18 Temmuz 2014

KAPIMDA BİNLERCE KADAR

Yazın geldiğini nereden anlıyoruz memlekette? Cemrenin düşüşünden değil, tabii. Bana sorarsan yazın geldiği Serdar’ın yeni albümü raflara dolup, arabalardan taşınca anlaşılır. Quevedo, Cervantes, Matvejević değil de beni Serdar Ortaç’ın en güzel tasvir etmesine ne demeli? “Ne sefadan, ne beladan, hayat aşktan oluşur”. Ay gülmeyin, doğru söylüyor çocuk. Ben Žižek’e felsefenin Serdar Ortaç’ı diyordum, meğer Serdar Žižek olma sevdasındaymış. Bu arada albüm kapağında “20. yıl” yazıyor. Türkiye kazasız belasız bir 20 yıl atlattı, daha ne olsun. Ee, biz de isteriz payımıza düşeni di mi? Yeni albümden sevdiğim başka bir inci daha: “Kırk bin gece ağladım/hiç sevmem abartmayı”. Esas başka bir şarkıdaki cümleye takıldık bugün kardeşimle köprüde trafik sıkışıp da radyo bizi gafil avlayınca. “Kapımda binlerce kadar”. Hah, al sana cümle. Yükleme sorup bulabileceğin bir öznesi bile yok helalinden. Safi dolaylı tümleç. Kim yapmış, nerede yapmış belli değil. Bu aralar passion fruit yiyip “anam, bu meyveyse diğerleri ne?” diye soruyoruz kendimize. Türkçesi pek hoş: Çarkıfelek. Yıllardır hep ecnebi diyarlarda yoğurt kutularından resmini, parfüm şişelerinden kokusunu bildiğimiz meyve ne çılgın bir şeymiş. Passiflora’nın bundan yapılması da boşuna değilmiş. O kokuyla zaten insan tüm dertlerini unutuyor, trankilizan özelliği bundan ibaret. Adem’de akıl olsa elmayı alırken “bu ne be! İnsan çarkıfelek filan verir” der. İşte bu erkekler bir elmaya kanıyor anacım. Adem’in elması demişken hatırlatalım. Havva Adem’e elma vermez aslında. (Aklı olsa günahını bile vermez ya, onu geçelim). Kutsal kitaplar bunun bir yemiş olduğunu söyler. Malumunuz her yerde en sık görülen meyvedir elma. Eh, bunu ikonize etmek, resme dökmek gerektiğinde bir meyve seçmek gerekince elmayı seçmiş olsalar gerek. Ne de olsa yemişle eş anlamlıdır pek çok dilde. Pomme gibi. (Üff, dersler bitince size sardım, sorry.) Ben yokluğunuzda tatlı tatlı aklımı kaçırdım. Alzheimer olur, sürmenaj olur. Layık gördüğünüzden alayım ben. Yine tam benim başıma gelmeye tüm hak ve meritleriyle layık bir olay geldi başıma. Yıllardır tüm kitaplarını okuyup, hayranı olduğum bir İspanyol yazar/gazeteci/gezgin var: Javier Reverte. İstanbul’a geliyormuş. Bana mail atmış, yemeğe çıkalım diye. Beni aldı bir bir heyecan! Hayranıyım, tanışma heyecanı bastı beni. Hemen İspanyolca çıkan romanımı kaptım, gittim yemeğe. “Bu var bende”, dedi. “Vermiştin daha önce, okuyup sana uzun bir mail atmıştım”. İkimizden birinde bir sorun varsa, bu kesinlikle onda değil, aşikâr. Birkaç yıl önce tanışmışız İspanya’da. Hiç hatırlamıyorum. Ben sizin yerinizde olsam, benimle olan arkadaşlığınızı gözden geçiririm. Bingöllü Kenan’ı duydunuz mu? Ben de kadim dostum, editörüm Adnan Abi sayesinde duydum. “Bir kişilik yerimiz var, eğer sizde varsa kişilik.” Nasıl? Memlekette bunu kullanmak için bir ordu dolusu insan tanıyorum. Bir de Nihat Doğan’a takıkmış. “ Cesedinle selfie çeker yollarım”, demiş. Aktivitelerini izlemeye devam. Mehmet ve Erdem’in yuvaya dönmesiyle geleneksel film günlerimizdeki çılgın euforia tavan yaptı hafta sonu. Mehmet sağ olsun aylar önce sözünü verdiği šljivovica’yı saklamış, bize de erik rakısının bahrinde boğulmak düştü. (Erik rakısına bayılırım, kokusu bile adamı sarhoş eder. Bosna’da Ramazan bitince ülkede sel olur akar. Bizim Boşnaklar Ramazan’ın bitimini bununla kutlar. Hatta bazıları bitmesini bile beklemez, iftarı açar bununla  ) Kusturica’nın Maradona belgeselini izlerken evi tribüne çevirdik, ama yine de yıkmayı başaramadık. Evet, biraz koltukların, masaların, sandalyelerin üzerine çıkmış olabiliriz, ama henüz tam yıkılmadı. Demirhan’ın yıllar yılı