15 Ekim 2012

“Je t’aime” ille de “je t’aime”…

        
     Bloguma bu pek anlamlı Serdar Ortaç şarkısıyla başlamamın altında öyle romantik sebepler aramayın. (Ola da bilir tabii, ama siz yine de aramayın) Fransız olan her türlü şeye olan alerjimin yavaş yavaş bize ayrılan kısmının sonuna gelmiş bulunuyoruz galiba. Akdeniz tarihi dersimde de Akdeniz’e sınırı olmayan Portekiz’in Akdenizli olduğunu, lakin Fransa’nın onca sınıra rağmen Akdeniz ruhundan nasibini almadığını söylerim hep. Doğrudur. Lakin ben bu sefer Akdenizli olmasalar da onları sevmeye başladım sanırım.
     Malumunuz Limoges denen Allah’ın unuttuğu bir Fransız şehrinden geliyorum. Limousine desem bilirsiniz ama. Limousine Limoges’un sıfat hali, yani “Limoges’lu” demek. Uzun at arabalarıyla meşhur bu şehir Limousin’e adını vermiş. Paris’ten trenle üç saatte varıyorsunuz. Yol boyunca yemyeşil ovalar, şatolar, taş evler, değirmenler… Küçük bir rüya seyahati yani. Benden başka herkesin Fransız olduğu “Risques de voyages” sempozyumuna davetliydim. Adı üzerinde, yolda “yolculuk riskleri” , daha ziyade katil olma riski yaşadım. Ya rabbim, beş günlüğüne medeni dünyada nefes alacağım diye seviniyordum, Fransa’daki Arap nüfusunu hesaplamayı unutmuşum. Yolda tahmin edebileceğiniz gibi türlü Arap’la kavga ettim ve postu deldirmeden bir kez daha memlekete giriş yaptım. Önce havaalanı otobüsünde derin sessizliğin için en hayvani tondan anıra anıra konuşan bir Arap’a koskoca otobüsün neden katlandığını sordum kendi kendime. Sonra dedim ki “kızım kereviz, bu Fransızlar ehl-i kibar, ama sen değilsin. Gir konuya!” Hışımla abinin yanına gidip otobüsteki kimsenin yasa önünde 45 dakikadır ona katlanmak gibi bir zorunluluğu olmadığını söyledim. Yasa, zorunluluk gibi kelimeler bizim Arap abiye Fransız kaldı tabii. Bir mutabakat sağlayamadım ayıyla, pardon abiyle. Sonra bu Fransızlara şöyle dedim içimden. “Hah, sen misin, gidip el âlemin memleketini gidip fethedip sömüren, al sana cezası”. Onların da suçu yok tabii. Herifler bağıra çağıra yaşamaya alışmışlar, kendi vahşi doğalarında mutlular. Suç onların kendi doğalarında rahatını kaçırıp şimdi uyum sağlayamadıkları ülkelerine dolmasına sağlayan Fransa’da. Sonuç: Ben üçüncü bir şahıs olarak postum pahasına gidip çatarım medeniyetsiz insana. (Bir sonuç çıkmaz, o başka!).
      Bu arada yola çıkmadan önce kardeşim bana pek sevdiğimiz bir Yiğit Özgür karikatürü hatırlattı. Hemen paylaşayım buracıkta.

      Ercüment Hoca gitmeden önce beni uyarmıştı. “Evladım Limoges’un porseleni çok meşhurdur, sakın ilk defa duyduğunu söyleme onlara, pek alınıyorlar buna”. Hiç çaktırmadım. Gerçekten de porselen müzesindeki parçalar aklımı aldı. Ya Picasso’lara ne demeli? Kim der Fransa’nın unutulmuş bu köşesinde Picasso’muzun porselenleri var diye! Ya Renoir’a ne demeli? Burada doğduğu için ilk eserlerinden bazıları müzede saklı. Güzel Sanatlar Müzesi’ndeki Ortaçağ’dan kalma mineyle işlenmiş eserlere de ruhumu bıraktım. Roma köprüsü, yağmurlu sokakları, bahçeleri, taş evleri, Gotik-Romanesk kiliseleri ile gönlümü çeldi bu mavi göklü şehircik.
