31 Ekim 2012

SARDUNYA BİR ÇİÇEK ADIDIR!



      Aklım sıra gönderme yaptım. Kitap İspanyolcadan Türkçe’ye bile çevrilmedi. Neden, kim anlasın ki “Malena bir tango adı değildir” nam kitaba akşam akşam saçma sapan gönderdiğimi. Almudena Grandes nam hatun yazar, İspanya’da bir numara. 23 yaşımdaykene bir kitabını çevirmiş, sonra da tesadüfen Napoli’de karşılaşmış, tanışmıştım. (Hülya burada olsa “tesadüfen karşılaşılmaz” derdi, ama ben vurgu yaptım).Ama biraz bekler, bana bir şans verirseniz konuyu bir yere bağlayacağım, kısmetse. Malum İslam Korkusu kitabı yakın dostum Hülya’nın editörlüğünde düzeliyor. Bu sayede annemden çok onu görüyorum. Yıkılıyoruz gülmekten. Kitabı nasıl bir psikoloji ile yazdıysam çoğu zaman bir mok anlaşılmıyor. Hülya da yanlara şenlikli notlar düşmüş bizim dilimizde. “Espürü nedir?” diye bir notu var ki, yıktı beni. “Bir şey anladıysam Arap, Sarazen, Mağripli olayım” şeklinde yorumda bulunmuş. “Burada ne demek istedin?” diye soruyor. Allah bilir hangi kafayla yazdıysam ben bile anlayamıyorum. Aynı Japonca tuttuğum günlükler gibi: şimdi ben bile anlayamıyorum! Evde çalışırken neyse de, okulda ya da yayınevinde çalışıyorsak dışarıya çıkan kahkahaları şöyle açıklıyoruz: “Ekmek Kuran çarpsın çok ciddi ve acil bir iş yapıyoruz!” Diğer bir taraftan Halil Hoca da kitabımı okuyor. Bugün bana telefonda “tam senin kitabını okuyordum”, diyerek kitaptan bir cümle okudu. (Cümle üzerinize önceki hayatında tek başına bir paragrafmış.)  Halil Hoca kibarlığından koskoca cümleden on küçük cümle yapılması gerektiğini söylemedi, ama ben anlayıverdim.
     Dönelim İslam Korkusu’na. Dünya dünya olalı böyle eğlenceli İslam korkusu kitabı görmedi. Hülyacığım anlaşılmayan yerleri işaretleyince kitapta yer kalmamış. Biz de onları sabırla, kahkaha komaları arasında düzelttik tabii. Taze yaşanmış bir örnek alalım. Endülüs’te bir kadın esirin satılması söz konusu. Mekân: esir pazarı. Sonunda onu alacak biri çıkar. Şimdi bir de benim kurduğum cümleye bakalım: “Fakat sonunda sevgisinde samimi bir delikanlı gelir.” Hülya’dan yorum: “Sen paradan haber ver! Esir pazarı kızım burası! Ne sevgisi, ne samimiyeti!” Burhan Altıntopsal bir replikle benden cevap: “Heee, dağammm  o zaman”.  Pasajı bir daha okuyunca koptuk. Ben de kendi kendime sordum tabii “Kızım kereviz, bu neyin kafası?”. Anacııım, aşk romanları yazmaktan mı sapıttım, yoksa dışarıya ayı taklidi yaparken içime sakladığım duygusallıktan böyle oluyor bilemiycem vallahi. Yoksa uyurgezer oldum da geceleri kalkıp kalkıp romantizm kursuna mı gidiyorum, bilemedim a dostlar.
