18 Nisan 2015

TOPUNUZU KESERİM ÇOCUĞUM! ya da BOK KURARSINIZ

       İşte şu anda tam da böyle hissediyorum. Merve hislerime tercüman olmuş. “Hepinizi” bâbında bir “topunuzu” bu. Fakülte kâbusum oldu. Çalışmanın imkânı magma seviyesinde. Hocalar ve öğrenciler tek başlarına bir Çin ordusunun çıkaracağı gürültüyü tek başlarına çıkarma yetisine sahiptir. Ara sıra kafama hunimi de takıp ofisten koşarak çıkarak “Eğleniyonuz mu anaaammm?” diye sorasım geliyor. İstiap haddi çalışma kıvamının bir yan etkisi de olabilir diyeceğim, ama artık sesleri Richter ile ölçülür tatta olduğundan çaresizlik özlemiyim. Deniz her zamanki gibi fenomen cümlelere imza atıyor: “Özlem, sen gün içinde kadar çok şey yapıyorsun, farkında değilsin. Akşam bunları hatırladığında yoruluyor musun?” Ben akşam eve geldiğimde fakültedeki gürültüyü hatırlayıp yoruluyorum yaw!
      Son bir haftayı da erözyon gibi yaşadım. En unutulmaz sahne ile başlayayım. Dersten çıkıp Deniz’le Vağarşak Bey’e baş sağlığına gideceğiz. Dışarı çıktım. Beşiktaş’ın göbeğindeyiz. Bir baktım İlber Hoca karşıdan telefonla konuşarak geliyor. Yanına gittim. Telefonu bırakmadan kafamı kolunun altına sıkıştırdı, gidiyor. Deniz arkada kaldı, şaşkınlıkla bakıyor. Sadece Deniz olsa yine iyi. Dersten çıkan öğrenciler, Beşiktaş ahalisi. Hoca malum boylu boslu; ben koltuğunun altın çekirge yavrusu gibi gidiyorum sürüklenerek. Hoca bir telefonla konuşuyor, bir kafamı öpüyor. Tarifi mümkün olmayan bir sahne. 40 yıl boyunca dişimden tırnağımdan artırarak bir karizma yaptıysam da o gün hepsini orada gömdüm.
      İlber Hoca ne güzel demiş. Oh, içimizin yağları eridi. Ben de elimden geldiğince düşündüğüm her şeyi söylemek istiyorum, ama bu kadar güzel olmuyor. Daha da sevdiğim bir şey varsa o da hocanın kanal 24’ün uzattığı mikrofona “Ne bok bir kanal bu” demesi. Zamanında birileri çıkıp korkmadan konuşsaydı bu hale gelmezdik.
      Güzeller güzeli İzmir’e gittim konferans için. Ülkede hala kurtarılmış üniversiteler ve tarih bölümleri olduğunu görmek mutlu etti beni. Dokuz Eylül Üniversitesi candır. Hocaları kültürlü, tatlı, eğlenceli. Uzun zamandır gülmediğim kadar güldüm onlarla. Sürpriz dolu hocalara buradan selam edeyim! İlker Hoca sağ olsun beni Salih Özbaran’a götürdü. Salih Hoca yaşayan bir tarih. Cumhuriyetin en güzel çocuklarından. Portekiz arşivlerini Osmanlı tarihçiliğince kullanan yıldız hocamız. Uzun uzun sohbet ettik. Altın gibi dakikalardı. Yıllar öncesinde İzmir’den toplanıp İstanbul’a arşive geldiklerini, onları her seferinde cümbür cemaat gören İlber Hoca’nın da “geldi yine cemaat-i kıptiyân” demesini anlattı. Kenan Evren bir gün arşive gelmiş. Onlar da yabancıların belgeleri fotokopi çekmesine izin verildiğini, ama Türklere böyle bir izin verilmediğini söyleyip dert yanmışlar. Evren’den cevap: “Onların belgeleri bizimkiler kadar değerli değil”. Hoca Salazar döneminde Portekiz’de bile bunun yaşanmadığını söylemek istemiş, ama doğal olarak susmuş. Tam o esnada İlber Hoca arkadan kendini tutamayıp bağırmış. (Ne dediğini ben bugün hayal edebiliyorum :) ) Salih Hoca da “Aman, İlber, dur etme” diyerek onu susturmuş. İlber Hoca’yı bir on yıl sonra Putin’i tepelerken görebiliyorum. Siz de edin, çok eğlenceli.
