13 Ekim 2010

BİRAZ KÜÇÜLÜR MÜSÜNÜZ?

Akşam olmuş, bir baktım ki evdeyim. Evin yolunu nasıl bulduğuma dair pek ipucu yoktu elimde ya, neyse. Sonra kendimi kendime bir “reserva” Şili şarabı açmış, biraz ters çevirip sallanınca içinden günün mönüsünün net olarak anlaşılabileceği klavyemin tepesinde buldum. (“Gran reserva” vardı da, biz mi içmedik?) Anacım, kaç gecedir Atlas Sineması’ndayız. Acı tatlı günlerimiz, gecelerimiz oldu. Şükür, utandık pijamalarımızı filan götürmedik ama uzun zamandır Atlas’ta yaşıyoruz. Sadece uyumaya eve geliyoruz, desem yalan, çünkü ben suarelerde ve Uzak Doğu filmlerinde hafiften tatlı tatlı kestiriyorum çevreye zarar vermeden. Evet dostlar, bize ayrılan bir Film Ekimi’nin de burada sonuna geldik. Kardeşimin en sevdiğimin vecizesidir, pek çok dostumca beğenilip takdir edilmiş, hatta sıkça kullanılmıştır. “Beklersen Ekim’e, beklemezsen s… kadar.” Çok veciz. Çaresiz bekleyeceğiz gelecek Ekim’i. (Diş tellerimle ortada dolaşmamı pek hoş karşılamayan biricik dostum ve editörüm Halil’in (Beytaş) “ne zaman çıkacak bunlar yaaa” demesi üzerine Merve’den el-cevaptır. Minik ve masum görüntülü kardeşimden gelen bu cevap sadece onu ilk defa gören Halil’i değil, hepimizi şok etmiştir.) Ps. Soldaki minik kardeşim olur, sağdaki minik kuzenim...


Kocaman patlamış mısırımız ve çaylarımızla sinema öncesi Atlas’ın kırmızı kadife koltuklarında sınırsız ve fütursuzca gülerek dün gördüğümüz Tayland filmini konuşuyorduk ki, ortaya çıktığı üzere ben filmden bambaşka bir şey anlamışım. “Aaaa, sen hiçbir şey anlamamışsın”, dedi Mr. Mutluluk Hattı. Bana soracak olsalar, çok anladığımı düşünüyordum. Rahip olmaya karar veren bir adamın ikilemini benden iyi kim anlar?! (Malum rahipler ve ikilemleri konusunda danışılacak merciiyim, cüppe astırmışlığım olmasa da). Sonra Toscana’da geçtiğinden sevebileceğimi düşündüğü için Mr. Mutluluk Hattı’nın beni götürdüğü bu filmden çıktığımızda da filmi anlamadığım ortaya çıktı. Ben öyle anlamak istememiştim yani, en azından. (Bir beş dakikalık şekerleme anında bende filmin koptuğunu sonradan fark ettim. Neler olmuş o beş dakikada, anacığım). Filmden bir çıktık, herkes bambaşka senaryolar kurmuş. Haydi Tayland filmini anlamadım, (Filmi soranlara Woody Allen’sal bir deyişle “Çok güzel, olay Tayland’da geçiyor” demeliydim bence) Toscana benden sorulur, yeavrooom, onu niye herkesin anladığı gibi anlamadım? Sonra bir fark ettim ki, ben aslında filmleri herkes gibi anlamıyorum (Anlamama rezaletime bulduğum yeni kılıf bu. Nasıl?) Filmleri anlamıyorum, kadınları anlamıyorum, çocukları anlamıyorum (uçakta zırlayanları anlamamakla kalmayıp mıncırıyorum), erkekleri hiç ama hiç anlamıyorum. 2005 yılında Türkiye’nin dört “ilişki gurusu”yla röportaj yapmışlar, Türk erkeklerini anlattırmışlardı. Biri de bendim. Anacım bir fark ettim ki, hiç ama hiç anlamıyorum ben onları.

