28 Eylül 2010

KOD ADI: 38 NUMARA ya da HİPERAKTİVİTE GENİ

“If only my friend
would return

and remove the leaves

from my eaves

troughs…”


Romantik değil mi? Bir de bana sor! Akşam akşam lise edebiyat kitabımı tırım tırıs arayıp (onu da saklıyorum, var mı? Evimin halini hayal etmek istemeyin) hafızamın derinliklerinde saklı kalan bu şiiri sizin için neden buldum, bilin bakalım? (Hafıza hafıza değil, Halkalı Çöplüğü!) Amerikalı kadın şair Lorine Niedecker’ın haiku’lara gönderme şeklinde yazdığı bu masum şiir de nereden çıktı şimdi? Kadın şair, dedim, evet. Çünkü “anacım, gel benim şu oluklarda biriken yaprakları temizle” cümlesinden şiir yaratacak başka bir cinsiyet tanımıyorum şu fani dünyada. Ama ben o romantik soydan değilim.(Övgü son zamanlarda sadece ideal sahibi insanlara olan hayranlığımın ayyuka çıkması yüzünden bana Lord Byron’ı sevgili olarak layık görse de. No, thank you! ) Ben bu şiirden “şekerim, gel şu konserveyi aç”, “lavabo tıkandı, imdat”, “şu torbalara bir el at”, tadı alıyorum. Nerden geldik buraya, yahu?

Evet, oluktaki yapraklardan. Her şey çalışma odamızın tepesinde mevzilenen oluğu tıkayan yaprakların temizlenmesiyle başladı. Duvarı su bastı. Don Camillo resmi ve Sevilla haritası lokumu yedi. (bknz. Yiğit Özgür) Ve biz bunu babamdan devlet sırrı gibi sakladık. Ne de olsa başımıza gelecekleri biliyorduk. Daha önceki umutsuz bricolage çalışmalarından bahsetmiştin vaktiyle. Dolayısıyla babamın bir metrekarelik duvarı boyaması en umut verici/iyimser bir rakamla bir ayı bulabilirdi. Dedik ya, kader uzak olsa da bizi buluyor. Bu akşam eve geldiğime kapıyı babam sırtında her Türk erkeğinin çekmecesinde mutlaka en az bir adet mevcut olan İbrahim Tatlıses atleti ve baksırıyla açtı. Buraya kadar her şey nispeten normaldi. Babamın elindeki devasa boya fırçasını görünce kötü kaderin ta uzaktan (şehrin öteki ucundan) geldiğini anlayıverdim.

Benim elimdeki içinde babam tarafından -Allah’a şükür- tanımlanamayan üç koca nesnenin konuşlandığı koca çantamda babamla kapıda karşı karşıya kalmamız ise tam P. Tinto filminden bir kareydi. Dev çantadan tam tamına üç adet boy boy slikon tabancası fışkırıyordu. Miss Bricolage meets Mr. Bricolage. Bu korkunç anı ölümsüzleştirmeden hemen malları yatak odasına sakladım. (Mişi’nin bricolage-kolik eşinden ödünç aldım onları) Çünkü maazallah babam küveti slikonlamak istediğimi sezip silahları eline alarak bu işi kendi yapmaya kalkışabilirdi ki, bu da hafızamda kalıcı hasara sebep olabilirdi. (Buna gülmediyseniz bir de şunu deneyin.) Ben bugün o slikon tabancalarıyla İstanbul Modern’e girdim. Dilini yutmakta olan güvenlik görevlisini “bir dakika, açıklayabilirim” diyerek atlatıp sinema salonuna kadar sirayet ettim. Aletleri ayaklarımın önüne sererek filmi izledim. Çıkarken aletlerime takılıp tökezleyen adamın neye bastığını görünce yüzünü görmeliydiniz. “Etrafınız sarıldı, kımıldamayın” dediysem de o hiç gülmedi. Bununla kalsam yine iyi. Dışarı bir çıktık, kokteylciler basmış mekânı! Yanımda da kadim dostum ve Almanca hocam Nurten Hanım… Bir sürü tanıdıkla karşılaştık, kara bahtın oyunu. Kulaklarıma kadar gülümsediysem de bile Nurten Hoca’nın Alman arkadaşlarına elimde o aletlerle sempatik görünme ihtimalim sıfırın kat be kat altındaydı.

