6 Nisan 2015

…VE DİĞER ya da BEN AKUT OLDUM

Çoook hastalandım. Doktor rapor yazmış. Alerjik rinit, akut bronşit, C, B vitamini eksikliği… İki satırlık boşluğa sığdıramayınca şöyle bitirmiş: “Ve diğer.” Eve kadar gülerek geldim. Geçen haftalarda dekanımız sahte rapor alıp yazılan hastalığı bile bilmeyen yavrucaklaırmızın ellerinde raporla gelip “hocam, ben akut oldum” demesini anlatmıştı da kopmuştuk toplantıda. Ben de Necip Hoca’ya gidip “hocam, ben akut oldum”, demek istedim. Ama kısmet olmadı  O halde kalkıp Bilič’in memleketine gittim. Zagreb Üniversitesi’nde Osmanlı mutfağı anlattım. Ölümcül hasta olduğum için pek de sesim çıkmıyordu. Çocuklara “keşke sağlıklı olsaydım” dedim. Bunun üzerine geçen ay kolunu kıran, beni konuşma başında üniversiteye tanıtan ve o an yanımda olan Vjeran da çocuklara dönüp alçılı koluyla “ben de” dedi. Tahmin edersiniz ki pek şenlikli bir kapanış oldu./////////////////////////////////////// Bir temiz hava alıp geldim Zagreb’de. Erdoğan Slovenya’ya gelene kadar kaldım, o gelince arkama bakmadan memlekete geri döndüm. Dünyanın öteki ucunda bile rahat yok bize. Ölmeye bile korkuyoruz, düşünsene, ya öteki dünya varsa ve oraya da gelirse. Kaçamazsın da anacım. Oh, neyse ki öyle bir dünya yok, rahat olun. Şu elimizdeki bitse de kurtulsak. //////////////////////////////////// Hırvatistan’ı çok seviyorum. Ama bu beş gün boyunca her şeye rağmen sıkıntıdan ölmek üzere olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Ben bu memlekette iki ay nasıl yaşamışım bu sefer şaştım. Gelecek yıl altı ay Zagreb’de yaşama hayalini de biraz dondurdum. Bunun üzerine Vjeran “Belgrad’a git hain madam”, dedi. “Hain” kısmında sorun yok da, “madam” kısmına çok kızdım  Zagreb ve Belgrad arasında hala tatlı bir çekişme var. İkinci Dünya Savaşında bile kesilmeyen iki şehir arasındaki tren hattı son savaşta kesilince 4 saatlik yol hayal olmuş. Ta Budapeşte üzerinde bağlamak zorunda kalmışlar.///////////////////////////////////////// Belgrad ve Zagreb arasında ciddi bir fark: biri ölü, biri hayli diri. Belgrad’da hayat var, Zagreb ise ölmüş de haberi yok. Zagrebliler de kısmen soğuk insanlar. Öyle Dalmaçya sıcaklığından uzaklar. (Ama çok iyiler o başka.) Vjeran bir Hırvat erkeğini hayata bakışını çok güzel özetledi. Bir gün çok güzel bir kız onun telefonunu alıp akşam sohbet etmek için aramış. Biraz konuşmuşlar. Vjeran da o ara sosis yapıyormuş. “Sosisler soğuyacak. Kusura bakma, kapatmam lazım” demiş. Acı gerçek bu! Neyse ki ben bu cinsle henüz karşılaşmadım.///////////////////////////// Ancak benim başıma gelebilecek hikâyeler vardır. İki sene önce Zagreb’de yaşarken bir hafta sonu Maribor’daki arkadaşlarıma gittim. Sabahın köründe şehre indim. Bir banka oturup onların gelmesini beklerden uzun kıvırcık saçlı, gitarlı bir yakışıklı belirdi. Yanıma oturdu ve İstanbul’dan olduğumu öğrenince memleketteki bütün Rock gruplarını saydı. Duman başta olmak üzere tüm gruplarımıza bayılıyormuş. Velhasıl, biraz laflayıp Zagreb’de bira içmek için sözleştik. Hayatımda gördüğüm en renkli kişiliklerdendi Mate. Her gün nehirde yüzen, nehirdeki adacıklara çıkıp orada gün geçiren, her şeyi bilen, okuyan, müzik yapan bir çılgın. Gecenin bir yarısı açık bulduğumuz tek dükkândan pizza almak zorunda kaldığımızda bile fişten minik bir origami yaparak saçma sapan bir saatte bile insanı şaşırtmayı beceren bir arkadaşım oldu. ////////////////////////////// Zagreb’in en sevdiğim yanı her yere yakın olması. Mesela Slovenya’dan arkadaşlarım beni 3 saatliğine görmek için kalkıp geldiler. 