiyorum, Frenk ellerine. Sunumları yetiştireceğim diye hafta sonu kitapları yatağa doldurdum. Barbaros’un Gazavat’ını baştan okumam gerekiyordu. Daha az sıkılayım diye İspanyolca versiyonundan okudum. Takdir edersiniz ki sıkıntımın şiddetinde azalma olmadı. Sıkıntıdan ölmek üzere olduğum bir anda yılın teklifini aldım Hande’den. “Maurizio pizza yapacak, İtalya’dan bir kasa şarap da getirttik.”  Gazavat’ı gaza, pardon kaza ettim, kendisini bir sonraki emre kadar yastıkla baş başa bırakıp en sevdiğim eniştemin gastronomik faaliyetlerini takdir etmek üzere damladım Hande’ye. Her zaman demişimdir, İtalya’da yediğim hiçbir pizza yarışamaz Maurizo eniştemin pizzalarıyla. Pizza’nın başkenti malum Napoli. Saatler önce aldığınız numara ile gidip pizzanızı yiyebildiğiniz meşhur bir pizzacı var Napoli’de. Bize verdikleri numara ile dört saat sonrasına yer bulabilmiştik. Üstelik numaranız yaklaşırken sıraya girip en az bir saat de sırada bekliyorsunuz. Çin işkencesi yani. Üstelik pizzası da bir lokuma benzemiyordu. Zaten adını da unuttum mekânın. Daaa da gitmem zaten. Biz Mr. Mutluluk Hattı ile bir restoran açacağız, adı da “Lokumu Ye” olacak. Ama L harfinin çivisi çıkacak ve tepetaklak duracak.
       İki haftadır uyumsuzluk içindeyim. Sokağa çıkıp milleti dövesim var. “Ulan ben buradaysam, bunların ne işi var? Bunlar buradaysa, benim ne işim var?” sorusunu soruyorum kendime günde en az 3 defa. Maurizio’ya dertlerimi anlatıyordum, İtalya’ya kaçmaklığımı bildirdim kendisine. Yorgo Amcam gelmiş Selanik’ten. Marmara Etap’ın o güzel pembe-kırmızı salonunda buluşuruz her seferinde, tüm dostları da toplar. Canımın için papaz dostum Yannis de gelmiş. Onlarla buluşmaya giderken elinde musluk örnekleriyle Cervantes Enstitüsü’nün yeni müdürü, kadim dostum Pablo’yu gördüm Taksim’in göbeğinde. (Tam bir abzürd drama içindeyim son 24 saattir anlayacağınız. Koş Lola koş)  Geçen hafta tatlı eşiyle beni yemeğe götürdü, ama -onu yıllardır görmemiş gibi çığlığı bastım Taksim’in kalabalığında sevinçten. Sonra da dedim ki kendi kendime, “ulan dünyanın en güzel şehrinde yine o en sevdiğin İtalya-İspanya-Yunanistan üçgeninde küçük bir hayat kurmuşsun kendine, en sevdiğin insanlarla hem de, hala sızlanıyorsun, tam dayaklıksın kızım kereviz”. İkna oldum mu? Hayır. Ben Bologna’ya gideceğim.
    Biricik Shakespeare hocam Ercüment Hoca’ya gittim elimde şişe ile. “Evladım, bize bir şey getireceksen şişe getir”, dediği günden beri ona mutluluk içinde envai alkol taşıyorum. En sevdiği Fransız şampanyası. “Bu ülkede iyi bir şey yapılırsa, asla çok sürmez”, der hep. Eskiden (Hoca 90 yaşına bastı bu yıl, ne kadar eski olduğunu varın siz düşünün) enfes şampanya yapan bir Fransız varmış İstanbul’da. Ölünce oğlu kıvıramamış işi. İyi olan şey de uzun sürmemiş haliyle. Hoca bunu önceden sezdiği için tam tamına 60 şişe alıp dizmiş salona. Bernard Lewis ziyarete geldiği (hocanın en yakın dostlarındandır, hala mektuplaşırlar) bir gün “Ercüment, what are you going to do with all this mountain of champagne?”  diye sormuş şaşkınlıkla. Hoca da cevap vermiş: “I’m going to drink it!”
