28 Ekim 2010

HAH, ŞİMDİ AĞLAYIN, DONUNUZU BAĞLAYIN!

Babamın özlü sözleri arasında en özlüsü, en sevdiğimizdir bu. Genel olarak boku bokuna kaybedilen milli maçlardan sonra babamdan milli takıma gider. Söylenme şekli itibariyle ise tektir: babam hışımla koltuktan kalkar, pijamasını çekiştirerek mutfağa gidip buzdolabının kapısını açar. Adamcağız milli takım yüzünden göbek çeperi yaptı. İspanyolların tabiriyle: Michelin.


Yıldız gibi kaydı geçti bir hafta daha. Hayli heyecanlı anlar geçirdik. Kardeşim özenle zehirlendi. Sabahın köründe sınavını yarım bırakıp kendisini taksiyle eve atmış. Ben de uçarak eve geldim, bir de ne göreyim! Yüzü sapsarı kesilmiş ama yatakta kahkahalarla gülüyor. Tıp okuduğu için sınıftan hemen hastaneye alınmış, bir güzel iğne yapmışlar. “Abla”, dedi, “hayatta giydiğin dona dikkat edeceksin”. Nerden bilsin zavallı kız sabah evden çıkarken başına gelecekleri. Tam kıçının ortasında “Be my Valentine” yazan bir tanesini geçirmiş karanlıkta, atmış kendini vapura. Hal böyle olunca, iğne yapan arkadaşa da eğlence çıkmış tabii.

Geçen akşam sevgili Osmanlıca hocamız bizi yine Giritli’de topladı. Otuz tane topik yeme hayaliyle gitmiştim, o gün de topik yapmayacakları tutmuş. Ben de açığı kapatmak için hiç nefes almadan konuştum. Tam yedi buçuk saat masa başında oturup, yiyip, içip güzelleşmiş, konudan konuya atlamış, kahkahalara gömülmüşüz yine. Tam masadan kalkıyorduk ki geceyi arkadaşımız Serkan pek anlamlı bir şekilde kapattı: “Ee, uzun lafın kısası, hayatta giydiğin dona dikkat edeceksin”. Yedi saatin özeti de böyle güzel yapılamazdı hani.

Ekildim ey halkım. Yedi Göller ekibimizin tüm üyeleri beni teker teker ekince ben de mutluluğu ihtiyarlar arasında bulmaya karar verdim. Ailecek Termal’e gidip kendimizi kızgın kaplıca sularına atacağız. Ağrılarımıza iyi gelir. Bunca hızlı geçen günlerin telafisi de ancak böyle yapılır bence. Annem pek bir keyifle “ohhh, bir güzel keseleniriz” deyince anladım ki bu yaşlılık bana göre değil. Tek tatil fantezimin keselenmeye indirgenmiş olduğuna inanamıyorum. Nerede şöyle “ooh, bir güzel âlemlere akalım” diyecek tatil dostları? Nerde bende o şans? (Bu arada yazıyı size ulaştırdığım şu anlarda bu planlar da sıcak kaplıca sularına düştü) Bugün karar verdim. Bundan sonra ben de arkadaşlarım gibi egosentrik olacağım. Eski bir Rock şarkısı gibi yani, “Me, myself and I”… Ya da Kargo’dan bir parça gibi: “Ruhlarda hiç sızı yok”. Bundan sonra egom ve ben yaşayıp gideceğiz gül gibi.

