6 Eylül 2010

HİPERAKTİFLERE ÖLÜM DÖŞEĞİ…

“Özlem Hanım, bu yıl da leyleği havada gördünüz”, “Ayyy, kızım artık şu kıçının üstüne bir otur artık”, “Yine nereye ayol?”, “Bu ay da bir gün yerinde durmadın”, “Ozzz, non fermi mai?” (Özzz, hiç yerinde durmaz mısın sen?), “Ozzzz, sei sempre in movimento” (Özzz, hep hareket halindesin)… Son ikisi Leo’ya ait olmak üzere yakın çevremin aşırı hareket durumuma serzenişi sayesinde şu anda kıçımın üstünde bile oturamıyorum. Nazarrrr değdirdiler… Yıllar yılı her gittiğim yere götürdüğüm yağ bezesi kaşla göz arasında devasa boyutlara erişince onu pek bir rahatta olduğu mekândan ayırmak gerekti. Öyle bir büyüdü ki bir sabah kalktığımda onu bana yatağa kahvaltı getirirken bulmaktan çoook korkuyordum. Velhasıl bu sevgili yağ bezesinden ayrılma vakti gelince hiç gözümün yaşına bakmadan cart diye boydan boya kesiverdiler beni anacımmm. Cartlak kebabı oldum… Oh, no! Altı gündür altına imza atabildiğim tek aktivite boylu boyunca yatmak. “Başka türlü kıçının üstüne oturacağın yoktu, oh olsun,” diyor annem. Ona bile razıyım, ama oturmak bile önümüzdeki iki haftalık kalkınma planım içinde görünmüyor. Serkan da arayıp aynı cümleyi kurmaz mı? Eski-yeni sevgililerimin anneme çooook benzemesi beni çok ürkütüyor.


Piccolo mondo di Don Camillo… Ben de öyle küçük bir dünya yarattım kendime yatakta. Atlas, sözlükler, kitaplar, çay bardakları, kalemler, renk renk, desen desen ilaç, Avrupa Yakası’nın cümlesi… Yine de çok sıkılıyorum yeavruumm… Sağ olsun arkadaşlarım hiç yalnız bırakmadılar. Arka tarafta hasıl olan koca dikişli yer yarığı izin verdiği sürece bolca güldürdüler beni. Sürprizlerle çıkıp geldiler. Bir hiperaktif için sınırsız yatak ne demek bilemezsiniz. En son başıma İspanya’da yaşarken gelmişti. Meksika lokantasında tavuktan zehirlenmiş ve dört gün yataktan çıkamamıştım. Dört günde dört kilo zayıflamıştım. Çoook mutluydum. Oysa şimdi evde moratoryum ilan ettirecek düzeyde yiyorum. Yatağım seyyar bir mutfak gibi. Baktım da aynaya sığmıyorum. Yakında kapılardan ancak tereyağlanmak suretiyle geçebileceğim. Gözlüklerimin çerçevesinden de taşıyorum. Dün Avrupa Yakası’nda duyduğum bir replikle anlatmak gerekirse: “Sıfır beden olma ihtimalim sıfırın altında.” Arcimboldo, Leonardo, Velázquez filan yalan anacımmm. En sevdiğim tablolar Güllüoğlu’nun tabloları. Bir sıra fındıklı, bir sıra cevizli, bir sıra Sütlü Nuriye… Tablo diye ona derim ben.

Konu gelmişken, Osmanlıca hocamız katıksız bir gerzek olduğuma kanaat getirmiştir artık şüphesiz. Yorgun argın iş çıkışı Rika okumaya kalkışınca daha iyisi olamıyor ne yapalım. Son derste artık iyiden iyiye kızmış bağırıyordu. “Askeriye nasıldır?” Soruyu anlayamadık. Sonra farklı şekilde sordu: “Nuriye nasıldır?” (Cevap: müennes (dişi) olacak.) Anacım, zaten yorgunum. Yok, soruyu anlasam, cevabı biliyorum. Artı o saatte olduğu var sayılan zeka kapasitesi sıfırın altında seyrediyor. “Süüütlüü” diye cevap vermişim. Yalan mı, Nuriye dediğin sütlü olur. Yücel Hoca gelecek sezon beni ihraç edebilir. Yatakta Sütlü Nuriyeleri bir bir götürürken onu anıyorum bol bol. Kendisi mavi yolculukta. Seneye kene gibi ben de yapışacağım. Tekneye almazsa, kılık değiştirip gireceğim. O da olmazsa, dipten delip sızacağım güverteye. Ama kaçırmayacağım o bir haftalık eğlenceyi.