         Muhteşem bir kadrosu vardı sempozyumun. Osmanlı tarihini Fransız pirlerinden Jean-Louis Bacque-Grammont ve her daim anlatacak ilginç bir hikâyesi olan saygın dostum Alain Servantie başta olmak üzere pek renkli yüzler vardı. Asur, Hitit ve Sümerciler vardı şaşkınlıkla dinlediğim. Düşünsenize adamlar şakır şakır tablet okuyorlar ve tabletlerdeki yolculuk riskleri kısımlarından sunum yaptılar. Vallahi billahi I’m impressed anacımmm. Harika sunumlar vardı. Bir tanesi 18. yüzyıl sonunda İstanbul’a gelen Fransız elçisinin kaybolan bagajlarının izlediği yolu konu alıyordu. Zamanın siyaseti ve coğrafya bilgisiyle süslenmiş muhteşem bir sunumdu ve tam bir polisiye tadındaydı. Bagajların şehir şehir gittiği yolu çılgın kaynaklarla izlemiş Berthier. Ohh be, biraz tarihçi gördü gözüm yine. Vizyon, bilgi sahibi, dil bilen, kaynak tanıyan tarihçi profili. Memleketimde katıldığım sempozyumların eksiksiz her birinde birkaç kıt akıllının çıkıp bana sözlü saldırıda bulunmasından gına geldi. Mr. Mutluluk Hattı’nın tabiriyle “kifayetsiz muhteris”lerin kıskançlıklarından usandım gari.  Yokum arkadaş ben bundan böyle aranızda.
      Gördüklerim bana kalsın, ben size yediklerimi anlatayım. Bol bol ızgara ördek ve foie gras yedik bittabi. Bayılırım kaz ciğerine! Derste de anlatırım bu çılgın etimolojiyi. Latin dillerinde karaciğer kelimesi “incir”den gelir. Çünkü kaz, domuz gibi ciğeri sevilen hayvanların ciğerlerini tatlandırmak için onları incirle besleyip, zaman zaman çatlatıyorlarmış hayvancıkları. Dolayısıyla mesela İtalyanca’da “fico” incir, “fegato”  da “incirlendirilmiş” yani  “karaciğer” demek. İspanyolca “higo” ve “hígado” gibi. Benim gibi etimoloji meraklısı bir konuşmacı daha vardı aramızda. Amca Lüksemburg devlet bakanıymış. Bir de yakışıklıydı sormayınnnn… Masmavi gözler, boy, endam… Hayatımda gördüğüm sayılı akıl almaz entellektülerdendi. Akıl ermez bir dilbilim meraklısı bir yakışıklı. Sanskritçe bile biliyor. Beş gün boyunca yoğun dilbilim dersleri almış gibi döndüm eve. Hey yavrummm, yarım milyonluk Lüksemburg’un devlet bakanı profiline bak, bir de bizdeki duruma bak. Adamlar en az 7-8 dil biliyor, tarih, edebiyat, siyasi bilimleri geride bırakmış etimoloji, anlambilim, vs. gibi ince dallarda da bencileyin bir filologa parmak ısırtacak düzeydeler. Neden bir Doğu ülkesiyiz, şimdi daha iyi anladınız mı?  
       Nehrin kenarında, eski Roma köprüsünün dibinde ve bittabi nehre bakan iki katlı ahşap bir restoranda muhteşem bir ziyafette idik. Hayatta her şeyi en az bir kere tadarım, beğenmezsem bir daha yemem. Velâkin çiğ et konusunda bir gün düzelirim umudu içinde saygın bir direnç göstermeye devam ediyorum. Proteinleri kaçmasın diye çiğ yiyecekmişiz eti? Neden? Bir Tatar mıyız, yoksa manyak mıyız? Yoksa bu proteinler aseton mu? Kardeşim Övropalı’nın bu protein kaçması bahanesine çok gülüyor. Canımın içi tez hocam José Luis beni bir gün sınırdaki Portekiz köyünde muhteşem bir parador’da yemeğe götürmüştü. Beyaz badem soslu et gelmişti. Usul usul bir parça keseyim demiştim ve o bembeyaz sosun içinden kan fışkırıvermişti. Ben de bunca sürprizi mahvetmeyeyim diye tabağıma bakmadan kesip yutmuştum o çiğ be çiğ eti. Hala direnirim bu işi başaracağım diye, ama gram ilerleme yok.
