30 Ocak 2013

ENDORFİNİ BENDEN YAPIYORLAR ANACIMMM!


     “Gümüş tîzâbcısı Hüdavendigar Efendi atmış iki senelik ömrü hayatında böyle gülmediğini fark ettiğinde artık karnı ağrımış, yüz kasları gerilmiş, yanakları tutulmuş, neredeyse dişleri sızlamıştı. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği gibi güldü. Öyle bir güldü ki, neredeyse orada adı yokluk kalemiyle bela sayfasına yazılıverecekti. Öyle bir güldü ki, selâtin camilerin iç yağından yapılan mumları eridi. Öyle bir güldü ki, dört yüz müd arpa ile dört yüz müd un çuvalı zelzele olmuş gibi yere yıkıldı. Öyle bir güldü ki,  o hep kılıç vuran altın külahlı güneş neye uğradığını şaşırıp doğduğu yere saklanıverdi. Öyle bir güldü ki, kudret meyvesi ağaçları utanıp boylarını deviriverdiler. Öyle bir güldü ki, şehirdeki ne kadar billur, necef, moran şişe varsa hepsi şangır şungur yere yıkılıverdi. Öyle bir güldü ki, Konstantiniyye’nin tüm fırınlarındaki değirmenleri döndüren atların hepsi ürküp delirmiş gibi koşturmaya, bağırmaya başladı. Öyle bir güldü ki arslanhanenin içindeki gürleyen ve hırlayan sayısız hayvanat sus pus oldu. Öyle bir güldü ki, tüm şen meyhanelerin şen müdavimleri ellerindeki bade kadehleri içinde boğulup kaldılar.”
         Kendimi alıntıladım J  Bitirmeyi az insan evladının başardığı lezzetli bir kitaptır Sultan’ın Mutfağı. Pazar gecesinden beri hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için gülünür mü ya? Endorfinime sağlık. Güldürmek ince sanattır. Yeryüzünde beni en çok güldüren iki şahıs artık büsbütün belli oldu bu hafta. Çok yaşasınlar.
        Hande’den geliyorum sabah sabah ayağımın tozuyla.  Hastasıyım en yakın arkadaşımın. Dedim ya, arkadaş dediğin tek darbede seni yok edene verilen addır. Bitirir adamı Hande. Hükümet gibi kadındır. 18 kitap yazmışsın, kendine âşıkmışsın, çok güzel buluyormuşsun kendini, âlemin hatunuymuşsun,  boş bunlar. İki saniyede mağmaya sokar çıkarır seni valla. Ne yalan söyleyeyim, tüm zayıflıklarımı bulup onlarla karnıma ağrılar sokmasının hastasıyım.
       Kimi sevsem beğenmez Hande. Benden büyükse ve ben ilim adına âşık olmuşsam adama, ona göre “yine kütüphaneyle yatak odasının yerini karıştıyorumdur”. Bu bir İtalyansa, “adama yazıktır”. (İtalyan’ı da sanırsın başkası sardı başıma! Hem başıma sarar, hem de delikanlıya “Aman dikkat et, seni karanlığa iter bu!” der). Adam benden bir-iki yaş küçükse bu sefer başka türlü şenlik çıkar ona. “Yeni koltuk aldık, senin çocuğu da getir, biz konuşurken onlar Moşi’yle koltukta zıplarlar”. Moşi bana yeni aldığı treni göstermek için beni eve çağırıyorsa, fondan ona “Gelemezmiş Moşi, başka çocukların trenlerine bakıyormuş”. Ya da “Seninkini de getir, yuvadan kardeş indirimi alalım.” Birisi bana biraz kaba davranacak olsa “Ooo, o ayı gibi davranıyorsa, sen de ona pandik at, bir metrobüs ilişkisi için gidin işte, ne güzel!” dir durum. Hayatta takdir ettiği tek sevgilim olmuştur. O da birlikte kaçıp sigara içecek partner durumu yarattıkları için: Chronis.(Yönetmen dediğin, önce bendeki deliliği yönetebilmeli bence, ama nerde anacımmm! ) Ayrıca çatlaklık katsayıları tuttuğu için misafir gittiğimiz yerlerde bile işbirliği içinde olduklarından severdi onu. (Beni yemek davetlerinde piknik sepeti gibi kemerimden havada taşımışlıkları bile vardır ikisinin. Sonra da çocuk olan benim yani! )  Allah kimseyi, beni de dâhil, onun diline düşürmesin anacımmm. 20 yıldır şüphe içindeyim, bu kız beni gerçekten seviyor mu diye.  “Seninle birlikte olmayı rüyasında bile görse inanamayacak olan erkeklerden uzak dur” emrine bayıldım dün gece. Ayyy, seviyor bu kız beni benceee J
       Massimo (Moşi) “Özlem’i üzenin kafasını patlatırım” diyordu telefonda fonda. Hande de soruyordu: “Bu erkekler bu noktadan oraya nasıl geliyorlar, bilemiyorum. Biz buna mucizevî evrim diyoruz”. Dün gece de “biz aşağı inince, burası yukarısı oluyor, değil mi anne?” dedi. “Evet yavrum, her şey göreceli, bunu tek anlayamayan Özlem”, demez mi? Başladı yine anih(k)ilasyon! Temizlikçi, Hande’den sonra mesleği bırakmış. Benim ruhumu böyle temizlemeye uğraşan kadının ev konusunda hassaslığını hayal edin. Filipinli kesin Filipin’e kaçmıştır. (Bu arada Filipinler, onu fetheden II. Felipe’den alıyor adını, kapa parantez, cer€yan yapıyo parantez.)
