26 Eylül 2010

“BABA BENİ TAKSİM’E GÖTÜR” ya da İSTANBUL CALLING

Arpa suyuyla şenlendirilmiş halimi pek bir seviyorum. Şöyle kardeşimle bir Taksim’e uzanalım, domuzlar gibi tantuni yiyelim dedik ve misyonumuzu var gücümüzle yerine getirip (özellikle ‘domuz gibi’ kısmını) kendimizi bir sahafa attık. Ne çeşit bir kaderdir bilinmez, kardeşim oracıkta bir Don Camillo buldu. Hem de Almanca! Bana soracak olursanız Don Camillo’ya gülebilen Alman’a bundan gayrı Alman filan denmez. Necati bile denebilir, ama Alman (bundan sonra Necati olarak anılacaktır) asla! Eşelerken başka bir tane daha buluverdik. Neşe içinde yeme, içme, semirme misyonunda ter dökmek, kan akıtmak için yeniden yola düzüldük. Çok sevdiğimiz bir kitapçı taşınmış. Kapıda yeni dükkânın krokisi var, lakin ters yapıştırılmış. Yemedik bu ayakları, sürdük izini, doldurduk çuvalı. Kardeşim krokinin beni şaşırtmak için yapıştırıldığını, yolu bulunca da kitapçının “amanin, yine buldu geldi manyak yazar” dediğini iddia etti. Pek bir güldüm. Aklıma bayıldığım o karikatür geldi. Uzaklara bırakılıp kaçılmış kedi telefon kabininden sahibini arar: “Andon, Levent sapağındayım, gel al beni.”


Eve döner, ayaklarımızı uzatır, Leffe’mizi içer, patatesimizi yer semirmeye kaldığımız yerden devam ederiz hayalleri içindeyiz. Mr. Mutluluk Hattı’ndan “Tabutta Rövaşata”yı indiragandi yapmışım, eve gidip izleyeceğim, sound-track’in kanımca bombası “Bana beni Taksim’e götür”ü dinleyeceğim. Senaryoya hazırım. Kapıdan çıkarken bir de baktım Özer. Efsanevi Kronik grubunun gitaristi, beyni. Geçen gün Camino filminden dönerken Harbiye’de karşılaştık. Elimde kocaman bir şeker yastıkla evlere şenlik bir halde yakalandım daha doğrusu. “Bir dakika, açıklayabilirim”, demedim. O kadar sık karşılaşıyoruz ki, o sefer “Bir sonrakinde oturup bira içeceğiz” diye sözleşmiştik. Hal böyle olunca attık kendimizi açık hava Rock barlarından birine. Özer’le fi tarihinde kaç röportaj yaptım hatırlamıyorum, ama bu gece anlattığı o akıl almaz hikâyelerden hiçbirini dinlememiştim. Afiş yapıştırırken “kımıldamayın” komutuyla yakalanıp nezareti boylamaları, İstanbul’da şube-merkez arası seyahatleri, geceleyin unla yapılmış yapışkanla yapıştırdıkları ve şehri donattıkları afişlerin sabah bir kurabiye gibi un renginde kalakaldığı (ve dolayısıyla Kronik resminden eser kalmadığı) başta olmak üzere bir sürü anı paylaştı Özer. İnsafsızca güldürdü bizi.

Özer bizi güldürerek aslında borcunu ödedi. Nitekim bundan yaklaşık 17 yıl önce de ben onu bol keseden güldürmüştüm. O günden sonra beni yolda yolakta tanımazdan gelmediğine inanamıyorum. Efenim, ’93 yılı. O zamanların sevilen radyolarından Hür FM’de bir programa başladık. Sert bir Rock programı, adı da “Düriyemin Güğümleri”. İki kişiyiz, lakin diğer arkadaş annesine bir radyoda programı yapmaya başladığını söylemeye cesaret edip izin alamadığı için sap gibi kalmışım ilk canlı yayında. İnanılır gibi değil, ama siz inanın. İlk konuğumuz da Özer. Özer o zamanlar Kent FM’de sayısız program yapıyor, (Azı dişi kerpeteni, Kara tren, vs. Hatta o yayındayken bile telefonda sınırsız dedikodu ettiğimiz için o zamanlardan şöyle bir replik buldum günlüğümde: “Parçayı değiştirip geliyorum”!) Konuya hâkim. Zaten sahne adamı, radyo vız gelir, tırıs geçer. “Endless War” albümleri tavan yapıyor, “Lie” parçası herkesin dilinde: Mama said this music is not good for my health. (Şarkıyı programı yaptığım arkadaşa gönderdim o gece). “Sizin anneniz hala bu müziğin sağlığınıza zararlı olduğunu mu düşünüyor?” diye başlıyorum programa… Devamı: pot üstüne pot.

Kaseti sizin için 17 yıl sonra dinleyip deşifre ettim. İşte canlı bağlantılardan biri.