Aksi gibi çok sevdiğim iki arkadaşım İstanbul’da ve ben onlara şefkat gösteremiyorum. Dimosthenis U2 konserine geldi. Kendisi Alexandroupolis, namı diğer Dedeağaç’ta ikamet ediyor. Sultan’ın Mutfağı çıkmadan önce Yunan televizyonunda röportaj vermiştim. Çok eğlenceli geçince bütün kanallar çağırmıştı iki gün içinde. Yunanca da komiklik yapabildiğime çok sevinmiş, iyice coşmuştum. Programın yapımcı ve sunucusu Dimo’ydu. Sonrasında çok iyi arkadaş olduk. Yaşlanınca İstanbul’a yerleşmeyi düşünüyor. İstanbul’daki konserlerin hiçbirini kaçırmıyor. Üç buçuk saatlik yol topu topu. Harika bir fotoğrafçı. Bizans eserleri üzerine ardı ardına kitap çıkarıyor. Her hafta başı posta kutumda ondan bir sürpriz oluyor. O seyahatte bir sürü gerçek dost edindim. Hepsini yeni romanıma saklıyorum. İki aylık kalkınma (yataktan kalkınma) planım içinde bir triptik çıkarıp uçarak onları ziyarete gitmek var.

Yarın da David geliyor ziyarete. Sen kalk ta Salamanca’dan gel, ben yek pare olamayayım. Neyse, adresi verdik. Bakalım yarın onu nereden toplayacağız. David hayatta bana en çok benzeyen üç dostumdan biri. Hatta en benzeyeni. Erkek-İspanyol versiyonum. Kankam. On bir yıl önce otobüste tanışmıştık. Canım çok sıkılıyordu ve Salamanca yolu bitmek bilmiyordu. Kırk bir kez söylersen olur batıl inancına güvenip “biri benle konuşsun” cümlesini tekrarlamaya başlamıştım ki, yandaki uzun saçlı yeşil gözlü yolcu bana suyunu uzatıp “su ister misin?” demişti. Sonra da susturulamamıştı. Bir daha da hiç ayrılmadık. Can dostu olduk David’le. Hayatta yaşam tarzı, espri anlayışı, aile yapısı, aile fertleri, hayalleri en çok bana benzeyen dostumdur. Müzik zevki çoook sağlamdır. Bundan kendime pay çıkardığım sanılmasın, ben sonradan raydan çıktım. Mesela yarın ona bir Amr Diab filan dinleteyim de bir güzel aforoz edileyim.

David’in koskoca şu hayatta başka kimseciklerde olmayan akıl almaz bir özelliği vardır. Bir vitrin önünde aptal aptal bakınırken o an neyi beğendiğimi hisseder. Veee ertesi gün o gönlümün kaldığı nesne David’in elinde bir hediye paketi içinde bana doğru gelir. Bu sürprizlerin rekoru ise neredeyse gerçek boyutlarda bir İkea geyiğidir. İkea’nın İspanya’da bile mevcut olmadığı fi tarihinde bir gece yarısı karanlık bir vitrinde gördüğüm pofuduk boynuzlu süper sempatik bir geyik paspasının yerinde ertesi gün yeller esiyordu. David sabahın köründe geyik sevdasıyla oraya koştuğumu bilmiyordu, aramızda lafı bile geçmemişti. Ama David’den kaçar mı? Aradan bir hafta geçmeden İsveç’teki yengesine vitrinde yatan tombul geyiği göndertmişti bile. Onu Noel Baba’nın geyiğinin adıyla vaftiz ettik: Rudolf. Salamanca’nın buzlu gecelerinde hep yorganımın üstünde, ayakucumda uyudu.