      Bakıyorum da son birkaç günüm yine olaysız geçememiş. Deniz’le İstiklal’de cam kenarında konuşlanıp kahve eşliğinde ortalığı yıktık gülmekten. Öyle verbal şekilde de kalmadı taşkınlığımız, bayağı el kol hareketleriyle canlandırdık olayları. Nasıl bir çevreye, ruha, memlekete zarar bir kadınsam. Zeus’un sopası yok. Not defterimi unutmuşum. Yolda fark edip aradım meşhur kafeyi. İçine bir bakacak olsalar, datlu bir skandallar zinciri saracak şehri. Artı son zamanlarda kaleme aldığım tüm akla hayale gelmez saçmalıklar. (Sebastiann, olm, derin kaz kuyuyu, belki de hiç çıkamayabiliriz. Doğrudan mağmaya giden yollara verelim kendimizi.) Kafedeki çocuğa sordum, defter oradaymış. “Kimsiniz?” demez mi? Mevcut şartlarda ne diyebilirim sizce?  “Gözlem Yumrular!”
        Uzayan, bitemeyen, ama vıcık vıcık olan, bitemeyen aşklar için pek tatlı bir tanımı vardır Hande’nin. “Sıcak havada ayağına yapışan sakız gibidir”, der. “ Çekiştirirsin, uzar, öteki ayağınla basarsın, ona da yapışır, çekersin, uzar, kurtulamazsın”. Pek severim bu benzetmeyi. Bilge Karasu okumaktan içi mi karardı bu kızın diye düşünmüyor değilim.
       Dedim ya, Pazar akşamından beri gülüyorum. Yusuf  Hoca tweetlemiş. “Tabii ki CmYlmz komik ama planlı hesaplı skeç ve espriler. Ahmet Mümtaz Taylan'la biraz sohbet edin, altınıza işetir gülmekten, öyle tabii.” Bu tweet’teki altına işeyen kahraman benim. Hem de bir gecede fiilen iki kere.  İki hafta sonra kaldığımız yerden devam ettik gülmeye. Acı çekmek ruhun fiyakası ise, (İsmet Özel öyle dio), adam güldürmek de zekânın pırıltısıdır. Çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi güldük yine. Vallahi hayranım kendisine. (TC. şartlarında hayran olunacak birisi kalmadı diye üzülmeme gerek kalmadı, iyi ki var!)
