8 Ocak 2017

HAYAT, BENİ NEDEN YORUYOSUNNN? ya da YEK DOST


         -Merve, gelirken bana simit al.
    Bi dakika, bi dakika, açıklayabilirim. Sandığınız gibi değil.  20 yıllık dostum, Almanca öğretmenim Nurten Hoca’nın evinde mahsur kaldım. (Mahsur kalınacak en muhteşem yer. Kahve, kitap, fıkra, taze börek.) Bugün de toparlanıp eve gelmeye çalışmalarım pek başarılı sonuçlanamayınca deniz otobüsü çıkışı karda popo üstü çakıldım. Beni kollarımdan tutup kaldırdılar. O esnada arkadan bir ses:
-Apla, göççük adımlarnan yürü.
-Ay, küçük adımlarla yürüyorum ayol.
-Yoh, ben gördüm, böyyük adımlarnan yürüyordun.
      Bu ülkede sıkılma şansın yok. Sanırsın 80 milyon çekip çekip dolaşıyoruz. Her daim bir atraksiyon, her daim bir şenlik. Eh işte, zamanında Çekoslovakyalılaştırabilselerdi bizi, şimdi karda düşmeden yürüyebilecektik. Norveçli miyim ben be güzelim, düşmeden yürüyecekmişim karda. Hal böyle olunca da çanağı dağıttık tabii, oturamıyoruz. Acılar içindeyiz. Karları küremeyen belediyeye selam olsun. E, bu durumda sonuç: Merve’den simit istemek.  Aylarca iğnelerimi yaptıktan sonra bana “abla, yüzüne hasret kaldım” dediydi bi zamanlar. Hah, biz şimdi yine o günlere döndük, iyi mi! :P
      Kardeşimin her bize gelişinde ısrarla beni evde bulamayan arkadaşı Mustafa “Merve, sen ablanla kaç yaşındayken tanıştın?” demiş.  Le Mustafa: 12 points. Koptum vallahi. Haklı çocuk. Cevabı verdik kendisine. Kardeşim benimle Facebook’ta tanıştı. Ama tanışınca daha önce bizim evde beni bir-iki kere gördüğünü hatırlar gibi oldu. (Muhtemelen mutfakta, muhtemelen gecenin 3’ünde buzdolabının kapısını açarken). Ben de bazen kendimi evde bulamıyorum. Ben aslında yoooğum. Annem yanlışlıkla eve geldiğim zaman “Oh, maaaşşaallah, evin yolunu bulabilmişsin”, diyor. Yolda giderken evi kolay bulayım diye yere bırakacağım kurabiye parçalarını herkesten önce kendim yiyeceğimi bilmesem bu yöntemi kullanacağım ama sonuç tahmin ettiğiniz gibi.
      Nurten Hoca’nın yatak odasında 24 saat klasik müzik çalan bir aygıt var. Sanırım klasik müzikle beslenen yataklar daha bir yumuşak oluyor. Havasından mıdır suyundan mıdır nedir onun evinde hep prenses gibi uyuyorum.  Velhasıl dün gece rüyamda bir Yunan adasında mahsur kalıyordum. Beni bir Macar tarihçi dostum kurtarıyordu. Gerçekte olsa beni Yunan adasında mahsur kalmaktan kurtaran arkadaşın ellerini kırarım. Rüyaya bak, olayda Törkiye’nin kırıntısı geçmiyor. Nasıl bıktıysam artık, medeniyetle rüyalarda kavuşuruz durumu.
       Bana Brugge anılarına anlatacaktı Umur, o iş n’oldu sahi? Yaş ortalamasının 398.6 olduğu bir kentte ne anısı varsa artık. Anılarının yaş ortalamasından korktuğum için olsa gerek nefes almadan 4 (yazı ile dört) saat konuşarak buna izin vermedim. “Tam tedavi edilmelik, ama etmeye kalkan psikoloğunu da beraberinde delirtecek” biriymişim. Dilleri dert görmesin :P “Facebook’ta profil fotosu olmayan anne” sendromu ortak derdimiz. (Siz Facebook’a yeni girip gece gündüz video seyrettirerek iman gevreten anne sendromu nedir bilir misiniz? Uzaklaştırın bu anneleri Facebook’tan gözünüzü seveyim.)  Pek eğlendik. Beni de iki birayla konuştur, 10 birayla susturamazsın anacımm :P (Orijinali Yusuf Hoca’nın olup “Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruşa susturamazsın anacımm” şeklindedir.)
