4 Ekim 2010

ŞEREF ABİİİ? GELDİK, BULAMADIK.

"When shall we three meet again


In thunder, lightning, or in rain?"



Kim dedi? Kime dedi? Kaçıncı perde? Kaçıncı sahne? Dramatik önemi? Ciğerimin köşesi Ercüment Hocam'ın sormayacağı kadar kolay bir sınav sorusu yukarıdaki beyit. Sanırım hafızamın son kırıntılarını onun sınavlarında kullandım. “Alas, poor Yorick!” Sorunca böyle fiyakalı sorardı. Hal böyle olunca Hamlet, Macbeth satır satır bilinir, ezberlenirdi o sıralarda. Özlemişim anacım kelâmın piri Shakespeare’imi. Malum, Mr. Mutluluk Hattı, Nilüfer Hoca ve ben son aylardaki adrenalinli faaliyetlerimizden sonra kendimizi Macbeth’in üç cadısı olarak vaftiz ettik. Mr. Mutluluk Hattı da Oyun Atölyesi’nin Macbeth oyununun galasına davet edilince bizi de unutmadı.(Yabancı dil kökenli gala yerine ön gösterim kullanabilirmişiz, korkarım üç vakte kadar vuracağım, en iyi ihtimalle de ağzını burnunu kıracağım şu word programının. Son zamanlarda spora da gidemiyorum, pek bir agresifim.). Tiyatro sezonunu da böylece açmış olduk. İlker Aksum’un performansına şaşakaldım desem yalan olmaz. Heyecanlı, tutkulu, dünyadaki tek işi buymuş gibiydi sahnede. Takdir ve takdis ettik kendisini üçü bir arada cadılar olarak. "When shall we three meet again?” (günün beraber olduğumuz on iki saati dışında) diye sorduk ve kitaplarımızı toplayıp Yedi Göller’e bir dağ evine gitmeyi düşündük. Uzun zamandır hayal ediyordum bunu. (Yedi Göller buna hazır mı, peki? İnanın bilmiyoruz)

Umberto Eco’yu olur da bir gün görürsem önce ona evlenme teklif edeceğim, sonra da kendisinden şerefsizliğin tarihini yazmasını rica edeceğim. Yok anacım, memleketin iler tutar yanı kalmamış. Sinirlerim bozuldu yok yere. Yok, işin özelinden geçtim, genelinde sıçmış durumdayız. Dün gece sinirlerim bozuldu, çizgi film ördeği gibi sessiz sessiz ağlıyordum gecenin bir saati yolda. Taksi şoförü “bindiğinizden beri ağlıyorsunuz”, dedi ve koca bir peçete kutusu verdi. Bwaaaa… Tabiatıyla palamarları indirip salya sümük ağlamaya başladım bu duygusal perde sonrasında. Bir kez daha anladım ki, üretim hatasıyız anacım milletçe. Yok, kesin hybrid olmamız lazım. Öyle saf saf çoğalmaya kalkmayalım. Karışalım düzgün halklarla. Ben biri İspanyol, biri İtalyan, biri Portekizli ve diğeri de Yunan’dan olmak dört çocuk yapıp dünya tarihine elimden geldiğince yardımcı olmayı düşünüyorum. Nilüfer Hoca ve Mr. Mutluluk Hattı da “sen yap, biz bakarız” diye söz verdiler… Çarşafla renk renk, desen desen çocukları bağlarım sırtıma sonra o konser senin, bu sinema benim hayatıma devam ederim. Baktım da, benim başka diyarlara gitme vaktim gelmiş. Belgrad’a taşınmaya karar verdim. Kararım karar. Şeref Abi bu kente uğramıyor zaten.

Dün bütün gece iğrenç kâbuslarla boğuştum. Yatak odasının duvarları düşüyor (bu babamın boyasal faaliyetlerinin bilinçaltıma haince sirayet edişi olsa gerek), evi su basıyor, sonra bir ordu kalabalık elinde pankartlarla yatak odasına doğru geliyor koşarak, vs. Bütün bunlar NTV için bir çekimmiş meğer. Sonra oturup izliyorum, çok kötü çıkmışım. Yıllar önce Freud’un “On Dreams’ini okuyup rüyaların nasıl “dissect” edildiğini öğrenmiştim. Bu korkunç olay kalabalığını bile çözecek kadar bilgilenmişim. Yorumum şu: kıçım açık kalmış, anacım…(Pardon, Freud Abi. Saygılar.)

Şu kardeşim de olmasa sabah sabah güleceğim yok. Gözlerini açıp “dün gece rüyamda üç katlı tost yapıyordum” dedi. Haklı çocuk. Evde öyle saçma şeyler yapılıyor ki, benim yemeklerimden kaçmak için kendini yumurta kırımı, tost basımı gibi aktivitelere verdi. Bir arkadaşının babası hacdan spor ayakkabısı getirmiş. Süpermiş, ayakkabılar otomatik olarak kıbleyi buluyorlarmış. Ben de kendime Tibet’ten otomatik olarak hayatımın erkeğini bulacak bir kalp getirtmeyi düşünüyorum. Gerçi bu iş Dalay Lama’yı bile kasar, ama umut en son tükenen şeymiş, malum. Zaten tepsi tepsi mısır ekmeği yemekten Bodhisatva’ya döndüm. (Bi kolaylık yapıversen ya, hacı!)