        Size Hülyacığım’ın kitabımı nasıl kırptığını anlatmıştım. (Son halini bana verdiğinde şöyle kalmış olacaktı hatırlarsınız: “Ali gel”.) Az bile kırpmış. Benim kitap 520 kitap sayfası olmuş, hem de Doğan Kitap’ın devasa sayfa boyutuyla! Hülya yanımda kırpmaya devam ederken ben de şöyle bir komplo teorisi geliştirdim. Hülya kırptıklarımdan bir “İslam Korkusu 2” kitabı yapıyor. Ben fuarda kitap imza günümde önümdeki kütük gibi kitapla sinek avlarken, Hülya Türk okuyucusuna hitap eden az sayfalı kitabıyla imzalara yetişemiyor. Üç dört arkadaşını da seferber etmiş, onun imzalayamadıklarını arkadaşları imzalıyor, ortalık yıkılıyor. Nasıl sahne ama?
       Dünyanın kayıtsız şartsız en güzel adasından geliyorum: Sardinya’dan. Tek kelimeyle mikemmel denizi, leziz ötesi mutfağı ve renkli tarihinden de önemlisi insanının katıksız dostluk ve samimiyeti. Geleceğimi duyan tüm dostlar bana sürpriz yapmışlar. Harika bir doktora sınıfına etimolojik bir yemek tarihi konferansı verdim. İtalyanca konferans vermenin benim ve -dolayısıyla dinleyenler- için en şenlikli yanı hayatta her şeyi İspanyolca düşündüğüm için zaman zaman -daha ziyade hiç olmayacak zamanlarda- araya İspanyolca bir kelime karışması oluyor. Mesela “burro” İtalyanca “tereyağı”, İspanyolca “eşek” demek. Bildiniz mi şimdi az ve öz rezaleti… Bu arada, hazır konu açılmışken ilk defa eşek eti yediğimi söylemeyi de unutmayayım. Kömürde ızgara eşek etini bir yiyen bir daha başka bir şey yemez. Bayıldım! Çok küçükken Çetin Altan’ın bir kitabında okumuş ve yıkılmıştım. Topkapı surlarının ardında at ve eşek etinden yapılan sucukları anlatıyordu esefle Çetin Altan. Malumunuz ben 2 yıl önce salam-sosis-sucuk üçlüsüne veda ettim. Kardeşimin tıp fakültesinden bir hocası memleketteki bu üçleme markaları üzerine bir deney yapmış. Sonucu söylemeyeyim, sadece şunu söyleyeyim: siz de bırakın!
     Güzel Sardinya’ma dönelim biz. Gördüklerimi boş verin, yediklerimi anlatayım. Tüm zamanların en karizmatik hocası Gianni vardığım akşam bizi enfes bir restorana götürdü. Özlediğim her şeyi yedim. Patates bazlı, şeklen hınkalın aynısı olan Sardinya spesiyalitesi culurgonisleri lop lop yuttum. Sonra içi eriyen peynirle dolu, kocaman yuvarlak kızarmış bir makarna hamuru olan ve dumanı tüterken bala yatırılarak yenen sebadaları da yuttum. Tereyağında pişmiş parmesanlı dil balığı yedim, bayıldım.  Oh, adanın yerli içkisi mirtodan içtim. Gece yemeğinin  ilerleyen saatlerinde Luca sürpriz yapıp geldi, balığa yetişti. “Çocukları uyutup kaçtım” dedi. Bütün arkadaşlarım üremiş, çoğalmış. (Oh, ne güzel, dünyayı Sardinyalılar sarsa, hayat kurtulsa.) Konferans sonrası Il Gatto nam çok şık bir pizzacıya gittik doktora öğrencileriyle. Bir sonraki yaşama da yetecek kadar güldüm. Benden üç yaş küçük dünya tatlısı Eva nam bir kız var idi ki, şovda tek kişilik dev kadro. Anlattığı sayısız hikâye arasında en çok okuduğu Katolik okulunda yaşadığı protest hayatı sevdim. “Anneni mi daha çok seviyorsun, tanrıyı mı?” “Annemi”, “O zaman şimdi şu karanlık odada iki saat düşün bakalım”. Birkaç defa daha “annemi” dedikten sonra “Tanrıyı” diyerek yırtmayı öğrenmiş. Eva dini sistemi bir güzel alaya alarak okulu bitirmiş. Gianni de Cizvit okulunda okumuş, ama daha genç yaşlarında koca bir komünist olmuş. Malum Katolik okullarında Latince, Yunanca, felsefe, retorik ve bilumum enfes ders en muhteşeminden öğretiliyor.  İsteyen sadece eğitimi alıp, ruhuna dini kısmı sokmuyor, donanmış şekilde kaçıyor. Bir de bizdeki hale bak.
