16 Ocak 2013

“GRAWWWW, YATTIM TAMAM ZZZZZ” ya da TİYATRO GİBİ KADIN!


      Hayatta daha güzelini duymamıştım. Bunu hafta sonu röportaj için gittiğimiz Hazar’ın 1926 doğumlu dünya tatlısı anneannesi söyledi. Sadece bir saat içinde orada kalmamıza rağmen bu kanıya varmış. Tabii bunda çekimi birlikte yaptığım Deniz, Onur ve Hazar’ın anlattıkları hikayelerin de rolü yok değildi. Hazar yıllar önce benden İspanyolca dersi almak istemiş. Bir defa derse girince bencileyin gestapoya katlanamayacağını anlayıp topukları yağlamış. Kaçamayanlar da var tabii. Siz kaderin cilvesine bakın. Onur başına geleni anlatınca anneanne de bana giderken “tiyatro gibi kadınsın vallahi”, dedi. “Tabii,” dedim. “Yunan tragedyası gibi!”. Olay aslında şiyyleee oldu.
      Onur bir arkadaşıyla sene başında İspanyolca dersimi seçmiş. Derse girip de ödevlerin çokluğunu, hocanın hışmını, bir saniye geç gelenleri “kendine bir içki al” diyerek kantine gönderdiğini ve safi İspanyolca konuştuğunu görünce arkadaşını da bu ecelden kurtarmak için add-drop haftasında dersi bırakmış. Sayısız seçmeli ders arasından kala kala iki derste yer kalmış. History of the Mediterranean ve History of Food. Hemen History of Food’a yazılmışlar iki arkadaş. Yukarıdan aşağıya tatlı tatlı doldura doldura kaydolurken hoca adına bir gelmişler: Özlem Kumrular! Anammmm, hemen kabustan kurtulmak için palas pandırans son kalan derse geçmişler korku içinde. History of the Mediterranean. Kaydolmuşlar uslu uslu ve yine son etapta hoca adı: Özlem Kumrular çıkmış! İşin acı tarafı başka da ders kalmamış! Nasıl kader? Valla, Yunan tragedyasında bile yaşanmaz böylesi bana sorarsanız. Geçenlerde toplu bir davette öksürük şurubumu içerken “aldığım en güzel hediye bu öksürük şurubu” dediğimde yeni filmi gösterimde olan bir yönetmen-yapımcımız “benim böyle hocam olsa neler neler yapmazdım ki” deyince pek bir gülmüştüm içinden. Evet, neler neler yapılmaz: topuklar yağlanır, boyna sarımsak asılır, kafaya tolga geçirilir. Öyle pistlere çıkmadan konuşmak kolay yönetmen bey, siz onu bir de kabuslarını süslediğim ahaliye sorun.
          Mr. Mutluluk Hattı ben köşedeki simit evine küstüm diye bir yıldır ayak basmıyor oraya. Starbucks’ı protesto ediyorum diye oraya da gitmez oldu. Dün gece neden Starbucks’ı protesto ettiğimi bira ateşli bir şekilde anlatmışım. Küçük işletmeleri öldürdüğünü, kahvenin ruhunun içine ettiğini, minik İtalyan kahvecilerini unutturduğunu, bütün dünyayı tek tip kahveye alıştırıp tekdüze insanlar yarattığını, damakları yeni tatlara kapattığını, yeni çeşitlerin yolunu kapadığını ve daha neler neler… Arabanın arkasında karanlıkta uzun süre sesi çıkmayan Ceren’den gelen çığlıkla diskurum sona erdi: Lanet olsunnnnn Starbucksss’aaaa!   Politikaya atılma vaktim gelmiş benim anacım.
         Yunanca sınıfımız çok şenlikli. Teneffüslerde kız muhabbetinde zirvelere ulaşıyor, rejim kitaplarından paragraflar okuyor, uyguluyor, bir sonraki hafta ne kadar zayıfladığımızı gösteriyoruz birbirimize. Bu esnada kaçabilen erkekler kaçıyor, yakalananlar da çaresiz “nasıl daha güzel olabiliriz” maniamıza dahil oluyor. Sevgili Alper bu hafta bizi maruz kalanlardan biri olarak yüz jimnastiği için tiyatrocuların yaptıkları yüz/mimik ısınma hareketlerini önerdi. (Teneffüste onu kadın girdabımıza çekip çaresiz bırakıyoruz. Hava da soğuk olduğu için kaçacak yeri de olmuyor. ) Ben de hafta boyunca uyguladım. Dudaklarımı burnuma değdirmekten, yanağıma taka attırmaya kadar her türlü insanın evriminin aksini uygularken içeri giren bir öğrencime “işte bunun açıklayamayacağım” demekle yetindim. Ofisi camdan olanın burnu boktan kurtulmaz anacım.