bohçalarda özenle sakladığı hatıraları da šljivovica etkisiyle dışavurum yaptı  Sting’le aynı sahneyi paylaştıkları gün başlarına gelenleri anlattığında sandalyelerin üzerinde kimse kalmamıştı. Ona bunları yazması için yalvarmayı düşünüyorum. Sabah kalktığımızda hala gülüyorduk. Gecenin kapanış konuşmasını Ender yaptı. Hem de Rusça. Mehmet de bu konuşmayı bize simultane çevirdi. (Šljivovica bardakta durduğu gibi durmuyor tabii). Bu arada Erdem’den öğrendiğimiz bir anekdotun trajikomik bir şekilde gerçek olduğunu da Mehmet’ten dinledik, bolca teatral. Trajik bir olay ancak bu kadar şenlikli anlatılabilir. Bildiğin çizgi film sahnesi. Bir gün kuzeniyle bir eski bir binanın 4. katında dururken, ayaklarının altındaki beton çökmüş ve kat be kat çöke 1. kata kadar inmişler. Hem de tek zayiat kaşa atılan bir iki dikiş olmuş. Erdem’in yorumu: “Bu çocuğu melekler koruyor”. (Bir de kendime baktım, beni de kesin Azrail koruyor anacım. O da yarım yamalak. İspanya’da başıma tavan çöktü, hastaneye kaldırıldım. Atina’dan dönerken de uçakta ayının birinin bilgisayarı kafama düştü. Meral yıllar yılı uçaşta böyle bir vakaya denk gelmemiş. Bu yeni halimle kafam eskisinden iyi, o derece). Bu esnada Mehmet tarafından Rizespor olarak vaftiz edilen kardeşim ve Deniz arasında içeride geçen ateşli diyalogdan seçtiğim bir cümle gelelim: “Deniz Abla, siz neden 2 kişi evlendiniz? Keşke yanınıza bir de akıllı 3. alsaydınız!”. Evet, begayet isabetli. (Malum Deniz ve kocası Levent kiraladıkları deniz fenerini felsefe okuluna çevirip âlemlerin kralı bir mekân yarattılar. Sonra da orayı civcivlerle doldurmak için bir kuluçka makinesi alıp salonun ortasına koydular. Tatile giderken de yüzlerce civcivi yarım çuval mısırla komşuya bırakıp kaçtılar, aylarla komşunun semtine uğramadılar, hatırlarsanız. Akıllı bir 3.cü mü dediniz? Bence onları en iyi ihtimalle 3-4 akıllı nötr hale getirir. Bu hallerinin hastasıyım ben.) Velhasıl hepsini arabaya bindirip Beril’in sağlam elleriyle yolladık. Kardeşimin geçen hafta bizim hocalara benim için kurduğu cümleyi tepe tepe kullanmak için sıramın geleceği günü bekliyordum, o geceye kısmetmiş, arabanın camından tepesine tırmanan bazılarına “çocuk size emanet” diyerek eve çıktım. Pek kalabalıktık ama yaşlarımız toplandığında en faz 4 ediyordu. Özlemişim bu halimizi. (Bir de apartman sakinlerine sorun. Aralarında bir tek “sakin” kalmamıştır o gün.) Uluslar arası Strauss Festivali başkanı arkadaşım Josefina ve eşi beni yemeğe götürdü. (Koskocaman tül bir şapka ve kırmızı bir tuvaletle bir masaldan ya da romandan düşmüş rüya gibi güzelliğiyle İstiklal Caddesi’nde yürüyüşümüzü gördüyseniz bizi unutmamışsınızdır.) Biraları Aziz Antonio’nun şerefine içip şenlenirken bana “St. Antoine Kilisesi’ne gidip senin için dua edeceğim”, dedi. Aziz Antoine genç kızların koruyucu aziziymiş de ondan. (Beni yıllar önce koruması gerekiyormuş, dediğinizi duyar gibiyim, yaş aşımındna yani). Ben de ona dedim ki “Sen Aziz Antoine’a söyle de erkekleri benden korusun”. Yemekten çıkıp Yunanca hocamızın Patrikhane’deki nikâhına gittik. Hocamız prenses gibiydi. Arkadaş, imam nikâhını özledik bir an. İmam nikâhı dediğin işkence en az 5 dakika sürüyordur herhalde, kilise nikâhında sanırsın İncil’den hatim indiriliyor. (Bir Tarkovski filmi gibi: en tatlı yanı bitmesiydi  ) Ama sonunda herkese dağıtılan bir avuç pirinci çiftin üzerine atmanın tadı hiçbir yer yok. Evlilik “kök salsın” diye (rizono) pirinç (rizi) atılıyor. Çok hoş. (Bir gün yanlışlıkla evlenecek olursam vasiyetim üzerime avuç avuş marshmallow atılmasıdır.) Dua kısmı hariç rüya gibiydi. Evlilik demiş, yedi harfliyi anmışken, üniversitenin yanında bir tek taşçı var. Bildiğin tek taş satıyor. Vitrininde bir gelin, önünde de yere çökmüş bir damat, elinde de tek taş. Bu işlerden anlamayan birisinin bile tek seferde anlayabileceği hatalarla dolu mizansen. Geçen gün Aysegül’e sordum, “hata nerede?” diye. Cevabı bana kapak oldu: “Hata büsbütün olayın kendisinde!” Çocukluk aşkım beni yemeğe götürme gafletinde bulundu. Cenk akıl almaz derecede zeki ve komik bir çocuktu. Hiç değişmemiş. Veletken de zekilere âşık olurdum, hiç değişesim yok. “Bak, kardeşine baktın çocuk kardiyolog olacak, keşke bana da sen baksaydın” diyerek geceye nokta koydu. 