     Ercüment Hoca son 6 yıldır Beşiktaş’tan dışarı çıkmadı. Anadolu yakasına son olarak 60’larda geçmiş. Sayısız kitabıyla evinde yaşıyor. Tek gittiği yer Kabalcı. “Bodrum’a gittiniz mi?” diye sorduklarında “Evet”, diyormuş. “50 yıl önce.” “Mardin’e gittiniz mi?” “Evet, 60 yıl önce”. İkinci dünya savaşında burs kazanıp İngiltere’ye gitmiş, tam üç ayda! Önce Güney Afrika’ya oradan da gemiyle İngiltere’ye! Hem de savaş gemilerinden ve uçaklarından kaça kaça. Babası Atatürk’ün Rusça tercümanıymış. Bu sefer bana dedesinin dedesine dediği bir söz söyledi: “Terbiye çorbada, doğruluk minarede kaldı”. Sonra da dedi ki: “En az beş nesildir bu haldeyiz demek ki!”.
   Minare deyince Müjdat Gezen’i hatırlamadan edemeyeceğim. Çoğunuz biliyorsunuzdur, Müjdat Gezen’de asimetri takıntısı varmış. Bu yüzden evinden görünen yamuk minareyi düzelttirmiş. Hem de bir şehir efsanesi değil, gerçek bu. Elif Bologna’da bir sabah kahvaltısında anlatmıştı. Müjdat Gezen’in bizim okulda yaptığı konuşmadan aktardı. Vakıf üniversitelerinden birine gitmiş Sayın Gezen. Uyarmışlar öncesinden kılın teki bir irtica model çocuk var, abuk sabuk sorular sorar diye. Konuşma bitmiş, soru kısmına geçince beklenildiği üzere münasebetsiz çocuk atlamış: “Atatürk için homoseksüel diyorlar, doğru mu?” Müjdat Gezen her zamanki parlak ve atak zekâsıyla hemen yapıştırmış: “Evladım, neden merak ediyorsun bilmiyorum ama korkarım senin için tren çoktan kaçtı!”. Salon yıkılmış. (Salak da ters köşeye yıkılmış tabii).
      Gelecek sene Sabbatical alayım diyorum. Adı üzerinde, 7 yılda bir alınıyor. Ercüment Hoca kızdı bana. Ben zaten hayatı sabbatical şeklinde yaşıyormuşum, zaten İstanbul’da değilmişim. Geçen gün dolmuşta yine eşsiz bir an yaşadım. Şoföre geçen seneden kalma (kim bilir çantanın hangi deliğinde bunca zaman saklanmış- Polonya zlotisi vermeye çalışırken yakalandım. En son üç yıl önce Macar forinti vermiş ve “Ablaaa, bu nerenin parası yaaa!” diye paparayı yemiştim. Anacımmm, onlar da paranın ortasını sarı yapmasalarmış, n’apiiimm.
        Zaten sabbaticalvari geçen hayatım kapsamında Gisela ve Hülya yemeğe geldiler. Viyana Orientalistik’in iki güzeli. Gisela Sultan’ın Mutfağı’nı Türkçe olarak okuyan tek yabancı sanırım. (Bizim Türkler hiç anlayamadı kitabı, birkaç beden büyük geldi okura). Sıcacık sakızlı ekmek yaptım. Yarın ölecekmiş gibi bugün için yedik. Tek kişilik dev kadro olma yolundayım. Ata Demirer zayıfladı malumunuz. Şişman komik kadrosunda açılan yere talibim, döne döne geliyorum. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük bütün gece. Geçen sene Trento’da beni dinleyip tebrik eden, sonra da kartını veren son Habsburg’un kartına baktık. Gisela’nın kasabasındaymış bahsi geçen Sisi’nin yazlık sarayı. (Beni “evimiz” diye oraya davet etmişlerdi). İlk fırsatta röportaja gideceğiz birlikte. “Habsburg, Markus Habsburg” şeklinde kendisini tanıttığını hatırlayıp duruma bir kez daha ayıldım. Ancak benim başıma gelecek şeyler bunlar. Gisela’nın kocası da Arabist. Sınıfta Arapların soyadından çok ada önem verdiklerini göstermek için güzel bir örnek bulmuş. “Tafa, Mustafa”. Büsbütün yıkıldık gülmekten.   