-İyi akşamlar. (Aferin, Özlem, gayet başarılı bir başlangıç yaptın. Haydi, you can do it!)

-İyi akşamlar, ben Nil. (Sana da aferin)

-Ah canım, nasılsın. Nil, Badluck ve Kargo grubunu giydiren Carpe Diem şirketinden. (Ben de sazangillerden Özlem Kumrular)

-Ben mi, yooo, o Nil ben değilim. (Geri zekâlının başkanı, ilkokul bilgilerine dön, hıldır hıldır, soyadı kanununu hatırla. Aradığım kriterlerde bir veriye rastlanamadı mı yoksa? Orası Yapı Kredi değil mi?)



Program boyunca Özer tarafından en çok kurulan cümle “Düriye de insan, olur tabii o kadar”. Levent Kırca’nın “Associated Press’ini aratmayan şenlikler. Bir Twisted Sister diyemeyişim var ki, duymadan geçmeyin.

Pentagram’ın ilk gitaristlerinden Ümit Yılbar’ın şehit olduğu haberi geliyor. “Kendisine baş sağlığı diliyoruz ve onun anısına “Fly Forever”ı çalıyoruz.” (Yorumsuz)

“Mitolojiden aldığımız habere göre Athena ilk albümü için stüdyoya girmiş.” (Var ya, hiç komik değil. Athena, ilk albüm! Vay anasını, yaşlanıyoruz.)

Bir taraftan kulağım hâlâ programda. Güzel parçalar seçmişim. Ugly Kid Joe’dan “Everything about you”, Faith No More “Midlife Crisis”… Düriyemin güğümlerini kalaylamaya devam ediyoruz..



Program bitiyor, gecenin bir yarısı eve dönüyorum ve masamda annemden kocaman bir teleks kâğıdına yazılmış not buluyorum. Psikopat bir arşivci olduğum için sadece programın kasetini değil, annemin notunu da saklamışım. (Belge sapıklığında zirve)



-Durmadan evet deyip durma. (Elimde değil)

-Çok hızlı konuşma (Modelim bu)

--Yo değil, -yor. (Teoride haklısın, anne, ama pratikte öyle olmuyo-r.)

-Müzik çok güzel. Parçalar. (Vay anasını, demek bundan sonra annemle Twister Sister, Kronik dinleyeceğük)

Hepsi bu, iyi geceler… (Sana da)

-Telefon numaralarını yavaş oku. (Söyleyecekleri bitmemiş, kimin annesi)









Yıllar yılı yediği, içtiği, sıçtığını gün be gün yazmış biri olarak eski günlüklerimi de çıkarayım da şenliğimiz tam olsun, dedim. Hakikatli bir psikopatlık örneği göstererek tam 10 yıl boyunca (roman yazmaya başlayınca bu sapık arşivcilik oraya geçti) gün içinde geçen her türlü saçma diyalogu kaydetmişim. O gece program arasında şöyle bir diyalog daha geçmiş:

-Üüü, Özer, bir bilezik diyemedim.

-Onu bırak, iki saattir telefon numarasını doğru söyleyemedin.



Gecenin bombası yine Özer’den: “DAT’ın iki yüzü olduğunu sandığını kimseye söylemiycem”.

Bir gün Türk Rock tarihi yazılırsa günlüklerim ağırlığınca altın değerince olcek. Şöyle bir baktım da, neler neler… Yıllar yılı kardeşimi Demirhan Baylan’ın demosundaki “Yangın” adlı parçayla korkutmuşum. Polis sirenlerinin bol olduğu bu şarkı sayesinde bayağı rahat etmişim… “Polis demosu” diye vaftiz ettiğim bu demoyla huzura kavuşmuşum. “Yemeğini yemezsen geliyor polis demosu”… Aylinciğim Metallica konserine ekmek arası fotoğraf makinesiyle girmiş… Dahası için tıkla.

Velhasıl. Biz “üçü birlik” şekilde biraları löpürdedip kikirderken Mr. Mutluluk hattı arayıp yarın Feriköy’de bir Yunan tiyatro grubunun Don Camillo’yu Yunanca sahneleyeceğini, yeri olduğunu söyledi. Almanca Don Camillo’dan sonra, “This is too much for one James Bond”! Geçen akşamki Kore filminde de diyordu zaten: Ne kadar uzak olursan ol kader seni bulur. (O filmi izlerken kötülerin kötüsü kaderin beni ta Kore’den gelip bulduğunda bunu yeterince anlamıştım zaten)

    İşte bu şehre bu yüzden aşığım. On beş milyon insandan, kitapçının çıkışında gördüğüm zatın arkadaşım çıktığı başka çılgın bir kent olabilir mi?
    Bugün hayatımın temizliğinin son parçasını icra ettim ve bütün öküzlere buradan Twister Sister’den bir/pir parça gönderiyorum:

“We’re not gonna take it anymore…”
   İstanbul beni çağırıyoo anacım... Haydi, kaçtım.