       Paris’ten roman kahramanım gelmiş, keyfim pek bir yerinde. Bütün romanlarımın kahramanı Amanda. Aslen Aslı. Kendisiyle aynı üniversitede çalışmaya başladığımız zaman (Teeee Neolitik Dönem) bir toplantı esnasında ikimizin de masanın altında iki farklı ecnebi dilde gizlice mektup yazdığımızı fark edince bunun uzun sürecek bir dostluk olduğunu anlayıvermiştik. Bende akıl olmadığı için kendisi yıllar yılı bendeki akıl işlerine baktı. 16 yıl önce Prag’da avcumuzda kalan son bozuk paralarla işkembemizi dolduracak bir yer ararken meydanda içi Mao ve Lenin fotoğraflarıyla süslü bir kafe görünce , “Hah,  işte burada bu paralar yeter” diyerek içeride hayatımızın kazığını yememiz bizim turizm ve politika yanı sıra pek çok konuda başka takma akıllara ihtiyacımız olduğunu göstermişti. Üzerindeki Çekçe yazıları anlayamadığımız için “Leyn, zaten sadece 1 istasyon gideceğiz diyerek” aldığımız en ucuz biletle bıyıkları yerleri süpüren bir görevliye yakalanıp adamın 90 ayrı dilde cümleyi “Diese ticket für bagaj, animal, bambino” şeklinde kurmasıyla duruma “havlamaya başlasak iyi olur” çözümünü getirmişliğimiz parlak zekâmıza bir örnek teşkil edemez, biliyoruz.  Salamanca’da bir Yugoslav ve bir Japon ile paylaştığımız evde “Biri Bizi Gözetliyor” çekilmediyse bunun kaybı sizdedir. Prag’dan çuvalla para verip aldığımız kadife vals tuvaletlerini hiçbir yerde giyemeyeceğimizi fark edince üniversitede maskeli balo tertipleme fikri de ikimizindir. (Sadece fikir olarak kalmamıştır).
      48 saattir kesintisiz olarak mazimizdeki kirli anılara gülmekle iştigal ettik. Bir keresinde ortak bir arkadaşımızın İspanyol arkadaşlarına evde yemek vermiştik. Adamların sigara içmesine sinirlenip sigara paketlerini camdan atmıştım. Üstelik olay bizim evde geçiyordu. Babam komşudan sigara bulup misafirlerden özür dilemişti. Korktunuz di mi? İçimdeki misafir sevgisi bambaşkadır. Küçükken kuzenimin elbiselerini de camdan atardım. Eve gelen teyzemleri kovup gitmediklerini görünce cebimdeki taşlarla kovmuşluğum da vardır. Lanet olsun içimdeki misafir sevgisine. Bir gün uğra bana, yok hiç kötü niyetim :P
     Hayatımda gördüğüm en eğlenceli evdir Aslı’ların malikânesi. Kahkahası kendinden. Dört kız, bir de çılgın ebeveyn. Sabahları erken kalkan diğer kardeşin gözüne kestirdiği elbiselerini çalar. Sabahın ilk saatlerinde herkes birbirini arayıp “Kırmızı eteğimi sen mi giydin?”, “Mor kazağımı sen mi çaldın?” şeklinde sempati mi sempatik diyaloglar başlatır. “Nereden buldun” yasası evlerinde çıksa, işin sonu gelmez. Evin ekstra zekâsı Elif sonunda soruna dolabın yanına devasa bir kurbağa koyarak çözüm getirmiştir. Dolabın kapağı açılınca vıraklayan bir kurbağa. Uzun lafın kısası, herkes olağan şüphelidir evde. İngiliz bir arkadaşlarının onlara bulduğu isim kendilerine cuk oturur: Medici Sisters. Nasıl bir macera dünyası olduklarını romanlarımda anlattığım için sadece bir tek örnek vermekle yetineceğim. Apartmanda kendilerini kızdıran herkesin ortalıkta buldukları eşyalarını bahçeye gömme geleneğindeymişler. Durumu kısa zamanda çakozlayan apartman sakinleri sakinliklerini kaybedince iş zavallı kapıcı Ahmet Efendi’ye düşmüş. Adamcağız sabahtan akşama kadar bahçede elinde kürekle arkeolojik kazı yaparken bir taraftan da onları camdan izleyen kızlara yalvarıyormuş “Gızlaaar, gozünüzü seveyim söyleyin, nereye gomdünüz?”