        Hep söylerim. Bir kez daha söyleyeyim. Pek tatlı bir sözü vardır Yorgo Amcamın, bugün az Yunanlının söylediği. “O thelos na se filaei”: Tanrı seni öpsün. Mr. Mutluk Hattı diyor ki, tanrı zaten beni öpmüş. Ama ben farkında değilmişim. Tanrı’yla ilişkim kimseciklerinkine benzemez. Ben cennete gitme meraklısını olmadığım için dürüst davranırım ona. O da ona olan sevgimin ne denli saf olduğunu bilir ve beni mucizevî denecek şekilde korur. O’na her gece dua ederim. O’nu bir korku değil, bir sevgi mekanizması olarak görüyorum. Benim Tanrı’dan hiçbir çıkarım yok. Onunla olan ilişkim sadece iyi olmamı gerektiriyor. Yani tüm dinlerin dolambaçsız sonuna ben en kısa yoldan ulaştım. Ay, bir de düşünsenize ben burada sokakta görmeye dayanamadığım tiplerle bir de cennete düşersem vay başıma gelenler! Süt ırmaklarında, şarap ıraklarında intihar eder, geberemezsem incirle boğulmaya çalışırım gari. Cennetten kaçmanın 101 imkânsız yolu. Hey sen, üç dişli çatallı. Pişt, baksana, alt taraf çok mu sıcak ki leynnnn?
    Ay, unutmadan. Yunan konsolosluğunun Yunanca kurs bursu için sınava girdik Eyüp’le. Maksat unutmayalım, mezarda bile bitmeyen Yunancamıza renk gelsin. Seviye tespit sınavında önüme koyulan 78 sorunun hepsini yapıverdim. Bir de komik kompozisyon yazdım. Ama esas eğlence sözlü kısmıydı. Pek eğlendirdik hocaları sözlüye Eyüp’le birlikte girip. Mahalle baskısı, toplum baskısı, aile baskısı, kardeş baskısından sonra başıma bir de Yunan konsolosu baskısı çıktı. Eyüp’e güzel güzel sorular sordular. Sıra bana gelince ilk soru şu oldu: “Evli misin?” Ne lan buuuu?  Nasıl bir kader bu ya? Tatlı bir deyimle işi bağladım. “Rafta kaldım” (Emina sto rafi). Bence bu deyimden sonra Yunanca seviyem karşısında şapka çıkarıp beni göndermeleri gerekiyordu, ama baktılar çok eğleniyorlar göndermediler. Kızlar gülecek gibi oldular. “Ayy, gülün gülün. Kızkurusuyum ben!” dedim. “Yerondokori” kelimesini de duyduktan sonra sanırım beni kursa hoca olarak almaya karar vermişlerdir. Daha fazla kendilerini kasmayıp kahkahayı koyverdi kızlar. “Ama siz çok güzelsiniz”, dedi birisi avutmaya çalışarak. Gülme sırası bana gelince ben de içimden dedim ki, işte kızım kereviz ben de tam bu yüzden evlenmiyorum J
      Hande’de televizyon izledik biraz. Dünyaya döndüm. Dönmez olaydım a dostlar. Artık televizyonda alt satırda geçen yazılarda bile “de/da” ayrılmıyor, soru ekleri yapışık! Aklım durdu. Cehalet alt katmanlardan hızla yükselişe gitmiş, memleketin televizyonunda yazım hatası yapıp 70 milyona örnek oluyorlar ve kanalın danışmanları da cahil olduğu için göremiyor! Vallahi diyorum ki, iyi ki  “da” ile “de”yi ayrı yazmaktan başka komplikasyonu olmayan bir dilimiz varmış.  Anaaaa, ya Japon doğsaydık?  Rezaleti düşünebiliyor musun? Canım Atam, sen bizi kandırdın mı ya? Hani biz zekiydik, hani çalışkandık? Biz nerede yanlış yaptık yaaa?