       Hayat ayrıntılarda akmaya devam ediyor. Ahmet Mümtaz T. kardeşimle bize iki adet şemsiyeli çikolata verdi, biri mavi, biri kırmızı. Aramızda seçtik. Çocukluğumdan beri (hayli buzul çağına kadar filan iniyoruz yani) şemsiyeli çikolata yememiştim. Kardeşim Merve ise tatlı bir şaşkınlık yaşadı bir an. Bir hafta önce bir arkadaşı biri mavi, biri kırmızı iki şemsiyeli çikolata vermiş seçmesi için. Çocuk 24 yıl sonra bir haftada aynı sahneyi iki defa yaşamış. (Sebastiaaan, not al, bu sahne bir romanda değerlendirilecek.) Harika iki cd hediye etti. Birisi ruhumu deldi: El Diván de Tamarit. Sözler Lorca’dan olursa kimin ruhu delinmez. Böyle olunca Yusuf Hoca der ki: “Bir gül bahçesine/yüzükoyun düştü, zümrüdüanka/ ağlarsa anam ağlar/bir de Federica Garcia Lorca.” Velhasıl, rüya gibi bir akşam oldu yine. Şımartıldık bolca. (Nezaketin kralına buradan şapka çıkarıyorum). Nicelerine. Bu sefer kahkahalar geldikçe Yusuf Hoca’nın göbeğine yuva kuran kardeşim oldu.   “Öyle neşeli bir kahkaha koptu ki, bu ses mutfağın bir haftalık mutluluk ihtiyacını tek başına karşılayabilirdi. Yer yarılacakmış da hepsini içine çekemiş, bu onların son kahkahası olacakmış gibi güldüler. Ay ikiye bölünecek de kıyamet kopacakmış, gökyüzünden üstlerine taşlar yağacakmış, bir kasırga esip hepsini yerin altına çekecekmiş de bu kahkaha onların son nefesi olacakmış gibi güldüler.” (Sebasstiann, ooolum, bu sefer misafirlikte altımıza etmeyelim diye zor tuttuk kendimizi, ama bu böyle fazla gitmez…)
       Ben NO’yu ararken, NO bana geldi. İçinden Gael Garcia Bernal geçen filmin kötü olma olasılığı, içinden kestane geçen pastanın tatsız olma olasılığı ile aynıdır. Film enfesti her zamanki gibi. Zamanın geçtiğine üzüldüm sadece. Kardeşim “Aaa, Gael Garcia şu baby-face yakışıklı değil mi?” deyince hüzün bastı durduk yere. O biçim yaşlanmış Gael. (Sebastiannnn, “Padre Amaro’nun günahı” filmi var mı, bir bak bakalım. Mısırı tepele, biraları kap, biraz gözlerimize şeker bayramı gelsin. 23 Nisan da olur.) Anna Karenina’da biraz şımardım, sinema sakinlerine verdiğim rahatsızlıktan özür dilerim. (Woody Allensal bir şekilde olay Rusya’da geçiyordu ve çok şımarasım vardı.)
       NATO askeri arkadaşlarımla Temel fıkrası grupları kurmaya devam. Son buluşmamız bir Türk, bir Yunan, bir Filipinli, bir Alman ve bir İtalyan şeklinde idi. Bruno nam yakışıklı bir İtalyanın evine davetli idik. Eve geldik, kapı duvar. Bruno “üç dakikaya geliyorum” deyince 1 İtalyan dakikasının kaç dünya dakikasına tekabül ettiği tartışıldı. Bruno elinde çiçeklerle gelince anlaşıldı ki her biri 5 dakikaya tekabül ediyormuş. Eve davetli hatunlara çiçek alan İtalyana kızılır mı hiç? Nikos Yunanların zaman konusunda esnek olduğunu söyleyince dayanamadım: Zaman Yunanlar konusunda esnek olmasın?  
        İnsanların birbirine paralel olmalarından bahsediyorduk Yusuf Hoca’yla. O da “Kesişmeleri gerekmez, kim öğretiyor bize bunları?” diye kızıyordu. Oysa paralel doğrular bile sonsuz da kesişirler. Emin olayım dedim.
-Tak tak (Yan odanın kapısındayım.) Nigar Hocam, paralel doğrular sonsuzda kesişir mi?
-(Şaşkınlık efekti.) Uzayına bağlı! (Bendeki şaşkınlık efekti.)
     Non-euclidian geometride kesişirmiş. Bu durumda Amr Diab’la bir gün kutup çizgisinde kesişme ihtimalim nedir acıba? Yıllar önce bir gün telefon çalmış ve karşıdaki ses şunu söyleyip kapatmıştı:
-Sen bana paralel, ben sana paralel, paralel paralel paralelli, terelel terelel terelelli!      
     “Benden selam dolu beyine” lakaplı bir adam varmış. Hakan Gencol’un “ben bilmem, beyin bilir” şaheserini hatırladım bir an. Ama yine de en sevdiğim sahne muhteşem darbuka çalan Tülay’a Zerrin’in repliği: “Beyin atıl kalınca başka yerler gelişiyo tabiiii.)  memlekette de ya beyin atıl kalıyor, ya kalp. İkisi birden gelişince doğrudan erkek oluyor, ama sanırım arkeolojik kazılarda bile izine rastlanamadı henüz.
     Geçen hafta hatırladığım bir mühendis fıkrası, Juan’dan yadigâr. Okulun bahçesinde iki mühendis öğrenci  yürümektedir. Mühendislerden biri diğerinin elindeki motosikleti görür ve nereden bulduğunu sorar. Beriki şöyle der: ‘Geçen gün karşıma afet gibi  bir kız çıktı, motosikletten indi. Elbiselerini çıkarıp bir tarafa, motosikleti de diğer tarafa attı ve “istediğini al” dedi. Ben de motosikleti aldım.’ Diğeri bunu onaylarca ‘İyi etmişsin,’ der. ‘Elbiseler sana olmayabilirdi!’.