     Eduardo Galeano’yu kaybettik. Cennet varsa orada buluruz. (İnşallah yoktur, o ayrı konu. Hele hele Kuran’daki cennet hiç benlik değil.) Sayısız kitabını okudum. Bir kısmını dostlar hediye etti. Şule, Ersoy… Ekvador devlet başkanı Rafael Correa’ya fahri doktora verirken konuşmayı ben yapmıştım. İlk cümlem Galeano’dan olmuştu ve Correa ilk alkışı basmıştı. Meral içinde bir yatak da bulunan çalışma odamı anlatıyordu dün. “Yattığın yerde her şey var. Elini atıyorsun cımbız, ayna, her konudan kitap, gül kremi, parfüm, sepet…” (Gerçeği söylemek gerekirse o kitap yığını altında biraz zorlarsanız çeşitli yiyecekler de bulabilirsiniz, ama şansınızı zorlamayın, derim.) Gerçekten de başucum bir delinin hatıra defteri tadında. Ama her şeyden önce en az üç tane Galeano kitabı vardır yastıkla kol mesafesi.
     Annem bakla yapmış. (Galeano’dan baklaya nasıl geçtik. “Neyin kafası?” diye sorarsanız, çayın kafası anacııımm. Tein bende bu kadar duruyor. Başar’ın benim için Cem Yılmaz’dan alıntıladığı durum gibi: “İkimizde aynı oksijeni alıyoruz, ama seninkisi içeride nasıl dolanıyorsa artık!”) Babam söyledi: Trakyalılar “Bir yıl içinde bir kere bakla yemezsen bile mutlaka bakla tarlasından geç”, derlermiş. Düşündüm de Avrupalı hiç bakla yemez. Bamya gibi bilmedikleri bir tattır. Benden çok ailemizin sevgilisi sayılacak bir Javier’imiz vardı. Annem o mutlu olsun diye her şeyin en güzelini alırdı. Bir keresinde ayva tatlısı yaptı. Hiçbir yerde de kaymak beğenemediği için günlerce o tatlıyla bakıştık. Sonunda aranan lezzette kaymak bulundu, tatlılar yendi. Ben tabakları makineye koyarken fark ettim: Bizim pür zekâ tatlıyı yemiş, kaymağını bırakmış. Buraya kadarmış!
    Kim bulmuş söylemem, ama komik bir sutyen bulmuş. Giyince Vezüvgillerden oluyor. Bir arkadaşın teorisine göre otobüse binince şoför durdurup “Ya memeler?” diyor, “onlar için Akbil basmadınız?”. El cevap: “Yok şekerim, onlar kucağıma oturacak”.
    Dünyanın hiçbir şehrinde şu yaşadığınız adrenalini yaşayamazsınız. Hakkını verin rica ederim. Akşam üzeri dolmuşa bindim. Önde ben, arkada Birleşik Arap Halkları yola çıkacağız. Adam merkezle kavga ediyor: “El freni çalışmıyor, ben ne yapayım”. Dolmuşta yaşayacağımız heyecandan tek ben haberdarım doğal olarak, gayri ahali sadece lisani Arabiye hâkim olması vechiyle. “Rahat olun, sorun yok”, demez mi? Anacım, rahatım ben, 41 yıldır sorun yok zaten. Bu şehirde hala hayattaysan mucizelere inanmalısın bebeğim!
    Bu hafta duyduğum en güzel şeylerden biri: “Sıçım bölgesi”. Korkunç oyların çıktığı seçim bölgesine verilen ad. Anladınız siz onu :P Haydi canım, ben Sardinya’ya kaçtım. Yenilebilitesi olan ne varsa yutup moratoryum ilan ettirmeyi düşünüyorum. Ciaooo!!