      Öyle çok güldük ki, çocuklar beni damarlarımda dolaşan %50’lik alkollü mirto ile otelin kapısına bırakırlarken Gianni onlara “dikkat edin, şehre kaçmasın, çok tehlikelidir”, deyince bir gülesim geldi ki sormayın. Tamam, Türkiye’de herkes kızdığım zaman bir erkeğe neler yapabileceğimi fazlasıyla biliyor. İntikamlarım dillere destan. Benden korkuyorlar. Ama anacım bunu Avrupa’nın bilmesine de gerek yok ki, değil mi canım? Limoges’da akşam yemeğinde konu nereden açıldı hatırlamıyorum, konu gele gele yine oraya geldi ve Alain Lüksemburg devlet bakanına “Özlem’in kitapları var biliyor musunuz?” deyip o “kitapların” niteliklerini sayıvermez mi? Gördüğünüz gibi arkadaş kurbanıyım ben. Dün gece Hülya da bu konuda özel tarihime geçecek bir replik hediye etti bana gecenin bir yarısı.  Benden korktuğunu sandığım bir Rum papaz arkadaşımdan bahsediyorduk, apansızın şu yorumda bulundu: “Zavallı adamın kendini kurtarmaya çalışmasına saygı duyuyorum!”  Yıkıldım gülmekten.
      Zamora’da her yıl paskalyada binlerce kukuletalının sessizlik içinde yürüdüğünü ve sadece kumaş sesinin duyulduğu tüyleri diken diken eden gösteriler yapıldığını söylemişti Ana. Ama bu törenlerde ertesi gün “los borrochos”(sarhoşlar) yürüyüşü yapıldığını buna katılan öğrencilerden biri Giuseppe söyledi. Sonra Kastilya’nın geleneksel çorbası olan sarımsak çorbası dağıtılıyormuş yüzlerce tas. Geri dönmek için otobüse döndüklerindeki kokuyu da ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Zamora demişken, Zamora’da evlenecek kızlar düğün günleri yağmur yağmasın diye rahibelere 24 adet yumurta götürürler. (Rahibe tatlıları meşhurdur İspanya’da). Pişşt, İsa’nın gelinleri, kara çarşaflı rahibe hatunları, bakar mısınız bi? Size 48 düzine yumurta getirdim. Anlaşabiliriz, yağmurlu ya da yağmursuz düğün istemiyorum. Roman okur gibi Asur tabletleri okuyan, utangaçtan bir Fransız Asurolog varsa elinizde, gönderin bana. Söz veriyorum, kitabını yazmayacağım.