80’lerin nazik erkeklerinden kim kaldı geriye ayol. Kızı tuvalete kadar götürüp kapıda beklemek şeklinde bir adet vardı, hatırlayan var mı? Cenk beni bekleyince hatırlayıverdim. Hatta Türkiye’de yaşayamış olan bir İspanyol dostum şaşkınlıkla anlattığında olayı çok garip olduğunu fark etmiştim. “Türkiye’de WC önünde kız beklenir” diye ispanyol cemaata anlatıp şaşkınlık dalgası yarattığında olayın bilincine varabilmiştim. Hey be, neler atlattın sen Törkiyem! (Cenk “evlenelim, sana Jaguar alayım”, dedi. Bana uyar. Jaguar’ı köşede hakkınca okutup Ekvador’a kaçarım. Hatta isterse onu da yanıma alırım. Kabul ederse ütülerimi yapar. (Tek sevmediği şey de ütüdür), etmezse çay yapar, o da kabulüm.) Yok be, kıyamam ben Cenk’e  Hande’nin mahallesinde evlere şenlik bir imam var. Ama adam kelimenin tam anlamıyla “evlere şenlik”. Mesela biz balkonda otururken hizmet doğrudan balkona geliyor. Evlere şenlik hizmeti tabii ki. Ben dün gece adamın “koca bulamayan kızlarımız, koca bulsun inşallah” dediğine bizzat şahit oldum. Buna bir Peroni ve tinto’dan sonra şahit olmuş olabilirim, ama duyduğumdan eminim. Zannımca Hande peçeteye istek dua yazıp imama yollamış. Ölmediğim sürece benden kurtulamayacağı için diğer imkânsız şartı denemiş bence. (Ama yemezler). Aç parantez, zaten iyice içine koyulduğum evin şeklini aldığım için Massimeddu geçen gün yolda arabayla Necla Teyze’ye (anneannelerine) giderken aynen şöyle dedi: “Bizim ailede ben varım, annem, babam ve Özlem var.” Hande benden kurtulmak için son 1 ayda 3. kattan zemin kata indirdi beni. Haftaya kapının önüne serer yatağımı. Neyse, kapa parantez. İmam bugün ne dese beğenirsiniz? “Futbolcular ‘pozisyon yarattı’ diyorlar, geri zekâlı bunlar! Yaratmak Allah’a mahsustur” Hande haklı, “evde ne varsa içsem bu kafaya varamam” diyor. Aradı demin “Alkış yapsam bis yapar mı acaba?” diye soruyor. Kız Türkolog anacım, yıllarca Arapça da okudu, ama adamın konuştuğunun Arapça olmadığını Massimeddu bile anlar. “Haydi, ben kapıyorum, imam Sanskritçe’ye bağladı yine” diye kapattı telefonu. Ramazan sonuna kadar buradan besleneceğiz artık çaresiz. Benden haber alamazsanız merak etmeyin anacım. Petersburg’a deniz kongresine gidiyorum. İlber Hoca kesin orada “çok cahilim keşke ölsem” tadında bir an yaratacak bana. Korkunun ecele faydası yok. Sonrada hayatımın son 40 yılının en muhteşem yaz planıyla sizinleyim. Bodrum’a, Sardinya’ya, oradan Korsika’ya, oradan kardeşimle tüm Kiklat adalarını alt üst etmeye, oradan Derya’yla Gürcistan’a, oradan da Sultan’ın Mutfağı’nın tarifsiz kahramanı Lovro ile (Kukulyeviç) Hırvatistan’ın dağlarına tırmanmaya, dağ evlerinde kalmaya. Koca bir yaz yokum ben. Ben aslında yoğummm yeavroooum… Neslihan’ın anneannesinden derlediği o güzel deyim yerindeyse “Agop’un kazı gibi” yemek istiyorum. Benden haber alamazsanız beni değil civarlardakileri merak edebilirsiniz. Tanrı onları benden ve gazabımdan korusun. Ha bu arada, oradan yola çıkarken çaldırırım ben sizi, kapıyı açarsınız, yuvarlanarak içeri girerim. Hatta sınır kapısını da tereyağıyla bir yağlayıverirseniz sorunsuz olur içeri girişim yediğim sebada’lardan sonra beybiler  Öptüm canım…