Velhasıl böyle. Bir aydır öküz gibi yatıp su aygırı gibi yediğim için hızla şişmeye devam ediyorum. Helyum bile böyle bir işe imza atamaz. Fuarlarda balon formunda satılacak kıvama geldim. “Hiçbir şey yemiyorum, yine de zayıflayamıyorum” savunması da işe yaramıyor. Kardeşim çözdü olayı: “Evet abla, yemiyorsun, içiyorsun.” Anaaam, bir farkettim ki, gerçekten dört gündür mola vermemişiz. Karaciğer karalar bağlamış fazla mesaiden. Özer’le biraları götürdük. Eve geldik, söz verdim Merve’ye. “Yarın alkol, dolayısıyla hayvani boyutta kalori yok”. Aaaa, Deniz Festivali’nin kapanış yemeği varmış, hem de Karaköy-Liman’da. Dostum Hakkı Şen çağıracak, ben gitmeyeceğim, olacak iş değil. Gittim, içmeyeceğim. Olmaz! Coşkun Aral da gelmiş. Onunla yemek tarihinin büyülü dünyasında tatlı tatlı konuşurken baktım Yunancıklarımın deyimiyle “aspro pato” (beyaz dip/fondip) oluvermiş. Sonraki gün üniversitenin açılış kokteyli: dünyanın en güzel terasında, sucuk-ekmek, şarap. Elimde değil. Ama iki gözüm önüme aksın, şuradan şuraya gitmek nasip olmasın ki bugün kararlıydım alcohol-free bir akşam geçirmeye. Şekerim, çıktık filmden, kokteylcanlar ellerinde şarap kadehleriyle fır dönüyorlar etrafımda. Bir baktım, benim elime de konuvermiş bir tane. Zaten içinde yanlışlıkla da olsa müzik olmayan bir Alman filminden çıkmışız, ben içmeyeyim de kimler içsin anaaacımm… Bu arada sıkı durun, filmin adı geliyor: Whisky mit Wodka… Yine Alaman işi bir şarkıyla duruma açıklık getirmek gerekirse: Wotka ist gut, derim, olur biter. Duuuruun, daha bitmedi. Ankara’dan beraber dönmeyi arzuladığım bir arkadaşım yemeğe-içmeye çağırdı yarın. Dosssstlar, ben içmeyeyim, kimler içsin. (Ankara’da tarih kongresinde bunaldım tabii. Yaş ortalaması 258. “God’s waiting room” durumu. Daha doğrusu sendromu. Yemeklerde H2O. Şansın yaver giderse vişne suyu.) Sonuç itibariyle böyle bir fuar balonu olarak derse gireceğim bu yıl, kapılara sıkıştıkça tereyağlarım kendimi. Kardeşime artık söz veremiyorum. Söz verirken de yine çılgın bir Yiğit Özgür karikatürü geliyor aklıma. Benim verdiğim sözler bu kadar oluyor. Şööle bişi:
   Yemekten içmekten söz açılmışken… Yarın göreceğim ve siyasi tavrına, cesaretine pek bir hayran olduğum arkadaşım bizde bir yemeğe katıldıktan sonra (son yıllarda tek hayran olduğum insan desem, abartmam) eski sevgililerimin bana geldiklerinde sırım gibi olduklarını, onları kısa zamanda domuz gibi yaptığıma dair bir teori yarattı. “Bu mudur intikamın?” dedi. Yemeklerim “narkoz” etkisi yapıyormuş. Bunu öğrendiğim iyi oldu. “Ben neredeyim?”, “Buraya nasıl geldim?” türevleriyle dolu bir yıl bekliyor beni. Kurbanlarınızı getirin, özenle bayıltalım. Ayılana kadar sizin olsunlar. Bu arada gecenin repliği sevgili Metin’den geldi. (Kaçan) Bütün gece etin biraz sert çıktığı gerçeğini unutmaya ve unutturmaya çalışırken, “bizon çok güzel olmuş!” demez mi! Ağzımda ne varsa masaya saçıldı. (Ama yüzsüzüm ya, hiç utanmadım)… Hasan da bizonu duyunca, “benim sette işim var” diyerek çaktırmadan süzüldü ortamdan, hem de ışık hızıyla. Sevgili Hasan soyadıyla hiç bu kadar bir olmamıştır korkarım.

Yukarıda bahsi geçen arkadaşım egzotik bir ülke yolcusu. Ayak numaramı sordu. 38, dedim. “Not aldım”, deyince korktum biraz. Nasıl bir not bu, merak ettim. Özlem, 38; Aslı, 36; Mihrişah, 37; Gözde, 39; Özden, 36; Bahar, 35, cinsinden bir şey olmasından tırstım tabii. Resiprokal güldük. Adım da 38 numara kaldı. Pek bir beğendim doğrusu. Benimsedim. O dönene kadar hala 38 numara giyiyor olmak için dua ediyorum. Olmazsa da ayaklarımı tereyağlar, yine de girerim o terliklere anacııımmm…

İki günde iki kez vaftiz edilmiş oldum. Üniversitemiz bir genetik mühendisine fahri doktora verdi dün. Hal böyle olunca genler de gündeme oturdu tabii. Buruşuk bezelye geyikleri derken, Mr. Mutluluk Hattı bana yepyeni bir isim buldu: Hiperaktivite geni. Pek hoşuma gitti.

Votka deyince, hatırlayıverdim. Size ne zamandır anlatmak istediğim bir Shakespeare hocam var. Boğaziçi hayatımın en anlamlı yanıdır. 90 yaşının arifesinde. Eksiksiz olarak her gün telefonda konuşuruz. Ahizeyi her seferinde kahkahalarla kapatırız. Her fırsatta ziyaret ederim. Kendi votkasını evde kendi yapar. Extra leziz olur. O yıl votka yapmamışsa da bittikçe bakkaldan telefonla ister. Telefonla alkol siparişi yapmanın yasak olduğunu öğrendiği günden beri mahallenin bakkalıyla arasında şöyle esrarengiz bir diyalog geçiyor.

-Bana maldan bir şişe gönder.

-Tamamdır, hocam.

Telefon dinleyenlere selam olsun, anacııımm.. Yetmez, ama hayırrrrr…Alooo, As-1 Market mi? Ankara, çık aradan…