      Yemek Aslı için hassas bir konudur. Yan sokakta herkese 2000 Avro dağıtıyorlar desen kılını kıpırdatmaz, Çin’de yemek dağıtıldığını duysa seke seke gider. Bende de öyle çalışıyor mekanizma. Kalbime giden yolun mideden geçtiğini beyan üzerine Esra  “Benim kalbime giden yolda çalışma var, mideden tali yol aldık. Artık adamları nasıl dolaştırıyorsam ‘len, bu pankreastan daha önce 3 defa geçmedik mi?’ deyip rotayı değiştiriyorlar. Mide sıkıntı bende” demiş. Gani gani güldüm. Bende mide sıkıntı değil. Sıkıntı olan kısım börkenek. Hatta kırkbayır, işkembe, şirden filan, hepsi sıkıntı :P Velhasıl şenlikli kızdır Esra. Tarih camiasında ne kadar şenlikli hoca varsa bizdendir.   Yıllar önce çamaşır makinası almak için evden ayrılıp eve yepyeni beyaz bir arabayla dönünce “İkisi de beyaz eşya” diyerek savunmasını yapan Nuri Hoca’yı da ölümsüz kılalım lütfen. Candır. Dünyayı bu hocalar kurtaracak. Benim hem yaşamasını, hem eğlenmesini bilen rengârenk arkadaşlarım var. Bu hocalar çok çok çoğalsın.
        Aslı’nın kardeşimin kardiyolog olma yolundaki bitmez tükenmez macerası için yerinde bir yorum yaptı: “Sana kalp taksa Nobel alır”. He, haklı. Merve de bölümü kazandığında ben sevinçten zıplarken anneme “Bu salak niye seviniyor ki? Kalbi yok” diyerek noktayı koymuş sanmıştım. Meğer nokta Aslı’nın cebindeymiş. He, bence de kalbe gerek yok. Bence ekstradan bir mide yapsın bana. Daha faydalı olduğunda kaniyiz di mi? Ben zaten kalbimle değil midemle seviyorum. Yakında kalp yok olup yerine börkenek, kırkbayır filan çıkacak diye korkuyorum. (Kullanılmayan organ düşmüyor muydu ya? Bana öyle dedilerdi. )
       Neyse, uzun lafın kısası Nosce te ipsum, anacım. Kendini tanı. Bence beni bırak, arkadaşımı tanı. Nasıl derler Latincede?
      Kaşla göz arasında Farsçaya başladım. Hem de ikinci kurdan. İki gün oturup çalışınca geçmiş zamanda trip atacak seviyeye geldim. Biraz zaman verseler siyasi arenada İran’a trip atıp itibarımızı koruyabilirim. Hatta şimdi de koruyabilirim. Farsça “Sen kimsin ya?!” diyebiliyorum çünkü :P İki günde o biçim ilerlediğime inanmayan Merve’ye kitabın ortasındaki bölümü okuyup çevirince aldım cevabımı: “Yaw, kıza bak! Hayattaki bütün diğer fonksiyonları ancak kendini çevirecek kadar, sadece dil fonksiyonu gelişmiş, o da sülaleninkine eşit.” Dağıldım gülmekten. Aslı da test etti. Ne zaman annemin beni vuracağı bir şey yapsam ve bunu sadece Aslı bilse “İffet Teyze’me gönderip altına da ‘Bir dost’ yazacağım” der.  Bu sefer de “bir dost, çevir bakalım” dedi. “Çok kolay”, dedim: “Yek dost”. Arkadaş, Farisinin tavla oynayan zevat için bir zorluğu yok J Dost’u bile çalmışız. “Taaa cehennemin dibi”ndeki “ta” da Farsçada “-e kadar” demek. Leyn, edat çalınır mı? Onu bile araklamışız. Malum, çalmak bizde milli spor. Nanemolla? Nân-ı molla, yani molla ekmeği? Olm, bu Farisi heyli hubbb est!
       Venustraphobia duydunuz mu hiç? Güzel kadınlardan korkma hali. Venüs’ün Farisideki karşılığı Zühre. Yazık lan. Bize Venüs’ü ver, ne anlarız, zührevi hastalık yaparız. Bizden romantik çıkmaz. Çıksa çıksa ara eleman.

        Haydi, gidin kendinizi çok sevdirmeden J