17 Eylül 2010

ESKİ KURBAĞALARINIZDAN PRENS YAPILIR ya da DÖRT KIZ KOCAYA GİRDİK BU BAYRAM…

Narkoz bana iyi gelmedi, anacım. Zaten gramaj eksiği vardı. Kalanı da gitti. Öv’cüğümün annesinin bana Hıdrellez’de aldığı prenses tacı kafamda, Retro’dan alınmış (ve büyük ihtimalle en son o yumuk yumuk elleriyle türlü yemekler yapan bir Çinli tarafından giyilmiş) geceliğimle yattığım yerden yazıyorum. En komik Woody Allen filmlerinden daha komiğim mevcut görüntümle. Neyse. Velhasıl evde çok sıkılıyorum tek kişilik aktivitelerimle ve kardeşim gelince de onu heyecanla kapıda karşılıyorum. Dün akşam geceliğim ve tacımla kapıda onu banyodaki kurbağalardan birini (tam 26 tane var) öperek karşıladım. Hiç gülmedi. Gülmemekle kalmayıp acıklı bir statiksel istihbarat verdi. Kızlaaaar, kurbağaların yüzde sekseni dişiymiş! Öpmeyin anacım öyle her gördüğünüz kurbağayı, mazallahhh… Vay anasını, dünya üzerinde düzgün erkek kalmadı diye ağlaşırken bir de prens olmaya aday kurbağaların bile yüzde sekseni bizden çıktı. Halimiz harap kızlar.


Retro demişken. İyileşip Retro’ya gitmek, bütün elbiseleri karıştırmak, ortalığı dağıtmak, kombinezon bavulundan türlü türlü komik kombinezon seçmek istiyorum. Tabutta Rövaşata’nın sound-track’inden bir bölümle belirtmek gerekirse: “Baba beni Taksim’e götür”. Ah, pırlanta gibi albümdür. Olsa da dinlesek.

Ataletsizlik bana göre değil, gençler. Dün öğle vakti çok sevdiğim bir arkadaşım aradı İspanya’dan. Uzun uzun dedikodu ettik. Eski, daha doğrusu eskimeyen hippilerden. Her geldiğinde Kemancı’ya gider tepiniriz. Rektör yardımcılığı ve kültürel işler daire başkanı olduğu için ülkenin en sağlam sanatçı kitlesiyle yüz göz Allah’ın her günü. “Sofia buradaydı üç gün önce, enfes bir sergi açtık.” Ne denir? Carlos olmasa bence Sofia da Fernando’ya âşık olurdu ya, haydi neyse. Bir tanedir Ferdi. Ama sorun o değil. Kraliçeyle koca bir gün geçirmiş. (Kraliçe de tam benlik kombinasyon. Sen git Yunan’da doğ, İspanya’ya kraliçe ol. Şansa, bala bak.) Ferdi’ye cevaben ne diyeceğimi bilemedim. Bir de bana bak! “Üç haftadır öküz gibi, öküzün geçtiği yerde yatıyorum, anacım… Bos-phorus!” Sonra da kadere bak, dedim. Sofia sana, üstüne oturamadığım kıç bana, kader işte! Fernondocuğum aslında taziyelerini bildirmek için aramış. Referandum sonuçlanınca beni anmışlar cümleten. Tam bir Yiğit Özgür karikatürü gibi. Şekil aşağıda, anacım.

Çok komik değil mi? Ama daha komiği var. O da elinde kocaman iki kenarı kurdeleli şeker yastığıyla sinemaya giden aklı zayi kız görüntüsü. “Camino” filminin galası varmış. Mr. Mutluluk Hattı “yanımda götürebileceğim güzel bir kız arıyorum”, deyince özellikle şekil itibariyle son zamanlarda bu pozisyona pek uygun olmasam da hemen bir cv verdim kendisine. Kötürüm mötürüm demedi sağ olsun, taktı koluna, götürdü galaya. Elimde koca şeker yastığımla birinci dereceden bir geri zekâlı gibi (gibisi fala diyeni vururum) daldık salona. Filmi alkışlayan tek ben oldum. Uzun zamandır böyle bir afet izlememiştim. Bizdeki Fethullah hareketinin Katolik versiyonu sayılabilecek Opus Dei’ye mensup bir kadının ölmekte olan kızını tek kelimeyle muhteşem işlemiş. Ekrana saldırıp kadının ağzını burnunu kırmak istiyorsunuz. Sonra düşündüm de bunların bizdeki versiyonuna bu mevcut hayatta saldırganlaşmadan iyi dayanıyorum. Öyle ince paralellikler ve göndermeler vardı ki cümlesini alnından öpesim geldi. Bu filmi kaçırmaya kalkmayın diyor ve kelimeler anlatmaya kâfi gelmeyeceğinden yok oluyorum.