      Neşet Ertaş’ı kaybettik malum. Ben onun değerini sonradan fark edenlerden değilim. Folklor geçmişimin en sağlam direklerindendir. 21 yaşımın tatlı günlerinde Japonca, Osmanlıca ve İtalya derslerine aynı anda gittiğim M.E.B.’nın halk dansları eğitmenliği kursu vardır bir de hayatımda. 11 adet folklor araştırmaları dersimiz vardı. Pirimizdi o bizim. Bugün ortalığın karıştığını duydum. Ahbabım olan bir yazarımızın Neşet Ertaş türkülerini erotiklikle suçladığını duydum. Zıvanadan çıktım. Sözlerinin yanlış yorumlandığı şeklinde savunma yapmış. Ama savunulmayacak bir şey var: “Ayıp” türkülerimizin yüz kızarttığı ve çocuklara dinletilmemesi gerektiği. Annem dese annelikten reddederim. Geçenlerde doktorumuz Levent’in “ayıp” türküleri analiz ettiğini anlatan bir bölüm yazmıştım. Bir iki türkü de örnek vermiştim. 38 yaşımdayım, sözlerine ilk defa doktorumuz söyleyince dikkat etmişim. O da tıbbın yanı sıra felsefe doktoru olduğu için araştırmacı gözle bakıyordu malum. Türkülerden tahrik olmak diye bir vakayı tıp bile açıklamakta aciz bence. İslam ve diğer bazı dinler erkekler hatunlara bakmasın da tahrik olmasın diye hatunları sağlıksız koşullarda kapatacağına, erkeklere kadınların oralarına buralarına bakmamayı salık verseydi daha sağlıklı olmaz mıydı acaba? Yazın sıcağınca peçeli hatunların yanında giden şortlu erkek Müslüman abilerde mi vicdan yok, yoksa yanlarında giden kadınlarda “ulan bu sıcakta bu herif efil efil, ben neden pişiyorum?” sorusunu soracak cesaret yok ? Moderen ilahiyatçıların işi bu, ben karışmam. Bana bakmak ve söylemek düşer.   Soruyorum güzelim türkülerimizden tahrik olanlara,  bayıldığım bir Avrupa Yakası repliğiyle? “Sizin tıpta bir karşılığınız var mı yaaa???”
     Ercüment Hoca Kabalcı’ya indiği günlerden birinde birisi Atatürk’le leziz bir saçmalık yumurtlamış. 90 yaşındaki hocam da aynen şöyle demiş: “Yaşıma bakıp aldanma evladım. Seni bir döverim, sen bile şaşırırsın!” İşte benim içimden de son zamanlarda etrafta gördüğüm ruh kırolarına aynen böyle demek geliyor.
       Lisani Osmani hocamın her gün bir kitap hediye edip, benim de onları bir gecede hatmettiğim zamanlarda tanıştığım muhteşem yazar Magda Szabo’dan bahsetmiştim size. Film Ekimi’nde onun tek gecede âşık olduğum kitabı Kapı’dan uyarlanmış muhteşem bir film izledik. Sanırım son yıllarda gördüğüm en çarpıcı filmdi. Bulun, izleyin por favor: Kapı.
         Sözlerime pek sevdiğim bir İspanyol türküyle son veriyorum: “Cogiendo melones, te he visto el culo”. Tam Türkçe meali: Kavun toplarken götünü gördüm. Hah, haydi çocuklar sansüre. Alo, İspanyol RTÜK mü? (Bir bakan Avustury TRT’si demişti yıllar önce, bir şey olmamıştı da benim icadı mı beğenmediniz haaa?) Sizde ayıp bir Türkü varmış, siz oradan çalınca bizimkiler burada bir fena oluyor. Kaldırın olm o türküyü. Görmiiim sizi buralarda. Duymiiim türkünüzü buralardan. Haydi daaalın.
        Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacımmm…