6 Ekim 2010

VATEL ABİİİ! KURTAR BİZİ!

Korkularım çeşitlidir, lakin akşamın şu saatlerinde bilgisayar başında kaptırmış yazarken kapının açılıp da birisinin beni şu mevcut halde görmesi korkudan geçip fobi olmuştur. Hazırsanız sayıyorum: Spor salonu için alınmış, lakin artık akrabadan yakın olduğum sportif dostları korkutmamak için bir kez bile salonda giyilmemiş fiyonklu mor bir eşofman, Sardinya’dan bir “Çinci” dükkânından tam tamına 3 yuvvvroya alınmış bambu tabanlı allı pullu terlikler, bunu imansızca tamamlayan kırmızı çoraplar, 80’lere ihanet etmeden tepeye takılmış bir “dolma” tokası… Bu halimle biri görse bir daha hiç arkadaşım kalmaz, kesin. Ne zamandır şöyle lezzetli bir hayal besledim. Kamerayla sevdiğimiz yazarlar, müzisyenler, akademisyenler, vs’nin kapısına tam bu saatlerde dayanacağız, onları ev halleriyle basıp ballı bir sohbet yapacağız. Nasıl fikir ama?


Her zamanki gibi biraz çalışayım hayalleriyle eve gelip kendimi filme verdim. Çocuklara “History of Food” dersinde göstermeden önce bir kez daha izleyeyim diye koltuğu yiyecekle donatıp Vatel’i koydum. Çıktığı yıl İspanya’da tarihçi arkadaşlarla sinemada izlemiş ve “vay anasını, Fransızlar hala majestik tarih filmlerinde bir numara” diyerek çıkmıştık salondan. Ondan sonra da bu kalitede bir tarih filmi görmedim zaten. Hâlâ izlemediyseniz, ne kaçırdığınızın farkında değilsiniz demektir. Gerçek bir hikâye anlatır film. Efendim, François Vatel, XIV. Louis’yi Cantilliy şatosunda ağırlayarak Hollandalılara karşı yapılacak savaşta fiyakalı bir yer almak isteyen Condé’nin "Maître d'hôtel" (maestro de ceremonias) idir. Filmdeki çevirisi iğrençti, ben ise hâlâ fiyakalı bir Türkçe sözcük bulamadım bu görev için. Şimdilik şölen sorumlusu diyelim. Vatel artık bizim memlekette bulunmayan şeref ve haysiyet sahibi, inatçı, işini mükemmelen yapan, yaratıcı, zeki, ufff, sıfatların yetmediği bir erkektir işte. Kralın yeni gözdesi Anne de Montausier (Uma Thurman pek bir başarılıdır bu rolde) iğrenç saray ortamında bunu fark eder ve koskoca Fransa’da hiçbir şeyden korkmayan, kendisini çağıran krala “işim var, gelemem” diyen, Paris’ten gelen camlar kırılınca balkabağından fenerler yapıp “Hint işi bunlar” diyerek kralı bile kekleyecek kadar zeki olan Vatel’e âşık olur. Filmi bulun seyredin, beni de yormayın anacım. Ama pislik olsun diye size sonunu anlatacağım: yeniden kralın yatağına çağrılan Anne de Montausier’nin tıpış tıpış gitmesi üzerine intihar eder Vatel. Lakin, Anne de onun vasiyetini yerine getirerek sarayı bırakıp kiraz ağaçları içinde bir köye çekilir. Ben kendi adıma filmden ne mi çıkardım akşam akşam? Birisine hayran olacaksınız, bu insanın film kahramanı olmasına dikkat edin. Çünkü gerçek hayatın kahramanları hep kof çıkıyor anacım. Memleketimiz malum Distopya. Bu arada krem şanti’nin mucidi de Vatel’dir. Chantilliy Şatosu’nda icat ettiği için bu adla anılır. Filmde bu sahne de mevcut. Uşağına “soran olursa, güneyden bir tarif dersin”, der. Hollanda’yla savaş kararını vermeye çalışan XIV. Louis yalana yalana krem şanti yer masanın başında.

Uzun zamandır pür-keyif bir ders açmamıştım. “World of Don Quixote”, “Secrets of the Middle Ages”, “Picaresque Novel”dan sonra “History of Food” iyi geldi. Bu dönem heyecanlı geçecek. Dün sevgili Deniz Gürsoy bizi kırmayarak dersimize geldi ve enfes bir konferans verdi. Her anlattığı ayrı keyifliydi. Çocuklara tavsiyeler kısmında büsbütün dağıldık. “Ayağınızda soğuk bir ıslaklık hissediyorsanız sarhoş olmuşsunuz, bira bardağını tutamıyorsunuz demektir. Yok, eğer sıcak bir ıslaklık hissediyorsanız: doğru tuvalete!”