        İşten bunaldığımız anlarda bir spor yapıp geliyoruz. Böle bir anda kardeşim telefon etti. --Abla ne yapıyorsun?
-Yürüyüş bandındayız, yürüyoruz.
-Nereye doğru? İşsizliğe doğru mu?
     Anacım, alın bu manyağı başımdan. Telefonu şöyle kapattı: “Abla şu anda görünmez işsizliksiniz siz”. Spor arkadaşımın çocuğu küçükken yol tarif ederken “dümdüz git” yerine “hep yola, hep yola” dermiş. Biz de bantta yürürken “hep yola, hep yola” yürüyoruz. Cuma gecesi Tatavla Keyfi’ni dinlemeye birlikte gittik. (Yukarıda bahsi geçen şeker arkadaşımız Alper grubun muhteşem solisti) Yunanistan gelen bir grup geç ortada ekip grup coşunca biz de karıştık aralarına. Bitap olana kadar  “hep yana, hep yana” dans ettik. Otururken arkadaşım Yunancanların aralarına katılmamızdan hiç hoşlanmadığını, surat yaptıklarını söyledi. Ben çuş-u huruş halinde fark etmedim bile. Son yorumuyla geceyi kapattık: bu Yunanları “hep denize, hep denize”! Ay, şaka ayol. Benim onları sevdiğim kadar Yunanlılar kendilerini sevseler kriz mriz kalmaz. Dün gece NATO askeri bir Yunan arkadaşım Nikos beni bir partiye götürdü. Ful Yunan! Her girdiğim ortamda olduğu gibi bir etimolojik, linguistik çember yarattım, gece bitene kadar konu değişmedi. Hey yavruuum, ben Yunancayı bugünler için bülbüle bağladım. Eskiden dut yemiş bülbül gibi konuşuyordum, artık açıldım J Ayrıca sene başında bilgisayarım kendi kendine Yunanca’ya geçti. İlahi müdahale diyelim!
        Kardeşimden bir inci daha geldi taze. Söz konusu yine Serdar Ortaç. Merve’den yorum: “Şarkının sözleri o kadar saçma ki, insan şarkının adının ‘poşet’ olduğuna şaşamıyor bile. Oysa gönül isterdi ki şöyle ağız tadıyla ‘Oha! Poşet mi? Çok saçma ooolum’ diyebilsin insan!”
      Serkan (eski sevgili Serkan) pazartesi sabahları arayıp iyi haftalar diler. Bu hafta Pazar gecesinden aradı. Twitter faaliyetlerimi görmüş. “Ooo, hemen Stefano Accorsi’nin follower’ı olmuşsun? Ne iş?” deyince bir an kafam karıştı. Yav, biz Serkan’la üç sene önce ayrılmadık mı ya? Onca insan arasından Stefano’yu da unutmamış bu arada hani. Adam İtalya’nın en yakışıklı aktörüymüş, dünyanın en güzel hatunuyla evliymiş, bir deste çocukları varmış, ama fark etmez Serkan’a. (Gerçi bana da fark etmez, ben onu ailesiyle birlikte alırım). Şimdi bir bira açmış okuyordur blogu, buradan bir selam çakayım ona.
