14 Aralık 2016

KUMRULAR’IN MERVE İLE BİZİM EVİN YALIN HALİ #EVİYEEVİ



         Kumrular’ın Merve. ’89 yılında “Al, sev, kardeş” diye elime verdiler.  Ev içinde kod adı Sütlü Nuriye idi. Ayy, sütlü mü sütlü, ballı mı ballı yanakları vardır özenle sömürülesi. Geçenlerde saçları kazıtmış, yoldan foto yollamış. Babama gösterdim, “Bu çocuğu tanıyor musun?” dedim. Tanımadı vallahi. Oysaki 27 yıllık ev içi üretim olarak yaşıyor bizimle kendisi. Saçları daha gür çıksın diye kazıtmış. Haliyle bundan böyle de adı Sütlü Nuri oldu. Küçükken uyguladığım taktikten etkilenmiş olmalı. Saçları uzasın diye bebeklerimin kafalarını kazırdım. (Bacak kadar çocuğun bu tip bilgileri hangi âlemlerden edindiği ise halen bir gizem tabii). Bana yanlış tüyo veren büyüklerin akıbetini tam olarak hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa o da lunaparktan aldığım taktiklerle daha çok dönsün diye bebeklerimin eteklerini kırpmamdır. Ama ev ahalisi başlarına icat çıkarmama izin vermedi. Çok büyük bir bilim adamı olabilirdim. Fizik konularını tam da anlamamış olabilirim, ama bir şans daha verselerdi anlardım kesin.
      Bu arada geçen yüzyılın ortasında çocuk olan annemin de beğenenlere makasla elbisesinden kestiği parçaları dağıtması ailemizin neden hâlâ eğlenceli bir kurum olduğunun cevabı değil mi? Çünkü dünyaya gelen büyüyor, ama bizim eve gelen çocuk kalıyor, anacımm. Evde herkes çocukluğunu bedelli yapmış meğer. Geçen gün 27 yaşına demir atan kardeşim eve elinde kocaman bir kutuyla geldi. Çalışma masamın üzerinde sömürge imparatorluğunu kurarak TOKİ (Tombul Ortaklar Kooperatif İşletmesi) kadar bir televizyona yer edindi. İlk gün bir Fellini filmi izleme girişiminde bulundu. Nerden bilirdim ikinci gün fabrika ayarlarına döneceğini. Meğer televizyon ön akınmış. Ertesi gün gelen koca kutunun içinden PlayStation çıkmaz mı! Bunu müteakip gün salonda ne göreyim! Merve kendisine eküri bulmuş, babamla kurulan tarikatta Barça-GS maçı oynuyor! Sosyal medya Merve’nin bu yeni kıvamını pek beğendi, bense AntiPlayStation savaşımda saat 1 kadar yalnız kaldım. En çok da Engin’e güldük iki kardeş: “Ben de çok tepkiliydim ilk başlarda, ama kardeşim eve getirdiğinde Rabia işareti yapınca önce bir şaşırdım. Sonra Play Station 4” demek istediğini anladım. Şimdi ben de oynuyorum J”, demiş. Elçin de “Yakında sen de sıraya girersin” dedi. Çoktan girdim bile. Annemin açtığı sıranın arkasındayım. (PlayStation’ı camdan aşağıya atma sırası). Şu anki durumum: Yapayalnız kalacaksın gecenin ortasında.
       Asabiymişim. Dışarıdan anlaşılmıyor tabii. Gastrit gibi. (Yıllar önce şekersiz çay içen bir öğrencime “Gastrit olursun” demiştim de almıştım cevabı: “Olsun hocam, o dışarıdan görünmüyor” demişti. ) Bir gün Salih Bey’le (Güney) makineden bilet alıyorduk. Makine sağ olsun biraz yavaş hareket edince ben de yavaş hareket eden nesnelere karşı biriken sinirle gözler dönmüş, artık makineye nasıl baktıysam Salih Bey o ifadeyi unutmamış. Aradan günler geçti, başka bir gün yemekten kalkıp ayrılırken ben hayli uzaklaştıktan sonra arkamdan el sallayarak “Özlemmm” diye bağırdı, “Makineye kafa atmayı unutma!”. Sizde yemek bitince “Haydi müzeye gidelim” diyen arkadaş var mı? Bende var. Sayesinde unuttuğum eserleri yine yeni yeniden görüyorum. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kapalı kapılar ardında kalan Sidamara lahdinin halka açılmasını da ona borçluyuz. Salih Bey, yaşam sevincim.