     Sardinya nezaketi, cömertliği ve semizleten mutfağından sonra Alitalia’ya binince insan rüyadan düşüyor. Son beş yıldır uluslar arası uçuşlarda bile “yemek” diye verdikleri şey tırnak büyüklüğünde tam tamına 7 adet yuvarlak kraker! Biletler hala pahalı tabii. Ulan, bir utanın be! Alitalia, daha önce söylediğim gibi Always Late In Taking off, Always Late In Arriving’in kısaltılmış hali. Şöyle yaptım, o da oldu: Always Late In Taking off, Always Lazy In “alimentare” (nourish). Bir de soruyorlar, “tatlı mı, tuzlu mu?” diye. Ulan, 7 adet kraker için bana cümle kurdurtmayın. Bırak dağınık kalsın hacı! Tek sorun bu olsa yine iyi. Bir aralar Alitalia ile seyahatlerimde başıma gelenlerden bir kitap yapmayı düşünmüştüm. (Ansiklopediye doğru gidiyordum). Bu sefer bakalım neler olmuş: Cagliari-Roma uçuşum arasında çok az vakit var ve doğal şartlarda yetişmeme imkân yok. Ben de steward’dan beni bomboş olan ön sıralara koymasını rica ettim. Zaten asabiydim,  bir de herif  “vallahi olmaz” deyince aramızda şöyle bir diyalog geçiverdi çaresiz:
Sahne 1.
-Neden olmuyormuş?
-Uçağın dengesi bozluyor.
-Ben 50 kilo bir insanım (On’luk saydım, 8 tek basamaklıyı bu işe karıştırmadım, baskül 58 gösteriyor olabilir), 200 kilo mu görünüyorum ben? Siz bana şişman mı dediniz, yoksa şaka mı yapıyorsunuz?
-Hayır efenim, incesiniz, ama denge bozuluyor.
-Siz tıpır tıpır bir oraya bir buraya giderken bozulmuyor, ben birkaç sıra önce oturunca mı bozuluyor bu uçağın dengesi? Bu Alitalia uçaklarına has bir patolojik durum mu?
-İnanın bir sonraki uçağa yetişeceksiniz. Bana güvenmiyor musunuz? (“Non si fida di me?”, ağır cümle hani.)
-Sizi ilk defa tam tamına beş dakika önce gördüm. Neden güveneyim ben size? (Manyak mıdır, nedir? Hatta şöyle desem daha güzel olurdu: “Ay, ben sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum. Her türlü insan var, maazallah!)
-Tecrübem var benim.
-Benim de Alitalia uçuşlarında uçak kaçırma konusunda tecrübem var. Her seferinde bir şey (aslında bir bok demek istemiştim, ama hala kibar sayılırım) olduğundan tecrübe yaptım kendime. Bununla birlikte 4. kaçan uçağım olacak kısmetse.  (Ve Özlem Kumrular gider)
     
 Sahne 2:   On beş dakika sonra, muhteşem servis saati. (Leziz krakerlerden yok, çünkü o delicatessen sadece uluslar arası uçuşlara has bir incelik.)

-Çay, kahve, su?
-Almiiim sağol. Uçağın dengesi bozulmasın şimdi boş yere. (İçimden altyazı: Kızım kereviz, çaysız kaldın ama değdi vallahi. Ne zamandır bu kadar taş ve gedik proporsiyonlu bir cümle kurmamıştın. Yok yere gurur mekanizması çalıştı şimdi akşam akşam.)

Sahne 3: Yarım saat sonra, uçak durmuş, ışıklar yanmış ve yolcular ayakta bekleşmektedir. Şöyle bir anons duyulur:
-Acele etmeyiniz, merdiven biraz gecikecek.
    Benden fiyakalı bir piruet ve steward’a iki elimle kendimi gösteren bir jestle tek bir kelime ve sarkastik bir gülümseme:
-Tecrübe!
     Merdiven tam tamına 15 dakika sonra geldi. Ben de spor salonunda harcadığım yılların faydasını sahada bir kez daha gördüm. Işık hızıyla uçup, ortalığı velveleye verip uçağa kıl payı yetiştim. Aklıma Rafael’in yıllar önce anlattığı bir fıkra geldi. Size daha önce de anlatmıştım sanırım. Adama sormuşlar Türk cehennemi mi, Alman cehennemi mi, Fransız cehennemi mi diye? (Ceza olarak mok yediriliyormuş cehennem-i mezkûrda). O da “Türk cehennemi”, demiş. “Tabak gelse, kaşık gelmez; tabak gelse, mok gelmez!” Bana kalırsa İtalya varken biz ikinci lige düşeriz. Rötarsız gelse, merdiven gelmez!     