20 yıldır Zagreb’e hiç uğramamışlar. Üstelik sadece 100 km ötede. “Hiç özlememişiz” dediler. Beni havaalanına bırakırken yolda geldikleri şehrin tabelasını görünce “Bu şehirdeki en güzel şey” deyip güldüler. Belgrad-Zagreb çekişmesi gibi Slovenya’da da Ljubljana-Maribor çekişmesi var. Onlar da hiç sevişmezler. Mariborlular için tabela meselesi aslen şöyle: Ljubljna’nın en güzel yanı Maribor’a kaç km kaldığını gösteren tabeladır. Ankara’nın dönüşü gibi bir şey yani  /////////////////////////// Zagreb’de Tesla’nın kocaman bir heykeli var. Bugün Hırvatistan topraklarında olan Smiljan doğumlu. Ama babası Sırp. Bildiğiniz üzere müzesi Belgrad’da. Sırplar ve Hırvatlar Tesla’yı paylaşamıyorlar. Marco’nun söylediğine göre gençliğinde Maribor’da tam bir kumarbaz olarak yaşıyormuş. Annesi gelip zor kurtarmış onu kumardan. Mirjana ve Marco ile geçirdiğim her saniye bir şey öğreniyorum. Mesela Slav dillerindeki “nedjelja” (Pazar günü) ne-djelja’dan (çalışmamak) geliyormuş. Anlayacağınız bana hitap etmiyor anacım. Tanrı bile evreni yaratıp bir gün dinlenmiş, ben her gün tanzifat amelesi gibi çalışıyorum. ////////////////////////////////// Genelde sıvı gibiyimdir: Yaşadığım şehrin şeklini alırım. Yüzyıldır orada yaşıyormuş gibi alışırım hemen. Ama Zagreb bende durmuyor, suç benim değil. Favorim Dalmaçya. Lakin genel olarak çok seviyorum Hırvatistan’ı. Balkanların en kültürlü ülkesi. Bunu da Osmanlı tarafından büsbütün fethedilmemelerine borçlular. Ne de olsa Rönesans yaşadılar. Balkan tarihçilerinin genel bir iddiası vardır ve bunda hiç de haksız değildirler: Balkanlar Osmanlı yüzünden Rönesans yaşayamamıştır. Bu görüşe katılıyorum. Mesela Avrupa’nın ilk romanı Planine (Dağlar), Don Quijote’den neredeyse 70 yıl önce yazıldı. Yazarı bir Hırvat: Petar Zoranić. Dili Hırvatça. Hırvatlar her zaman İtalya’ya dönük yaşadılar. Zaten Katolik oldukları için diğer Ortodoks Slavlardan ziyade kültürel olarak da Rönesans İtalya’sını örnek aldılar./////////////////////////////////// Hırvatistan’ın en sevdiğim yanı bolca ateist içermesi. Yugoslavya döneminin etkisi bittabi. Ama Tito’nun dinsel açıdan bu denli etkin olduğuna insan inanamıyor. Sadece arkadaşlarım, anne-babaları değil dede-nineleri de ateist. Hem de büyük bir kısmı. Hayli geniş bir jenerasyon dizisi. Ateist nüfusda İskandinavya ile yarışır haldeler bence. Pırıl pırıl bir ülke anlayacağınız. Diğer bir taraftan dünyanın sayılı iyi insanlarından Hırvatlar. Pasaport polisinin sizinle sohbet ederek karşıladığı sayılı ülkelerden. Herkes her an yardıma hazır. Güler yüzlü ve yardımseverler. Bizim korkunç dizileri seyretmeleri dışında Hırvatların hiçbir kusuru yok. O da Stockholm Sendromundan bence. ////////////////////// Beş günde dört kitap okudum Zagreb’de (Tabii ki ağır sıkıntıdan). Slavenka