Son birkaç gündür yakın çevremdeki dedikodu malzememiz bu. Yorumlar eğlenceli. Erkeklerin egosunu kırıyor, karizmasını dağıtıyormuşum. Bir arkadaşım onları panzer gibi ezdiğimi söyledi. Bir diğeri de limon gibi sıktığımı. En güzeli Wizz’in yorumuydu: “Sen bir seri katilsin!” Anacım bir baktım ki, hep “suçlu” benmişim her senaryoda nasıl oluyorsa. Bu filmin kötü kahramanı benmişim. Sonuç mu? İnsanları tanıdıkça kendime ve kendi çapımda koruduğum saygınlığıma daha bir hayran oluyorum. Adam gibi adammışım ben be. Türkiye şartları olmasa bunu anlayamayacakmışım. Bir koşu kendime bir lame, bir de dore çanta alıp geliyorum, anacııım. Mevcut Törkiye şartları.

Geçen akşam ikinci adresimizden (Atlas) birinci adresimize dönerken yolda operadan bahsediyorduk. Kardeşim şaşkınlık içinde “Abla, inanamıyorum! Sen operayı gerçekten seviyor musun?” diye sordu boncuk boncuk gözleriyle. Küçükken her konuda başarılı şekilde zehirlediğim (sınırsız kitap okuma, Rock sevme, vs.) kardeşimi opera konusunda yaşken eğememiş olduğumu fark ettim esefle. (Şimdi hiç eğilmiyor, su aygırı gibi ağırlık çalışıp biceps, triceps, ne mevcutsa yapıyor). Üstelik söz konusu olan zat da kardeşim, sevmediğim bir şeyi bana yaptırmanın imkânsızlığını en iyi o bilir. Velhasıl üzülüyorum bu yeni neslin şekline, şemailine. Ben ki opera izlemek için bacak kadar bir çocukken Zürih’ten trenlere binip Viyana’nın kapılarına dayanmış, uzun uzun kuyruklarda sıralar beklemiş (bu da benim için imkânsız bir aktivitedir) bir insan evladıyım. Kardeşimi nasıl kurtarsam acaba? İyi müzik dinler, iyi film seyrederim ama popüler kültüre de saldırmam hani. Her şeyin bir yeri, bir zamanı vardır bence. Haluk Bilginer’in de Zuhal Olcay’ı korkudan arkasına bile bakmadan bırakıp kaçmasının sebebi budur bence. (Ya da en iyi ihtimalle bana öyle gelmiştir.) Arabesk dinlemem, ama sevdiğim arabesk şarkılar vardır. Fazıl Say da yanlış anlaşıldı kanımca. En güzelini yaptı sonunda, son saldırılarla hiç yüz göz olmadı. Pop desen, severim anacım, severim. Dans ettirir, mutlu eder. Tutun elimden götürün bir Serdar Ortaç konserine, oh, o biçim eğlenirim. Ben yıllarca Rock dinledim, on yıl envai dergide Rock yazdım, demem. Nitekim: Hayata dair beni mutlu eden her şeyi severken (Şarabı klavyeye çok pis döktüm bu arada. Hayırdır inşallah) onların popülerlikleri, kaliteleri beni hiç ama hiç ırgalamaz. Hoşuma giden şey güzeldir nokta com. Budur!

Opera demişken, baleye de bayılırım ben. Bayılmak ne kelime, ruhum taklalar atar. Oktay Keresteciler’in sahne aldığı tek bale kaçırmamışızdır zamanında. Balenin Cyrano’sunu romanlarıma bile taşıdım. Hafızamdan silemediğim bir repliği paylaşayım sizinle. Üniversite yılları, buz gibi bir kış günü operadayız. Heyecanla yerimize yerleşmişiz. Oktay Keresteciler ve Hülya Aksular’ın sıkı hayranı olduğumuz dönemlerden birinde sanırım, ya Matmazel La Peigneuse ya da sevgili-rahmetli Jak Deleon’la AKM’de konuşlanmışız, bale de başlamış. Buruşuk bir el omzuma dokundu ve şu sihirli sözcükleri söyledi: “Biraz küçülür müsünüz?” O an “Tabii, hemen” deyip cebimden küçük bir iksir şişesi çıkarıp fondip yapıp aniden küçülerek “bu kadar yeter mi, teyze?” demek istemiştim. Ama “fesuphanallah” demekle yetindim.