      Belediye sarayında kokteyl sonrası farklı bir yoldan oteli bulmaya çalışıyorduk. Yağmur tepemizde. İki yakışıklı ilkçağ tarihçisi bana güvenmişler, ben de asla şaşmayan o oryantasyon yetimle onları otele doğru götürüyordum. Delikanlılardan biri “Emin misin doğru yolda olduğumuzdan?” dedi. Ben de bir kuaförün üzerindeki ikisi kadın bir erkek olan profillerden yakışıklı ve erkek olanı gösterip, “Evet”, dedim, “Bunu hatırlıyorum”. Pek şaşırdı arkadaş. Ben de şaşırmasına şaşırdım. Ben belki yolları arkamda döktüğüm yakışıklılardan hatırlıyorum, geri dönerken onları topluyorum.  Anaaa, toplum baskısı yakamı bırakmıyor. Ben de ne yapacağımı şaşırdım yaa… Kız arkadaşlarım fosilleri beğenmemden muzdarip, Hande’nin deyimiyle yatak odasıyla kütüphaneyi karıştırmamdan dertli. Delikanlılar da yakışıklılara meyl etmemden rahatsız.  Aranızda bir karar verin, ben de ona göre adım atayım bari. Aloo, tünele girdim, hiçbir şey duyamıyorum… Çekmiyor anacıımmm…
     Bu ayki Sky Life’da bir hatun kişinin yazısı vardı Ortadoğu ve Balkanlara sattığımız dizilerle ilgili. Yazar Ortadoğu’dan gelen turistin son yıllarda %350 artmasının sebebinin doğrudan diziler olduğunu söylüyor. Güzelim, pek çok Arap ülkesine vizeleri kaldırdığımızı, o yüzden beş kuruş bırakmayan bir sürü döküntü turistin İstanbul sokaklarını ve Bursa’nın hamamlarını, kaplıcalarını doldurduğunu sen mi bilmiyorsun, yoksa birilerine yaranmak için mi yazmıyorsun? Diziymiş! Güleyim bari. Geçen yıl Büyükada’daki evlerin bahçelerinden içeri girip büyük tuvaletlerini yapmış bu adamlar üzerinize afiyet! Aynı yazara dönüyorum. Yazısında dizilerin Türk kültürü yaydığını, bunun bir kültür turizmi olduğunu yazmış. Hangi kültürümüzü yayıyormuş bu diziler merak ettim doğrusu? Muhteşem Yüzyıl’a bak, rezalete gel. Hayatta sadece on dakika izlediğim ve on dakikasında 6 adet ciddi hata bulduğum bu dizi hangi kültürümüzü yayıyormuş acaba? Saray entrikası mıymış kültürümüzün özeti? Bunca renkli kültürümüz için de yaydıklarımız bu muymuş?
      Diyorum ya, Fransa’nın sızlanmaya hakkı yok diye. Bakınız nasıl haklıyım. Hac mevsimi yine gelivermiş yine. Paris’te havaalanında uçağı beklemek için salona bir girdim. Amanin!! Bütün koltukların arasında Müslüman din kardeşler namaza durmuşlar! Biri kalkıyor, biri secdeye varıyor. Ayakkabıları çıkarmışlar salonun orasında, ben diyeyim 60, siz diyin 70 kişi Paris’te, havaalanının göbeğinde namaz kılıyor! Farz edin ki bizim havaalanında başka bir dinden 60-70 kişilik bir grup ibadet ediyor. Mesela çivi yataklarını getirmişler yatıyorlar. Nezarete atarlar alimallah toplu eylem yapmaktan. Allah’ın bir kulu da çıkıp “kardiş, burası havaalanı, mescit değil!” demedi. Korkuyorlar da ondan diyemiyorlar. Güya “hoşgörü” gösterisi yapıyorlar. Bu da Fransa’nın stili: hoşgörü maskesi. Sonra da Atatürk’ü yüzyılın 100 zorbası listesine koyarlar tabii. Şaşmamak lazım.
      Neyse, onu yapan Fransız politikacılar. Ben burada Fransızlara karşı önyargımı kırmaya çalışıyorum kendi çapımda. Dedim ya, bu sefer sevdim onları. Tren istasyonuna trenin kalkmasına on beş dakika kala yerleştiğimde oradaki görevlinin benimle özenle ilgilenmesi, biletimi onaylatmak için makine makine koşması, benimle birlikte sıraya girip işimi halletmesi; yol sorduğum insanların tüm içtenlikleriyle bana yardım etmeleri, güler yüzleri, nezaketleriyle Fransızlara on puan, on puan, on puan…
     Guareschi’nin Il marito in colleggio kitabını bitmesin diye yavaş yavaş okuyordum. Limoges’da bir gece otelde bitiverdi. Kitap çok komik. Ama ben bir ağladım, bir ağladım sormayın. Salya sümük koyverdim kendimi gece gece. 20 yıl önce okuduğum kitabın bir tek sonunu hatırlıyordum. ( Aynı Woody Allen’in hızlı okuma kursunda okuduğu Savaş ve Barış hakkında hatırladıkları gibi: olay Rusya’da geçiyor !)
      İslam Korkusu kitabım editör elinde. Editör de en yakın arkadaşlarımdan Hülya çıkmasın mı Doğan Kitap’tan! Başladı bizde şenlik. Akademik hayatımızın ilk makalesini birlikte yazmıştık. “Marshall Planı’ndan Marshall amplilerine: İstanbul’da Rock’ın tarihi ve coğrafyası”. Pek hoş bir makale olmuştu, çünkü biz onu geceleri kahkaha komaları eşliğinde yazmış, onu gülme krizleri ile beslemiştik. Şimdi bizim edisyon işi de aynı şenlikte devam ediyor. Geçenlerde ilk gece çalışmamızı yaptık ve bittabi kırıldık. “Pitoresk melanj ne biçim bir laf ayol, atıyorum ben bunu” diye başladı Hülya. Sonra “Türk okuru zorlanmasın” diye bir dizi temizlik yaptı ki sormayın a dostlar. Bütün gece şuna güldük: Kitabı düzelttikten sonra bana veriyormuş, işte şimdi harika oldu diye. Ben de açıp bakıyor muşum ki 500 sayfa şuna inmiş: “Ali gel!”.