Bugün “History of Food” dersinde konumuz çikolata olduğundan mütevellit Juliet Binoche’un o pek sevdiğim Chocolate filmini gösterdim. On yıl önce İspanya’da izlemiştim, lakin akabinde en renkli detaylarını unutmuşum. (Kayık sahneleri hariç, tabii anacım). Majestik bir filmmiş gerçekten. Hele hele Montanari’nin Ortaçağ yemek tarihini anlatan kitaplarını devirdikten sonra bin kat daha anlamlı oldu. Abstenence, penitence ve temptation arasında geçen hayatımızın her şeyden önce yemek ve içmekle organik bir bağlantısı varmış meğer. Mülayim bir pederin vaazlarını bile ele alıp süper-püriten hale getiren belediye başkanının çikolata dükkânını elindeki bıçakla yerle bir ederken vitrine düşmesi ve ağzına kaçıveren bir çikolata parçası sonucu dünya ve ahret için yetecek kadar çikolata yiyerek vitrine bayılması ne kadar da anlamlıymış meğer. On yıl içinde büyümüşüm de haberim olmamış. Derste kendimi kaybetmişim Ortaçağ felsefesi içinde, bir baktım ki kendi kendimden kendim sıkılmışım (Süper-latif). Oradan oraya atlarken aslında varılacak tek yer olduğuna geldim: Bu dünyadayken ne varsa yaşayın, Mr. Endress’in dediği gibi “başka bir dünya yoksa, hepimiz için kötü bir sürpriz olacak.” Eee, buraya kadar gelmişken Marwell’in en bitirim şiirine de el atmamak olmaz değil mi? “To his coy mistress”. “Thy beauty shall no more be found/Nor, in thy marble vault, shall sound/My echoing song; then worms shall try/That long preserv'd virginity”, der Marwell… Boğaziçi’nde bu dersi anlatan hocamız (kokteyl kokteyl gezmekten boş bir vakit bulup tesadüfen derse gelebildiği bir günmüş demek ki) pek bir güzel özetlemişti olayı. “Kısaca gel bana ver, diyor”, deyince dağılmıştık cümleten. Pek hoştur gerçekten. Kıçın solucanlara değil bana yar olsun, der. Ne de güzel söyler.

Annemle babam bugün seferden döndüler, eve avdet ettiler. Bir aydır deniz, güneş, akraba ziyaretleri derken şehrin yolunu unutmuşlardı. ( Bugün bulmuşlar). Ayaklarının tozuyla bir iki bardak kırdılar mutfağımda. Ev kendi çapında müze olduğu için kımıldamak kolay zanaat değil bu meridyende. Kendi kendine bir bireydir benim evim. Bağımsızdır. Severim evimin her halini, rengini, kalabalıklığını. Kendi evimden çok beğendiğim, ya da en az onunki kadar sevdiğim ev sayısı üçü beşi geçmez dünyada. Mr. Mutluluk Hattı’nın evi bunlardan biri. Geçen gün yine baskın yaptık, Galata Kulesi’ni, vapurları izledik yaşayan koltuklardan. (Bu arada sınırsız güldük yine, hele ben basından bir dostunun yanında kendim gibi davranıp adamcağızı kahkahalara boğdum. Bir daha da uğramaz o eve, korkarım). Eşyaların yaşaması çok önemlidir.

Biz bayramda Slovenya’ya kurban kesmeye gidiyoruz anacııım. Ljubljana’lı dört arkadaşla danaya girdik. (Ay, şimdi urban legend olup geri gelmesin bana. Yok öyle bir şey, danaya filan girmedik. Unutun bunu. Hiç de komik değildi zaten). Bir haftadır hummalı bir şekilde Ljubljana yazmaya çalışıyorum bakmadan. Hesaplarıma göre gitmeden önce öğrenebileceğim yazmayı. Google’la mütemadi bir soru-cevap ilişkisindeyiz: “Bunu mu demek istediniz?” şeklindeki sorularını yanıtlıyorum bıkıp usanmadan. Seviyorum bu İspanyolları, hayatı komplike hale getirmiyor, ne duyuyorlarsa onu yazıyorlar: Lubiana. Yıllar önce (parmakla sayılamayacak kadar önce), ilk Japonca dersimize girdiğimde Mariko Sensei’yin ilk cümlesinden sonra sınıfça yere düşmüştük gülmekten: “Japonca yazıldığı gibi okunuyor”. Pek de doğru söylemişti sensei’yimiz, ama biz çekirgelerin elmasının kızarması aylar almıştı.