Dün akşam Karaköy’de Ceneviz balıkçısında haşeratı bahriye tıkınıp demlendik bir arkadaşla. Eski Köprüaltı Kemancı’yı düşündük. Okuldan kaçar atardık kendimizi lise yıllarında. “Aaa, sen yetiştin mi o zamana?” demez mi arkadaş. “Evet”, dedim, “evet anacım, ben o kadar eskiyim”... Moralim bozuktu zaten, cila oldu. İş yerinden bir arkadaşı ortaokuldan sıra arkadaşım çıktı. Bestelediği komik şarkıları kendi bile unutmuştur, lakin hepsi hafızamda taptaze duruyor. Kendisine kaset yapıp göndermeyi düşünüyorum. (Ben nasıl bir hafıza çöplüğüysem artık)… Güzel şeyler söylemiş arkadaşım. “Sınıfın en güzel kızıydı, ama asla bunu kötüye kullanmazdı”, demiş. Başta kulağa iyi geliyor, ama sonra bir baktım ki resmen geri zekâlıymışım ben. Haydi, eskiden öyleymişim, sonradan düzelseymişim keşke, değil mi? Koskoca İstanbul’da temizliğe gelen Güllü’nün onlara da gittiğini fark ettiğimizde olay kopmuştu. Dedikodu âleminin kraliçesi olan hatun kişinin bütün kirli çamaşırlarımızı birbirimize taşımasıyla daha da heyecanlı bir hal almıştı. Hele hele benim o astronomik dağınıklığımın deşifre edilmesiyle karizmanın rakımı hızla düşmüştü. Sonra sepet havası, çaresiz.

Çok özel ve güzel misafirlerim vardı yine. Tatlı kabağı çorbası, nar taneli ve hurma likörlü porcini mantar, pofuduk mısır ekmeği, üzümlü-fıstılı pilav yaptım. Nurtenciğimiz de ballı ve Metaxa’lı jumbo karides yaptı. Kanyak bulamıyorlarsa Metaxa koysunlar. (Ne bulacaktık acaba benim gibi Grekfil’in evinde?) Yarın bizden haber alamazsanız korkmayın. (Sevgili üniversitelerimizden biri de rektörsüz kalırsa gelir bulurlar beni, hiç güvende değilim yeavruum). Enfes bir sohbete gömüldük bütün akşam. Can Yücel’den girip İtalya sahillerinden çıkınca ötesi olur mu? Bu gece çok beğendiğim anılardan biri de İtalya’da erkekler tuvaletinde şöyle bir tabela görülmesiydi: “Pipi al centro. Grazie”. (Çiş ortaya. Teşekkürler.) Biricik hocamız enfes hikâyeler anlattı yine. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan kruvazörlerinden biri Napoli sahiline demir atmış. Tam o aralar kalın bir sis hasıl olmuş. Sis kalkınca bir bakmışlar, kruvazör de kalkmış anacım. Napolilimin mevcut şekli bu. Adamın akciğerlerini çalar bunlar da ruhu duymaz insanın. Napolili deyince, geçen gün Napolili bir doktora öğrencisinden akademik hayatımın en duygulu mailini aldım. Bu Cuma Napoli’de sunum yapacağımı duymuş, kendisini Londra’ymış, çok üzgünmüş gelemeyeceği için. (Ben de Napoli’ye gitmekten vazgeçtiğim için üzgünüm, ama çaktırmadım). Tarih yayınlarımı takip ediyormuş. Kitap gibi yazmış Napolilim. Hal böyle olunca aklıma son tarih kongresinde bana “Bu romantik stilinize alışamadık. Sorunsalınızı da hiç anlamadım” diyen bir meslektaşım geldi. “Hah, o sorunsalı ben de bir anlasam hiç derdim kalmayacak. Bir anlayan olursa beri gelsin”, demedim, diyemedim. Ama çok istedim.

Olaysız günüm geçmiyor anacım. Geçen gün Burçinciğim benden bir 7 x 24 yapılması gerektiğini söyledi. Çok heyecanlı ve eğlenceli olurmuş.  Her saniyemi yayınlayan bir program! Hayran olduğum birisiyle yemek yedik geçen gün. Sonra sohbete devam etmek için arabaya atladık. Planı ben yapmadığım için karışmadım tabii. Lakin nereden bilirdim eski sevgilinin işletme müdürlüğü yaptığı o meşhur mekânda kamp kurulacağını. Biraları söyledik, baktım beni artık kimse kurtaramaz, kadere bıraktım işi. Derken eski sevgili koşarak geldi “Aaa, Özlemcim, geldiğini söylediler, hemen geldim”. “Bravo, çok başarılı bir hareket”, diyebildim, -ama içimden-. “Bir pot kırarsan bittim oğlum”, alt başlığını anlamış olacak hemen kayboldu. Şöyle vukuatsız bir güne imza atsam artık, diyorum.
  Neyse gençler, (Freud Abi, sana da saygılar abi), ben işkembemdeki tepsi tepsi mısıır ekmekleri ve jumbo karidesleri de alıp uykuya gidiyorum. (Freud Abi, bi derdin olursa, çekinme, danış abi. Öptüm abimi, canım abim. Abilerin abisi)
Günün şiiri Can Yücel’den. “Tam zamanında yaşamak.” (Tüm geri zekalılara atfediyorum)

Günün şarkısı ise yarısıyla yetinemeyenler için geliyor… “I want it all, I want it all, and I want it now!"