Süper komiktir arkadaşım. Dünyanın en komik fıkraları ondadır. En garip haberleri o takip eder. En güzel canlı müzik yapılan barları, en enfes lokantaları o bilir. Saatlerce, günlerce konuşsanız bıkmazsınız. Derin Kastilya’yı boydan boya o gezdirmiştir bana motorla. Bu dünyadan diğerine en kısa yoldan göçmeme de onun motoru üzerinde ramak kalmıştır. Hayır, hızdan filan değil. Uykudan! Öyle çılgın bir ritimde gezmiştik dönüş yolunda arkada ona koala gibi yapışık bir şekilde uyuyakalmıştım! Ellerimin kaydığını görünce telaşa kapılmış zavallı. Bir daha da uzun yola götürmedi beni.

Rahibe Teresa’nın şehri Avila’ya gitmiştik David’le motor üstü. (Makedon Madre Teresa, İspanyol Rahibe Teresa… Hayatımdaki Teresaların nüfusu beni ürkütmeye başladı!) Avila’nın kendinden meşhur yumurta tatlısından yemiştik bir gölgede. O an, o tatlıyı yerken ölmediysem bir daha da ölmem kesin. Yumurta sarısının toz şekerle kaplanmış ve dondurulmuş hali! Ne dersiniz? Ölümcül değil mi? Ben ki âlemi gezdim, türlü börtü böcek yedim, böyle rezalet görmedim. Bilirsiniz, rahibe tatlıları meşhurdur. (Yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için tatlı yapıyor İsa’nın gelinleri. Öteki dünya diye bir şey yoksa bu hepimiz için, en çok da onlar için kötü bir sürpriz olacak.) Yarın ölecekmiş gibi tatlı yapıyor bu bahtsız kızlarımız, sonra da cilt cilt tarif kitapları basıyorlar. Zamora’da evlenen kızlar da düğünden önce rahibelere 24 adet yumurta götürürlermiş düğünlerinde yağmur yağmasın diye. Ben de götüreceğim, ama Avila’dakilere değil. (Maazallah yumurta tatlısı yaparlar.) Ben kendi adıma devasa bir kır düğünü istiyorum. Şu meşhur loto çıkarsa da Galata’da terastan vazgeçip hakkımı düğünde Shantel ya da Bregoviç’in çalması lüksüne, sandalyeleri de dans malullerine bırakacağım. “Kara kedi, ak kedi”deki nehir kenarında çılgın masalar ve Balkan müzisyenleri! Deliler gibi eğlenip tam nikah memuru geldiğinde bir deus machina gibi gökten inecek helikopterle kaçmayı düşünüyorum. Nasıl plan ama?

David’den geldik nerelere… Bana da beş kuruş ver konuştur, on kuruş ver susturamazsın anacım… Bir haftadır evdeyim ve yalnızım, sustur susturabilirsen. Evet, canım arkadaşımla son yedi yıldır hiç konuşmadık, görüşmedik. Bilin bakalım neden? Sevgilisi kıskandığı için! Beni ilk gördüğü gün yasaklamış benimle konuşmasını, David de bunca yıl birlikte yaşadığı bu kıza verdiği sözü sadık bir âşık gibi tuttu. Uzun uzun yazıp durumu açıkladı yedi yıl önce, ben de hayatımda ilk defa anlayışlı oldum. Ama anladım mı? Hayır. Ne kızı, ne onu. Bana böyle yasak getirecek sevgilinin kolunu bacağını kırar, yerlerini değiştiririm. (Bacak kırmışlığım vardır, şehir efsanesi değildir.)

Kočani Orkestar dinliyorum gençler. (Harf kardeşimden hediye. Sırpça öğreneceğiz ya, havaya girelim diye klavyeye Sırpski eklemiş vakitlice). Makedon çılgınlar bunlar. İlk albümlerini Salamanca’da almıştım. Tam o sırada çılgın kuzen Ozzy, Kemancı’da deli bir konser verdiklerini söylemiş kıskandırmıştı beni. Uzun yoldan çala çala gelmiş ve öyle girmişler Kemancı’ya. Hayat tesadüflerle dolu. Koçani, dedelerin Koçani’si işte. Kan çekiyor. Ah, konsere gelseler yine de gidip kurtlarımızı döksek. Ama önce birisi şu beni boydan boya geçen devasa mavi dikişleri çözsün. Kurtarın beni anacımmm… Mamma i dottori!!!