Temizlik gibi akıl da imandan geldiği için, hala yolda anacım. Bize ulaşana kadar eşek cennetine intikal ederiz. Salamanca’da arkadaşlarla konuşuyorduk. Şöyle bir şey yaşanmış şehrin bir köyünde Aznar zamanındaki seçimlerden birinde. Bizimkiler bir masada oturuyorlarmış. Hepsi de işçi partisine oy vermiş. “Aa, ben de”, “Ben de” dedikçe şaşıp kalmışlar… O masada oturan dört kişinin oyuna rağmen o küçücük köyde sandıktan işçi partisine tek oy çıkmamış! İspanya’da durum buyken, biz ne yapalım anacım. Neyse, arkayı dörtleme zamanı geldi. Üç arkadaş daha bulursam bir koca alacağım kendime. Anlaşırsak dört kişi danaya, ay pardon, kocaya giricezzz… Laf lafı açıyor. Geçen kurban bayramında bizim Hande Sardinyalı kocası Maurizio’yla bayram ziyaretine annemlere gelmişlerdi. Babam Maurizio’nun ne kadar Türkçe bildiğini bilmediğinden onunla beginner level Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Üçüncü cümlede Maurizio babama “biz beş aile danaya girdik” deyince Kumrular ailesi 2009’un kahkahasını hunharca harcamak zorunda kaldı. İlahi Maurizio. Anacım, bu İtalyanları alıp kendimize benzetiyoruz. İtalya, Türk-İtalyan evliliğine bir kısıtlama getirmezse yakında güzelim İtalya çok fena danaya girecek. (Ve de çıkamayacak, işin kötüsü!)

Sakatlıktan yağ çıkaralım bari düşüncesiyle 13 adet yemek filmi alıp eve geldim. “Fırıncının Karısı”yla başlayayım dedim. Anam, son iki günde iki tarifsiz güzellikte film bünyeye iyi gelmedi. Beden iyi olana olan alışkanlığını kaybetmiş. Benden bile yaşlı olan bu siyah-beyazı bunca zaman nasıl olup da seyretmemişim. Utanç (ve kıç ağrısı) içinde izledim. Hikâye romanla aynı. Fransa’nın unutulmuş bir köyüne yeni gelen ve iyiliğin yeryüzündeki temsilcisi sayılan bir fırıncının güzel karısı belediye başkanının yakışıklı çobanıyla kaçar. Kaçma vakası çobanın gece yarısı kadına yaptığı İtalyanca serenattan sonra vuku bulduğu için bizim zavallı fırıncı belediye başkanına bundan sonra İtalyanca’nın, hatta özellikle de İtalyanca şarkı söylemenin yasaklanması gerektiğini söyler. Şu repliği duyunca kötürüm halimle koltuktan düşüyordum: “İtalyanca’yı kimse anlamıyor. Kadınlar hariç!” Velhasıl bu erkeklerin İtalyan, dolayısıyla İtalyanca korkusunun aslında bizim Türk erkeklerine has bir şey olmadığını anlamış bulundum. Haydi kızlar, sıra bizde. Türkçeyi yasaklatacak hale getirelim. Buzukimi alıp geliyorum anacımmm…

Filmlerden açılmışken yeni bir romanda kullanmayı düşündüğüm enfes bir diyalog geliştirdim. Şöyle bişi:

-Üç saatte el değmeden öldüren şey nedir.

-Tarkovski filmi.

-Üç saate öldürmeyen, ama sadece süründüren şey?

-Bir Angelopoulos filmi!
Bu kötürüm günlerimde eski Don Camillo’ları yeniden okudum, çocukluğumu bedelli yapmış gibi güldüm. Don Quijote’den sonra edebiyat dünyasında ikinci sırayı aldığına bir kez daha kanaat getirdim. Don Camillo okumadan bu zamana kadar gelmiş olan herkes gençliğini atlamış demektir. Gidin sahafa, bulun, okuyun ve sakın okumadan ölmeyin. Po kenarında bir kuzey İtalya köyünün papazı ve kızıl belediye başkanı arasında geçen eğlenceli hikâyelerle ikiye bölünmüş İtalya’yı pek bir komik anlatır Guareschi. Don Camillo’yu tanıyınca ona cüppeyi astırasınız gelir. (Kurbağadan faysa yok, ruhban sınıfından seçelim bari). Edinin, okuyun anacım… Ben sevdiklerim için sahaflardan toplama girişimine başladım bile.

Pansumanlarımı müstakbel doktor olan kardeşim yapıyor. Bugün öldürdü beni: “Abla, yüzünü unuttum”. (Malum operasyon arka sahaya yapıldı) Ama geçen gün daha iyisini söylemişti: “Abla, önümüzdeki on yıl içinde kıçını görmek istemiyorum mümkünse.” (Ay, bu word programı öldürecek beni. Hep yorum, hep yorum! “Argo veya kaba sözcük”müş! Peh!)