   Sardinya konferansı öncesinde kardeşimden gelen bir mesajı paylaşmak istiyorum: “Öğrenciler! Yakalayın! Kaçıyo! Ders yerine ıvır zıvır aktivitelere katılıp maaşını tıkır tıkır alan şerefsiz orada işte. Şişko olduğu için kaçamıyo! Ben tuttum, siz vurun!”  Heh he, sen onu bir de bir dakika önce çıkmanın hayal olduğu derslerimde elimden çekenlere, hafta sonu telafi derslerine gelip telâfe olan mini mini birlere, sevimli ikilerime sor. Anacıımm, üniversitenin yaptığım her reklamı için bir kuruş alsaydım köşeyi dönmüştüm vallahi.
      Bir kurban bayramını da kazasız belasız atlattık. Allah Sardinya’dan razı olsun, beni bağrına bastı. (Onlar da az et meraklısı değiller, ama haydi neyse.) Sonra da diyoruz neden cümle âlem millete, ümmetçe vahşiyiz? Ulan çocukluğumuzdan beri hayvanların kan revan içinde boğazlanmasını yakinen takip ediyor, hayvana tuz verip, gözlerini bağlıyoruz. Dışarı çıkıp bir de olaya dışarıdan bakın bakalım. Bildiniz mi neden ruhsuz, vicdansız ve caniyiz? Ortaçağ’da papalar, imparatorlar, krallar arasında gidip gelen en nadide hediyelerden biri meyve sepetleridir. İnek şart mı şekerim? Sebze, meyve dağıtsak? Hem daha az kanlı olmaz mı? Beni seven bana bir sepet lichy göndersin, konserve de kabul.
      29 Ekim’de Ankara’da olasım vardı. Cumhuriyet bayramı kutlamalarına katılıp Türk Yıldızlarını seyredesim vardı. İspanyol arkadaşları üşenmeden otobüsle Ankara’ya taşıyıp az mı Cumhuriyet şenliği izlettirdik. Diyorum ki, kurban bayramını geri versek, yerine bir 29 Ekim daha alsak, olma mı? En sevdiğim bayram gelmiş a dostlar… Hepimize kutlu olsun. Biz Mr. Mutluluk Hattı ile Tünel’den Taksim’e kadar olan kutlamaya katıldık bayraklarımızla. Çok şenlikliydi. Yol boyunca bir aylık eğlendik. Annemle babam Antalya’da fener alayına katılmışlar, çooooook kalabalıkmış. Kardeşimde İzmir’deki kutlamalara katılmış.
      Haftaya uluslar arası deniz kongremizde iki tane süper ciddi sunum yapmam lazım. Bir tanesini eski Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral Metin Ataç rica etti. Son kongrede Türklerle ilgili Portekizce bir epik şiir okumuştum, çok sükse yapmış, çok beğenilmişti. Kendi sunumum dışında bir de Turgut Reis konuşması istedi benden. (Kendisine canımız feda. Açık görüşlülüğüne, dünyaya bakışına, çeşitliliğe verdiği öneme ve bilime yaklaşımına tam anlamıyla hastayım. Deniz tarihimiz için çok şey yaptı. Tüm dünyayı seferber etti. Muhteşem bir insan!)  Hatırlarsanız Minorka’daki bir deniz kongresinde de Yeniçağ’dan kalma bir Sicilya korsan şarkısı söylemiş ve “kongrede şarkı söyleyen Türk” olarak gazeteye çıkmıştım. Bütün kozlarımı kullandım a dostlar. Bir hafta içinde süper fiyakalı bir numara bulmam lazım. Ben istiareye yatmaya gidiyorum. 30 farklı milleten 150 kişiyi aynı anda etkileyecek bir şey bulmam lazım. Kaçtım…