      Geçenlerde kardeşim ve Mr. Mutluluk Hattı ile sinemaya gitmiştik. Ben evde yaşamıyorum, ama gün boyunca on bin yerde koşturduğum için elimde dört mevsime uygun çantalar oluyor. Eviniz çantasında taşıyan ve sokakta yaşayan kadınlara Bag lady deniyormuş. Yeni adımı pek beğendim.
       Evimde nadiren oturabildiğim için yemek yapmıyorum. Dolayısıyla sepetteki kuru soğanlar yeşillenip, ağaç oluyor. Kardeşim de aynı durumda. Bizim evler arasında mekik dokuyan annemle babam artık mukayeseli dokundurmalara başladılar. Babam benim ağaç boyundaki soğanlara bakıp “Aaa, Merve’nin soğanları daha uzun”, dedi. Yıkıldım gülerken. Uğur Gülsoy’un  Fırat’ının tatlı bir karikatürü vardır, Fırat perdenin arkasına saklanıp “Meğersem burası benim evimmiş” der ya… İşte ben de bavuluma girip aynen öyle diyorum. Evi de kiraya veririm: Beylerbeyi’nde, sahilde Savanora manzaralı ev. Yatağın üzerinde ayağa kalkarsanız Ortaköy’e kadar Boğaz tam anlamıyla ayaklarınızın altında. Hiç oda, çok salon. Kapısız, bol kemerli, ferah ev. Bahçesindeki kuzu büyüklüğündeki tavşan ve kaplan vahşiliğindeki kediler de beleşe geliyor. Sazan Aksu’yla davar, pardon duvar komşusu; mutfağında adam boyu soğanlarıyla yaratılan yeşil bir ortam, fotosentezi kendinden, yandaki otopark mafyası tarafından güvenle korunan, denize 100 metre, 1580 yapımı Abdullah Ağa Camii’ne ve müezzinine 30 metre uzaklıkta. (Sabah müezzin abi ezanı kulağınızın içine bırakıyor adeta, bu hizmet de verdiğiniz vergilerden çıktığı için beleşe geliyor yine). Her biri adeta film kahramanı olan komşularla şenlendirilmiş apartmanda eğlence de kiraya dâhil. Sazan Aksu’nun evinden gelen bin bir tadilat/gürültü karşısında kiremitlerini vurmak suretiyle kırmanız için 1.5 metrelik Vileda sopası da müessesemizin ikramı. Meşin, 12 aylık eurolar peşin.
       Limoges’a giderken fakültemizin çay odası sorumlusu, dünya tatlısı Şükran Hanım bana kimsenin aklına gelmeyen güzel bir dilekte bulundu, “İnşallah âşık olur da gelirsin.” Ama kime olmam gerektiğini söylemeyi unuttuğu için ben onsuz karar bir vermek istemedim. Daha doğrusu korkarım ben artık iyice ruhsuz bir terliksi hayvan oldum. Ayy, “kime âşık olayım ayol, hepsi kırrrooo” diyorum, sonra Tanrı kafam karışsın diye bir çuval harika adam gönderiyor (bana kapak olsun diye), bu sefer de bir bakıyorum ki, benim yeşeren soğanlarımı atacak kadar bile vaktim yok. Hele kraliçenin çay partisine gidecek kadar, hiççç…
    Ayağımın tozuyla kardeşimle “To Rome with love”a gittik.  (Roma’ya buradan ben de sevgi gönderiyorum fırsat bu fırsat). Woody Allen bu, hiç hayal kırıklığı yapmaz.   Sakın kaçırmayın derim.
       İspanya’nın bana verdiği iki yıllık vizeyi bir yılda bitirmişim. Hesapladım, bir yıl içinde 90 gün sadece Avrupa ellerinde imişim. Yani dört günün biri medeni halim Övropa imiş. Vizem de bitivermiş. Ben bir haftaya kadar Sardinya’ya gidiyorum a dostlar… Gastronomik bir konferans vereceğim doktora öğrencilerine. Sizin için culurgionis yiyip, mirto içeceğim, ceplerimi cassata’larla doldurup geleceğim. Döndüğümde yediklerimi, dolayısıyla bu bilinmedik kelimeleri anlatacağım. Sözlüğe davranmayın. Eski dostları görüp, eski sevgiliye sövüp, masaları süpürüp döneceğim. Bekleyin.
      Annneeee… Bitttiiii!