Hayatta tanıdığım en özel insanlardan biriydi Jak Deleon. Hakkında iyi kötü çok şey duymuşsunuzdur. En korkunç hayatı bile sihirli bir kaleydeskopla renklendirebilecek kadar harikaydı benim için. Hayatımda bana zincirleme sürprizler yapan insanların başında gelmiştir. Yaptığı sürprizleri bir romanda anlatırım, lakin müzayededen özenle kapılmış, 1936’da (İspanya İç savaşının başladığı yıl) altın suyu karışık soğan yapraklarına basılmış bir Don Quijote’yi “bunu senden başka kimse koruyamaz” diyerek bana getirişini hiç unutamadım. Hala salonumun başköşesinde durur. Çılgın bir sevgili tarafından gökyüzünde bana ait olan yıldızın Barselona’dan gelen tapusunu bile geçmiştir sürpriz nezdinde gönlümde. Dünya üzerinde var olan en inanılmaz insandı Jak. Oyalanmak için bir antikacıya girerdik, çıkışta o üç-beş dakika arasında benim gibi bir cine bile çaktırılmadan alınmış eski İspanyol plakları çıkarırdı arkasından. Yirmi bir yaşındaydım. Yer, içer, gezer, opera-bale yapardık, onu arabayla kapısına kadar götürürdüm. Asla inmez benimle bizim semte döner, otoparkımıza kadar gelir, kapının önünden taksiye biner eve dönerdi. (Ataköy-Uçaksavar arası iyimser bir tahminle 35 km. vardır) Bir erkeği arabayla eve bırakma lüksünü bir daha kimselere bahşetmedim anacım. Hanım kızlar, siz de sakın yapmayın. Sonra bu geri zekâlı erkekler rollerini unutup, kendilerini ilişkinin kadını zannediyorlar. Sonra memleket kendini bir bok sanan erkekimsilerle dolup taşıyor ve siz onları erkek sanıyorsunuz. Açın gözlerinizi. İlişki gurusu konuşuyor!

Geçen gün kardeşime Demirel’den vecizeler söylerken bu koleksiyonun madenine ulaştım. Sizin için Vikisöz’den özenle seçtiklerim şunlar:

-Çankaya'nın şişmanı (Turgut Özal için)

-Dört kaz teslim etsen, akşama üçünü kaybedip gelir. (1980 öncesinde Bülent Ecevit’e)

-Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl de değildir.

-İcabı olup olmadığı tartışılabilir. Ama icabı varsa feminizm fevkalade güzel bir şeydir.

(Elele dergisine verdiği mülakatta)

Favorim ise şu: -Neresini sıksaydım?

(İngiltere ile ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde yapılan bir görüşmede, Bülent Ecevit'in elini sıkmasının doğruluğunu kendisine soran gazetecilere cevaben )



Evet, Törkiye. Tutku, biraz tutku. Törkiye’nin, Türk insanının sorunu bu. Her boku tutkusuz yapıyoruz (Yapıyorsunuz) Sıçarken bile tutkusuzuz (Tutkusuzsunuz). Son on günde hayattan ve iki ayaklıdan anladığım bu. Severken bile beceriksizsiniz. Silkin, ey halkım!

Ben mi? Canım ne isterse öyle yapıyorum. Netekim şu anda da bir Yıldız Tilbe şarkısına kaptırmış şuursuzca dans ediyorum... Popüler kültürün zirvesindeyim, anacım. Siz de gelin.



“Ne olur aşkı bana çok ver Allahım,

Sevdikçe sevesi geliyor insanın”…

Oooooh, ohhhhh….



Sözlerime yine bir Demirel klasiğiyle son veriyorum:

“Aksini diyenin alnını garışlarım!”

Öptüüüm anacımmm....