          Sandınız ki bu kadar komedi bu haftayı kapar. Zor. Cuma sabahı saat 6.30. tanımadığım bir numara ısrarla arıyor. Malum bir dizi sapığım olduğu için artık telefonlarımı açmıyorum. Ama arkadaş ısrarlı. Sonra başka bir numaradan ısrarla devam ediyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için arıyor abim. 40 dakika sürüyor bu macera. Uçuşan pirelerimi de alıp döne döne uyumaya devam edeceğim, Ebru’nun aradığını görüyorum. “Özlem, Star TV’den şoför gelmiş, kapıda bekliyorlar seni!”. Ay, ne biliyim anacım, saat 8’de program var dediler, ben de akşam 8 sandım. Velhasıl şoför yeniden geldiğinde program bitmişti. Bu Pazar final sınavı olduğunu da öğrencilerden öğrendim. Çok acil bir hayat koçuna ihtiyacım var, ya da akıl kaçırmayan bir şapkaya! Ha, sonradan gittim programa da ne oldu? Çağırdığı konuk hakkında en ufak bir bilgisi olmadan “bugün çok önemli bir konuğum var” diyen sunucudan çok fazla bir şey beklemeye gerek yok di mi anacım? “İki Kitabınız var değil mi?” “Hayırrrr, 18 kitabım var benimmmm!” Bundan gayrı bana ayrılan “Sabah şekerleri” tadındaki tüylerimi ürperten programlara da burada son veriyorum. Sabah Şekerleri deyince de aklıma bir tek Savaş Karakaş geliyor. Eve gelip çekim yaptıklarını, 5. zafer yılında hala İz TV’de dönen “Kaptanı deryalarımız” bölümünün çalışma odamda çekilmiş halinde fonda görülen koca sarı çıtır bacaklı tombik pofuduk tavuğu unutmadan geçmeyelim. (2-5 yaş grubu için oyuncak tadındaki tavuğu bana alanın da şimdi Sardinya’da belediye başkanı olduğunu hatırlayalım da tablo tamamlansın). Program her yayınlandığında telefonlar gelmeye devam ediyor. Yüksek düzeyde emekli asker bir amca beni Bodrum’dan arayıp oğluyla evlendirmeye bile kalktı! (Toplum baskısında son evre). Hala bir deniz tarihçisi olarak ciddiyetimi koruduğuma inanamıyorum!
      Ay toplum baskısı deyince. Geçen gün çay odası sorumlumuz, bir numaramız Şükran Hanım elinde maaş imza kâğıdı ile geldi. Ofisteki misafirleri hiç takmadan “nikâh memuru sen yorulma diye beni gönderdi, bir imza aliiim”, deyince şöyle içten bir “puwaaaa” püskürtmek zorunda kaldım. Stefano arkayı ikilese, beni de alsa, olur bu iş. Asla hayır demem.
        Cem Yılmaz’a gittik. “Korsandan önce bizde” sloganıyla sinemaya sunduğu “Fundamentals”ı karın ağrılarıyla izledik. Zaten tam 10 saattir aralıksız gülmüştük, artık gülecek halimiz kalmamıştır diyorduk ki, bizde o hal geçer mi? Eve bir geldim, ne göreyim! Sabah röportaj için götürdüğüm kayıt aleti kendi kendine çalışmış ve her şeyi çekmiş. Korsandan önce bende anacımmm… Korsanda master degreeeee… Dönerken yine polise yakalandık. Bir araba dolusu insandan neyse ki tek içen bendim ve şoför kodluğunda oturmuyordum. Polisler de tatlı tatlı sıyırmışlar gayrı. “Ooo, Remzicimm (sanki çocukluk arkadaşı), nereden geliyorsunuz bu saatte?” demez mi? Polisin bir gece hayatımıza karışmadığı kalmıştı, o da tamam oldu a dostlar.
      Kar geldi, evde sinema günleri başlıyor. Yaşasın patlamış mısır, sınırsız arpa suyu, kestane ve Stefano Accorsi filmleri! (Henüz daha yakışıklısı icat edilmedi. Bu arada benim de İtalyan sinemasından ne anladığım ortaya çıktı. Çekmeyin, yeter. Serkan, sen de gelsen ya. Oolum, herif çok yağuşuklu, birlikte uzaktan bakarız ve ona Niran Ünsal’dan “bazen uğra bize, yok hiç kötü niyetim” şarkısını sööööleriz birlikte. )
        Serkan’ın hipotezine göre mutlu bir çocukluk geçirdiğim için kendiyle barışık, sürekli gülen bir hatun kişiyim. Ama gülmek nereye kadar. Vallahi a dostlar, ancak bu yaşımda bir insan iki defa altına ederek (bilfiil) 3 saat boyunca nefessiz kalma raddinde ne kadar gülebilir kendi bünyemde ispatladım. Cem Yılmaz halt etmiş. Ahmet Mümtaz Taylan tabir edilen zekâ pırıltısı abimizin olduğu dünyada biz fani kımıl zararlılarıyız. Geçen akşam yemekte yaptığı capcanlı performansta ayaklarımı yere vura vura telef olarak gülerken terliğim fırlamış, masa altından Tuna’nın ayağına gelmiş. Ben değil başka hatun kişi olsa gayet yanlış anlaşılacak bir gönderme. O da çıkarıp masanın üzerinden uzatınca bana yeni film karesi çıktı. Ben de biraz daha telefat oldu bittabi gülmekten.