      Vağarşak Bey haklı olarak soruyor: “Türkiye’ye girerken vize soruyorlar mı sana?” Bir de 90 günü geçmiş miyim diye pasaportumdaki damgalardan günleri saymaya çalışan havaalanı görevlileri var ki işleri pek bir zor. Arkadaşım sordu “Ne yapıyorsun?” , “Evdeyim” dedim. “Tam olarak ne zaman girdin?”, dedi. Haklı. Elime son blog aldığımdan beri şu şehirlerde amip gibi yayılmışım: Bologna, Floransa, Padova, Parma, Casablanca, Marakeş, Essaouira, Mexico City, Guanajuato, Puebla, Retimnon, Iraklion, Cagliari, İzmir, Lefkoşa, Girne, Gazimağusa, Cezayir, Becaye, Madrid, Salamanca, Ledesma, Manisa… Bir oturabilsem, size neler yazacağım. Osmanlı tarihinde bir yarıtanrı olan hocalardan biri benim için sorulan “Neden evlenmiyor?” sorusuna, “Bir oturabilse evlenecek” demiş. Gani gani güldüm, bayıldım. Bologna’dan başlarım anlatmaya haftaya…
       Velhasıl her şeye rağmen bizim ev gibisi yok. “Eşşşek kadar oldun, hâlâ annenin oturuyorsun” diyenlere günde 1000 avroya bizim evde 24 saat eğlenme imkânı tanıyorum. Bu kampanyadan yararlanın bence.  Kendi evimde kitaplar yaşıyor zaten, oksijenimi yiyip bitirdiler. Bir de evde sıcak yemek olduğu için hâlâ Kumrular Malikânesi’nde yaşadığımı sananlar var ki onlara cevabım da evde bugün annemle babam arasında yaşayan diyalog:
-Ayyy, inanmıyorum İsmail! Özlem ilk defa benim yemeğimi yedi.
-Yoo, ilk defa değil, geçen sene de bir kere yemişti.
      N’apsın İffet? Rakipleri büyük. Meral’in dünyanın ve memleketin dört bir yanından taşıyıp elleriyle yaptığı yemeklere, kuru dolmalara, gnocchi’lere, aşkla taşıdığı galaksinin en güzel tatlıları casata’lara, Murat’ın ahtapot, jumbo karides, karides, kalamar ve en sevdiğim haşerat-ı bahriyeye attırdığı taklalara, yaptığı alla italiana fesleğenli Şam fıstığı ezmelerine, 10 derecelik Belçika biralarında kabaran hamsi pofuduklarına yeniliyor tabii. Yenilmesin ne yapsın! “Safran var mı?” diye sorunca “Ne demek safran var mı? Var tabii,” diyen erkek varmış ülkede. İstanbul’un iaşesi gibi evi: Trabzon’dan yağ, Sofya’dan Kaşkaval, Edremit’ten zeytinyağı, Belçika’dan kuvertür çikolata… Annemin en klasik replikleri: “Ayy, ben yapıyorum yenmiyor, komşu yapınca tatlı geliyor” (Anne, sen yeşil elmalı ahtapot yaptın da biz mi komşununki daha güzel olmuş, dedik? Anlamadım ki!). “Pis pis şeyler yiyorsunuz sokakta, benim mis gibi yemekler yenmiyor” (‘Pis pis’ dediği soya soslu, sarımsaklı jumbo karidesler değildir inşallah. Ama ‘etli bamya’nın bana hiç de mis gibi gelmediği kesin. Velhasıl bamyadan haz etmem. Osmanlı’daki Bamyacılar-lahanacılar rekabeti bizde de mevcut. “Lahanaya kuvvet, bamyaya lezzet” tarihi tezahüratıyla pek yakında Hipodrom’dayız.) Bugün ölecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yiyorum bu aralar. Yakın tarihinde sadece kırdığı yumurtalarla tanınan (onu da tavanın dışında) kardeşimin de bu âleme katılmasıyla yıllardır dişimden tırnağımdan biriktirdiğim karizmayı da sosyal medyada 40 saniyede yitirdim. Eve bir geldim, hatun kişi peanut butter yapmış! Tam da elimde bavulla evden çıkacağım, kavanoza hafifçe dokunayım derken magmaya inivermişim. Ben son bir kaşığı da ayıp olmasın diye numune bâbında bırakıp tozingen… Ertesi gün Twitter’da cenaze namazım kılınmış: “Burada bir peanut butter olacaktı, n’oldu? #EviYeEvi” Kardeş var, ister misiniz? Bende mecal kalmadı da. Ben ona bulaşmam walla. EKO çekerken teyzelerin memelerini kaldırıp indirirken çok fena triceps, biceps yapmış. Girmem ben o topa.
      Biz Anvers’e midye yemeye, bira içmeye gidiyoruz hafta sonu. Belki oralarda yenecek bir ev vardır…

      Haydi biz kaçtık…