Ne diyordum, ha, Slovenya. Oradan da ver elini Hırvatistan. Hırvatskiler hayatlarında üçüncü kez beni ülkelerine sokarak majör bir hataya daha imza atacaklar. Neyse ki bu sefer yanımda sağduyum da geliyor, ülke moratoryumdan kurtaracak kendini. Sınırsız haşerat-ı bahriye ve şarap. Bakın, işte mazisi:

Bu hafta yine bol bol içtima ve filmle geçti. Dün gece de kandili Mişi’nin evinde söndürdüm. Şömineyi yaktık, şarabımızı aldık. Ehli keyif taifesindeniz ne de olsa. Çatı katında yağmurun sesiyle romantik bir uyku çekmeden önce kaleidoskop tadındaki mutfağında ev yapımı enfes bir masaya oturup kakuleli kahve eşliğinde sohbet ettik. Almanya’da geçen çocukluğunu anlattı Mişi. Sanırım yeni bir romanımda kullanıp bitiremeyeceğim kadar şey anlattı. İki tanesi ise tam film karesi olacak nitelikte. Olay Bavyera’da Alplerin eteklerinde bir köyde geçiyor. Mini mini birlerin kız cinsinden olanlarını toplayıp yakınlardaki bir manastıra el işi dersi için götürüyorlarmış. Benim yıllar yılı geyiğini yapıp, romanlarımda madara ettiğim rahibe işi fiskos örtüsü denen nesneyi yapmayı öğretiyorlarmış bıcırıklara. (“Rahibe işi” onlardan, “fiskos örtüsü” de bizden tabii. Türk-Alman sentezi) Tezim şu olmuştur yıllarca. Bu rahibeler “ulan bu hayat böyle çekilir mi?” diyerek pür-hışım örüyorlar o dantelleri.

Mişi’nin anlattığı başka bir çocukluk anısı da beni tam 11 yıl sonra aydınlattı. İlkokulda ilk gün. Mişi heyecanla okula gidiyor annesiyle. Bir bakıyorlar bütün çocukların elinde abartısız boylarınca rengârenk, parlak, süslü külahlar var. Üstelik içleri de kırtasiye malzemesi ve şekerle dolu! Zavallı Mişi’nin annesinin de -Bavyeralıların böyle renkli bir gelenek geliştirdiklerine inanamayacağı için olsa gerek-, Mişi’nin gözyaşları içinde çocukların külahına baktığını görünce içi param parça oluyor. Çılgın arkadaşımın hikâyesi bitiyor ve ben “şimdi anlıyoruuum”, diyorum. (11 yıl fena değil, değil mi? Ya hiç anlamasaydım?) Hola romanımın başkahramanı Georg birgün elinde devasa bir kutuyla gelmiş ve bana “daha iyi yaz diye sana hediye getirdim” demişti. (Hatta şu anda garip bir tesadüf eseri onun bana hediye ettiği bir CD’yi dinliyorum. Enfes bir Bavyera’lı Rock grubu: Spider Murphy Gang) Devasa kutuyu açınca şok geçirmiştim. Dünyanın bütün şeker ve çikolataları içine sığmıştı. Sonra elimi daldırınca süslü kalemler, defterler, porselen kupalar, portakallı, vanilyalı çaylar ve daha neler neler çıkmıştı. O şekerleri bir haftada süpürmüş tam iki kilo fazla çeker olmuştum tartıda. Sonra beni sınırsız -pek bir sınırsız hem de)- şımartmaya devam etmişti. (Sanırım ondan sonra böyle sürpriz manyağı oldum. Ve de iyileşemedim. Bayılırımmmm anacım sürprizlereeee…) Ve hikâyenin sonunda Georg’un Alman damarlarını aldırıp onu dünya milletlerine kazandırdık. Bir Alman azaldı yeryüzünden.

Offf, daha neler anlatasım var, neler! Ama pek atraktif ve atraksiyonlu birkaç gün beni beklediğinden sizi Spider Murphy Gang şarkılarıyla baş başa bırakıyorum: Herzklopfen… Bir de “Skandal im Sperrbezirk”.. Şarkının İstanbul versiyonu için hızla ve azimle çalışıyorun. (Salı günü Ghetto’da ITEF kapsamında dj’lik yapacağım, anacıımm. Parça seçmem lazım. Beş gün sonra yanınızdayım) Başka bir deyişle: Return of Chucky!