     Ay, biraz daha alıntılayım kendimi bugün. Kırmızı’dan:
“Mevlana oku. Kendine dönersin biraz”, dedi Didem eline masada duran kitaplardan birini alarak. Mütenebbi Bey’in hediyesiydi.
“Akıllı bir şey olsam kendime dönmem bir anlam ifade edebilir belki, ama şu akıl yoksunluğuyla kendime dönmekten daha sakıncalı bir şey görmüyorum doğrusu”, dedim ağzımı şarapla doldurarak. Ve bir çapkın çapkın gülümseyerek:
“Sana dönsem olur mu?”, dedim. “Sen de biraz da olsa akıl ışığı görüyorum. Tünelin derinliklerinden gelen cılız bir ışık, ama idare eder ikimizi de şimdilik.”
  
Yine Kırmızı’dan, hem de gerçek:
   
    Mütenebbi Bey’in yeni bir cümle kurmasına fırsat kalmadan içeri kayan bir yıldız gibi düştü Başar. Kafasında kaskı, üzerinde her zamanki seksen sekiz bin parçadan ibaret action-man kıyafeti ve yolların tüm çamurlarını özenle biriktirdiği sarı çizmeleri.
“Günaydın, yolların kelamı”, dedim.
“Seninle paylaştığımız bu kamusal alanda hayat gibisin Nosta”, dedi Başar kendini bir patates çuvalı gibi koltuğa atarak.
“Nasıl yani?”
“İnsan neyle karşılaşacağını asla bilemiyor”, diyerek  devam etti enigmatik açıklamasına.
“Neden bahsettiğini bir anlasam, inan ben de yardımcı olmak isteyeceğim”, dedim.
“Arkandaki panoya bakman yeterli olacak”, dedi biricik deli tarihçi dostum.
      Panoya bakınca bir kahkaha seli kopardık Sumru’yla. Mütenebbi Bey’in gözlerinin içindeki soru işaretlerine yetişti Başar.
“Körle yatan şaşı kalkar. Sumru odaya geldiğinde normal bir insandı. Buna baka baka delirdi”, dedi. Açıklama üç bilinmeyenli denklem etkisi yapabilmişti sadece.
“Bana bakmayın,” dedi Başar Mütenebbi Bey’e dönerek. “Kendi anlatsın”.
“Durum çok karışık değil”, dedim dudaklarıma bir vantuz gibi yapışan kahkahaya engel olamayarak. “Şu gördüğünüz arkadaş, Başar –ki mahallenin çocukları kendisini onu yıllardır Kurtlu Kaşar lakabıyla çağırmıştır- yaklaşık bir buçuk ay ofise gelmeyince biz de kendisi için küçük bir kayıp ilanı hazırladık. Sumru sağ olsun onun elinde iki bıçaklı bir katil tadında bir fotoğrafını buldu. Beraberce altına ‘Küçük  ve şirin yavrumuz Başar 27 Ocak tarihinde ayrıldığı ofisine bir daha dönmemiştir. Minik yavrumuzu bulanların insaniyet namına aşağıdaki adrese getirmeleri rica olunur. Perişanız. (Not: Annen çok hasta.)’ Durum bundan ibaret”, dedim.
“Keşke bundan ibaret olsa,” dedi Başar. “Devamını da anlat.”
“Sonra bu resimli belgeyi panomuza astık eğlencelik olsun diye. Odayı temizleyen teyzelerden birinin gelip bunu okuyarak ciddiye alacağını nereden bilirdik. Hele teyzenin bunu sosyal bir trajediye dönüştürüp bütün kat ve üst kat sakinlerine ‘Başar Bey kaybolmuş’ diyerek ortalığı velveleye vereceğini! Kat ve üst kat sakinlerinden gelen telaşlı telefonlara azimle cevap vererek ortalığı sakinleştirmeye çalışsak da, dedikodunun üniversitede bir ışık hızıyla yayılmasına engel olamadık.”
“Nihayet ben geldim de, beni gören sakinler ‘Yuvaya dönmüş’ diyerek kucağıma atladılar”, dedi Başar Mütenebbi Bey’e o en komik yüz ifadesiyle.
“Ben diyorum size, deli bu kız”, dedi Mütenebbi Bey. “Hem de birinci dereceden.”

      Özlemişim sizi yeavroom.   Datlu bir Stockholm sendromu içindesiniz tabüü… Devam edin anacımm… Özleyin beni. Lizbon’dan öperim sizi. Yeşil şarap serperim size.