“Haydi yavrum, haydi evladım”, “Ayyy, yüzü gözü maskeli çocuk hiç beceremiyor”, “Atamıyor o, çıkarsınlar onu. Niye çıkarmıyorlar?” Evet gençler, bu replikler ailecek seyredilen Slovenya-Türkiye maçında annemin oturduğu yerden rüzgarla gelen replikler. Babam ve kardeşim tarafından uzun zamandır heyecanla ve korkuyla beklenen gün gelip çatınca maaile ekran karşısına geçtik. Heyecan doruktaydı. Uzun zamandır korku saçan Slovenya’yı tam anlamıyla maymun etmenin zevkini çıkarırken annemin eğlenceli fon cümleleriyle neşe bulduk. “Ay, Hidayet boştaydı, o niye atmadı ki sanki?” Kardeşim: “Senin kadar basketbol tecrübesi yok çocuğun tabii anne”. Annemle futbol da, basketbol da ayrı bir eğlencedir zaten. Ama dün babamın performansı da fena değildi hani. Sloven takımında oynayan Beciroviç nam oyuncunun antrenör Mehmet Beciroviç’in oğlu olduğunu iddia etti babam. Sonra bu bilgi ekranda onaylanınca babamın bunu nereden bildiğini sorduk. “Eskilerden biri söylemişti”, dedi. Yorumsuz. (Benden bundan sonra kaynak bulamayınca dipnotlara böyle yazacağım.)

Sırpskilerle maçımız daha bir şenlikli geçti. Çünkü komşumuz Zekiye Teyze ve kocası torunlarını da kapıp geldiler. Ramazan çıkışı türlü alkolle kutlandı. Ailecek maç izlendi. Zekiye Teyze’nin yanında annemin esamisi okunmadı. İçeride meyve tabağı hazırlıyordum. “Yok, yok. Bişeycik olmaz. Şimdi geçer. Haydi güzelim, ” şeklinde bir cümle duyunca bir anlam veremedim. Keşke hiç anlamasaydım: Zekiye Teyze yüzüne top gelen bir basketçimizle konuşuyormuş! Bir sonraki maça kayıt aletiyle oturacağız. Sırpskileri Balkan Ekspres’le yolladık “Ove je Balkan” şarkılarıyla. Ama ne yapalım, more, buraya kadarmış.

David gitti. Annemle Beylerbeyi-Kanlıca arası bir sahil günü geçirttik ona. Çok güldük. Kötürüm günlerimde iyi geldi. Annesi bana ve Merviş’e enfes birer şapka örmüş. Salamanca’nın en özel mahzeninden kokusu baş döndüren şaraplar getirmiş. Akşam annem mutfakta yemek yaparken biz de salonda saatlerce çene çaldık. Daha doğrusu, ben günlerdir yapayalnız olduğum için tüm konuşma ihtiyacımı zavallı David’le giderdim. Hiç susmadım.

“Evladım, bu kız sabahtan beri başını ütüledi, çok üzgünüm” dedi annem çocuğun haline acıyıp. “Teyze, kızınız çok komik”. Bilse David, bu kız neden komik. Neyse. İspanyolca’ya çevrilen romanımı almış: “Aşkın Beş Hali”. (İspanyolca’ya “İstanbul’dan Rodos’a” adıyla çevrilmişti) İmzalatmaya getirmiş. “Ay Öz, her saniyeyi her an ben de çıkabilirim diye korku içinde okudum”, dedi, sonra da “Senin kitapların da erkeklerin sonu çok kötü oluyor da”, diye bastı kahkahayı. Hak ediyorlar da, ondan.

Aklımı kaybettim. Hükümsüzdür. Benden başka kimseye de yaramaz. Bulursanız sakın vermeyin. Böyle iyiyim. Karnımda kelebekler uçuşuyorrrr… Pazar günü çok sevdiğim bir sürü arkadaşım yemeğe geliyor. Murat Belge bu yemeklerde denediğim tarifleri “Biz Yedik Ölmedik” adı altında bir kitapta toplamamı önermişti. Altına masamda olan herkes imza atacak. Bayıldım fikre. İki cilt halinde çıkarırım artık: “Biz Yedik Ölmedik” ve “Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye”. Neyse, parmak yedirten bir ekmek tarifi denedim. Koca bir kabın içinde mutfakta, üstü bezle örtülü duruyorlardı. Kardeşim bu hayli rustik manzarayı görünce, “abla, içeri gideceğim, ama korkuyorum”, dedi, “Allah bilir salona da tarhana sermişsindir”. Velhasıl, gayet domez oldum. Antreye de ipi serdim mi biraz kışlık patlıcan, biber filan kuruturum, yarın da biraz erişte açar keserim diye düşünüyorum ve kendi kendimi imha ediyorum…



Ama önce, blog sakinlerine ev ödevi:

-Fırıncı’nın Karısı’nı bul, izle. Başına gelmesin diye dua et, İtalyanca artı şan kursuna yazıl.

-Sahaf sahaf dolaşıp tüm Don Camillo’ları topla. Fazlasını sevdiklerine hediye et.

-Bregoviç geliyor. (Düşündüm de adam her sene aynı tarihte geliyor, gün sapmadan) Bilet al. Unutma. Konserde aradığım cinsten bir Sırpça hocası bulursan bize getir.

-Camino’yu sakın ola kaçırma. F tipinden uzak dur. Her an her taşın altından çıkabilir, gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde olabilirsin mazaaaalllah…

-Hayatındaki bütün vefasızları tek kalemde sil, hard diski temizle!


   Öptüüüüümmmmmmmm...