“Secrets of the Middle Ages” der de Başar’ı nasıl unuturum. Üç arkadaş ortak vermiştik dersi. Bahçeşehir mezrasında bahçe katında enfes bir odayı paylaşıyorduk. Daha doğrusu Başar kendi adına gelebildiği zamanlar paylaşıyordu. Çekmeköy’den motorla geliyor ve hayatının dörtte üçü motor üstünde geçtiği için de çaresiz action-man gibi giyiniyordu. Dört bir yanında seksen sekiz fermuarı olan kıyafetlerini son olarak kol ve bacak koruma takımlarıyla tamamlamış, bununla da yetinmemiş bu kıyafetleri ofisteki misafirlerin yanında dünyanın en normal işini yapar gibi çıkararak eylemlerine devam etmişti. Başar ofise aceleyle girip soyunmaya başladığında ofise misafir gelen hemcinslerimiz Başar’ın soyunma operasyonunu nereye kadar devam ettireceğini bilemediklerinden “eh, biz de kaçalım” artık diye sıvışıyorlardı. Hayatımda öğrencisi olmadığım için hayıflandığım iki kişiden biridir Başar. (Diğeri Yusuf Hoca’dır tabii ki) Koskoca bir anfiyi gülmekten çatlatmak gibi tanrı vergisi bir yeteneğe sahiptir. Geç gelip öküz gibi kapıyı çarparak kendine bir yer edinen öğrencilere “Merhaba, tanışalım, ben Dingo” dediği rivayet olunur (Ben bu cinse “kendine bir içki al” diyorum kendi adıma.)

Komik adamdır vesselam. İşkolik olduğu zamanlarda günlerce minik oğlunu göremediği için çocuk artık babasına “amca” demeye başlamıştı, hiç unutmam. Bahçeşehir mezrasında ofis paylaştığımız bu dönemde bana dediklerini not alır, romanlarımda kullanırdım. “Sakın üreme”, demişti bir keresinde. “İki sebepten. Birincisi, türünün son örneğisin ve iki tane kopyan olursa işin hiçbir esprisi kalmayacak. İkincisi, senden beş tane olursa bu Türkiye Cumhuriyeti’nin halini düşünemiyorum.”

Umutsuca Küba büyükelçiliğini aradığım bir gün fenalık geçirmiş olacak ki onun masasından bana doğru gelen şöyle bir ses duydum: “Küba’ya hoş geldiniz. Mevcut yönetim için 1’e, muhalefet için 2’ye, darbe yönetimi için 3’e basınız. Fidel’le görüşmek için bekleyiniz”.

Başka bir gün bir film gösterisi için hazırlanmışım, gelip soranlara da “sakın kaybolmayın, yarım saat sonra film başlıyor” diyerek salona dolduruyorum ahaliyi. Komik bir şekilde aşığım o zamanlar. Telefon geliyor sevgiliden, sinemaya çağırıyor. Kafam karışıyor çantamı alıp çıkıyorum salona topladığım insan kalabalığını unutarak. Başar arkadan sesleniyor: “Bir adam sever, adamın haberi olmaz. Adamı terk eder, adamın yine haberi olmaz. Film iptal olur, Seyircilerin haberi olmaz!”

Başar yazmakla bitmez. Ben size en iyisi günlerce ofise uğramadığı bir gün başımıza geleni anlatayım ve noktayı koyayım. Başar’dan haber alamayınca bir şebeklik yapmaya yelteniyor, kocaman bir resmini basıyor ve altına “Biricik oğlumuz Başar’dan günlerdir haber alamıyoruz” şeklinde uzun ve hayli maymunca bir not düşüyor, parantez açıp “Annen çok hasta” diye de ekliyoruz. O kadar afiş yaptık, tabii asacağız. Bir kaç gün sonra bir geliyoruz ki herkes panik! Başar Hoca kaybolmuş, eve dönmemiş. Odayı temizleyen kadın panodaki haberi okuyunca “vah yeavruuum, çocukcağız kaybolmuş” diye üniversiteyi velveleye vermiş. İşin aslını öğrendiğimizde Burcu’yla hayli derin bir komaya girmiştik gülmekten. Skandal da doğal yoldan bitene dek günlerce devam etmişti.

Geceyi yine kardeşim kapattı. “Neredesin Merve?” diye merakla aradım onu gecikince. El Cevap: “Otobüsteyim, abla. Nakkaştepe Mezarlığı’nın önünden geçiyoruz şu anda. Dedeme söylemek istediğin bir şey var mı?” Of ya, of ya!!!

Size o günlerden bir kaç resim buldum kirli çıkımdan. Burcu çekmiş Bahçeşehir ilinde. Zafiyet geçirdiğim ve “kriz anında” kömür siyahına boyanmış saçlarımda pek bir şenlikliyim… Telefonla pek de Fidel'le konuşuyor gibi değilim..