       Hayatımın her yerinden Metin Kaçan’la ilgili bir detay çıkıyor. Üzüldük, ağladık, eve baş sağlığına gittik, ama sonra bir düşündüm ki Metin onu öyle trajik hatırlamamızı hiç istemezdi ki. Bizi her daim kahkahalara boğduğundan, onu en azından tatlı bir gülücükle hatırlamak lazım. Geçen gün süpermarkette Neutrogena görünce bile tatlı tatlı gülümsedim.
“Metin, napıyorsun?”
“Hiç, nütroginamı sürdüm, Norveçli balıkçılar gibi oturuyorum”.
    Biz bu kadar üzüldük, Adnan Abim (Özer) n’apsın, ömrü onunla geçti. Metin’in nasıl bir gün vapurda portakal sandığını ters çevirip, üzerine çıkarak insanların şaşkın bakışları arasında vapura stand-up show yaptığını anlatmıştı da kopmuştum. Yağmurun bol olsun canım arkadaşım. Onunla Kuzguncuk’ta İsmet Baba’da içmeye gitmeye sözleşmiştik, tam o saatte (19.00) taziye gitmek için restoranın önünden geçmek kısmet oldu. Ben böyle hayatın…
      Kardeşimin follower’ı oldum. (Aklıselim konusunda da onu follow etsem iyi olcek aslında.) Yok anam, bizimkiler bunu tam olarak naısl yapmışlar bilmiyorum ama olmuş bu çoçuk. Size ondan seçmeler:
“Yeşil cerrahi takim almaya gittiğim dükkânda bana temizlik takımı satmaya çalışan kadının ilerigörüşlüğünü şimdi anlıyor, takdir ediyorum!”
“Altı yılda neler değişti bi tek cerrahi kantininin tostu bozmadı çizgisini. Hala kaşarsız.”
“Bütün öfkemi çıkarmak icin birini arıyorum. Hasta yakınları size sesleniyorum, tam zamanı şimdi!!
“Tıp okuyacak birisine neden coğrafya dersi verilir ki? Hastayı kaybettik ama üzülmeyin dağlar denize paralDinlemekten bozulan her uc dakikada bir takilarak remix tadi veren bir serdar ortac koleksiyonumuz var, gururluyuz:)”
“Ablamın kitapları gerçekten sürükleyici. Beni umutsuzluğa sürüklüyor, nasıl bitecek bu kitap diye düşünürken:)
“-Dogru söyle en son ne zaman tiyatroya gittin?
-Haftaya cumartesi”
“Kosarken altı tane zincirleme kalp krizi gecirdim:D”
“Sevgim aciyor. Kimi sevsem. Kim beni sevse..”
      Aralık başından beri sms’lerimi silmemişim. Sizin için nostaljik bir seçki yaptım. Kısmete bak ki ilk kalan mesaj Metin’inki: “Grawwww, yattım tamam zzzzz”. Ama biz gelelim çatlak kardeşimden incilere:
“Evde umutsuz umutsuz Burhan mı izliyorsun?” (İnsan ablasını tanımayagörsün.)
“Eneee, gömüyü mü buldun? (Onun için Limoges’dan getirdiğim krem brüleli çikolataları saklamış, ama tam da başaramamış). Kendim de bulamam deyu korktum, senin Japonca günlükler hesabı. (Japonca okumayı unutup günlüklerimi okuyamamam bir şehir efsanesi değil, gerçek anacım.) Bürüle bürüle yi hepsini!”
“Everybody loves vagina, Bulent aren’t) (Bülent Arınç utancından vajina diyemediğini söylemiş, tıp fakültesi yıkılmış. Twitter da bu tweet dönmüş, ona ayrıca döncem.)
“Yolda blog okuyorum, tramvaydaki herkesten çok eğleniyorum”.
“Yine mi meşhur oldun?”
“Naaber tombili?”
“Beni hatırladın mı?” (Sadece numara var, ben de manyak bir Halkalı hafıza çöplüğüyüm ya, numaraya bakınca hatırlıycam. TC. manyak kaynıyo!)
    Şu an itibariyle gelen son Merve Kumrular sms’si: “Bana bugünkü planını söyle, sana kim olduğunu söyliyimmm”.  
    Bazen toparladıkları da oluyor, işte o zaman çilek tadında :)
     Biri beni durdursun lütfen!