Drakulić’in iki kitabını daha devirdim. “The Balkan Express”i şiddetle tavsiye ederim. Balkan ruhunu anlayabilmek için leziz bir seçim. Vjeran da bambaşka bir romanını tavsiye etti. “İlahi Açlık”. Sevgilisini kesip, dolaba koyarak zamanla yiyip bitiren bir kadının hikâyesi. Ölümsüz aşk için. Yayınevlerine sesleniyorum. Çevirin la bu kitabı! Vağarşak Bey’in biricik pederi Sarkis Seropyan vefat etti. Agos’un kurucularından bu canımız amcamızın mahşer gibi kalabalık cenazesine gidemeyince eve taziyeye gittik. Yıllar önce onu ilk ve son defa görüşüm geldi aklıma. Hep birlikte güldük. Kınalı Ada’da markete girdik, bira alıyorduk. Tam önümüzde bir teyze ve amca. Amca inanılmaz derecede Vağarşak Hazretlerine benziyor. Ben dayanamayıp sordum: “Siz Vağarşak Bey’in anne ve babası olmayasınız?” Sarkis Amca bakıp gülümseyerek cevap verdi: “Öyle olduğumuzu sanıyoruz.” /////////////////////// Bugün Paskalya. Kurtuluş’a can gelmiş. Renk renk paskalya yumurtaları, rengârenk kurabiyeler, paskalya çörekleri… Yumurta doğumu, hayatı, Tanrı’yı-İsa’yı, hayat zincirini simgeler. Rum Ortodoksların pek tatlı bir “Kira Sarakosti”si vardır. Yedi ayaklı bir kadın. Yedi haftalık oruç boyunca her hafta bir bacağı kopartılır. Çocukların yaptığı bu renkli bebek odalarına asılır. Aynı gelenek İspanyol Katoliklerde de var. Adı Señora Cuaresma. Hırvatlarda olmadığını bu konferansta öğrendim. ///////////////////////////////// Zagreb’de masa geleneğini de anlattım. “Mensa” Latince üzerine tencereden yemek konan kocaman bir dilim ekmek. Tabağın sofrada bulunmadığı zamanlarda yemek mensa’ya koyup yeniyordu. Erken Ortaçağ’dan bahsediyoruz. Bugün bile hala Orta Avrupa’da pek çok ülkede üniversite restoranına “mensa” denir. Kelime İspanyolcaya “mesa” olarak geçmiş. Oradan da Sefaratlar 1492’den sonra İspanya’dan bize getirmişler. O dönemde bizde masa olmadığı için bu kelimeyi kapmışız. Zagreb’de öğrencilerden biri Romencede de “mesa” dendiğini söyledi. Zaten Sardo (Sardinya dili) ve Romence imparatorluğun uçlarında kaldıkları için çok iyi korunmuş iki Latin dili. Latinceye en sadık kalarak değişip gelişenlerden. ////////////////////////// Dünyanın her yerinde yemek tarihiyle ilgili enfes kitaplar basılıyor. Veljiko Barbieri’nin “Vrijeme je za gozbu” (Zaman yemek içindir) kitabını buldum. Adam bir başlıkta hayatın anlamını özetlemiş. 700 sayfalık bir hazine. Yemek demişken Vjeran çok güldürdü beni. Ankara’da Türkiye-Arnavutluk maçını veren bir lokalde şöyle yazıyormuş: “Maçtan sonra Arnavut ciğeri servisimiz vardır”. Kabul edin, çok eğlenceli milletiz. ////////////////////// Selen Gülün, Pernille Mejer’in yazdığı bir şarkı için “O kadar güzel ki, şarkının içine girip uyumak istiyorum” demiş. Benim de öyle içine girip uyumak istediğim bir şarkı var. Bjelo Dugme’den: Lipe cvatu. Bir de klibini izleyin, Bregović’in gençliğini görüp biraz eğlenin derim. Bosna pek benim ruhuma hitap etmez. Bana sorarsanız Bosna tarihinin çıkardığı en leziz şey Alen Islamović’tir ki tam da bu klipte tüm şaşaasıyla kendini gösteriyor. Bir insan bu kadar yakışıklı olmamalı. İnsan doğasına aykırı bir kere. /////////////////////////////// Haydi doviđenja canlar…