28 Ekim 2010

HAH, ŞİMDİ AĞLAYIN, DONUNUZU BAĞLAYIN!

Babamın özlü sözleri arasında en özlüsü, en sevdiğimizdir bu. Genel olarak boku bokuna kaybedilen milli maçlardan sonra babamdan milli takıma gider. Söylenme şekli itibariyle ise tektir: babam hışımla koltuktan kalkar, pijamasını çekiştirerek mutfağa gidip buzdolabının kapısını açar. Adamcağız milli takım yüzünden göbek çeperi yaptı. İspanyolların tabiriyle: Michelin.


Yıldız gibi kaydı geçti bir hafta daha. Hayli heyecanlı anlar geçirdik. Kardeşim özenle zehirlendi. Sabahın köründe sınavını yarım bırakıp kendisini taksiyle eve atmış. Ben de uçarak eve geldim, bir de ne göreyim! Yüzü sapsarı kesilmiş ama yatakta kahkahalarla gülüyor. Tıp okuduğu için sınıftan hemen hastaneye alınmış, bir güzel iğne yapmışlar. “Abla”, dedi, “hayatta giydiğin dona dikkat edeceksin”. Nerden bilsin zavallı kız sabah evden çıkarken başına gelecekleri. Tam kıçının ortasında “Be my Valentine” yazan bir tanesini geçirmiş karanlıkta, atmış kendini vapura. Hal böyle olunca, iğne yapan arkadaşa da eğlence çıkmış tabii.

Geçen akşam sevgili Osmanlıca hocamız bizi yine Giritli’de topladı. Otuz tane topik yeme hayaliyle gitmiştim, o gün de topik yapmayacakları tutmuş. Ben de açığı kapatmak için hiç nefes almadan konuştum. Tam yedi buçuk saat masa başında oturup, yiyip, içip güzelleşmiş, konudan konuya atlamış, kahkahalara gömülmüşüz yine. Tam masadan kalkıyorduk ki geceyi arkadaşımız Serkan pek anlamlı bir şekilde kapattı: “Ee, uzun lafın kısası, hayatta giydiğin dona dikkat edeceksin”. Yedi saatin özeti de böyle güzel yapılamazdı hani.

Ekildim ey halkım. Yedi Göller ekibimizin tüm üyeleri beni teker teker ekince ben de mutluluğu ihtiyarlar arasında bulmaya karar verdim. Ailecek Termal’e gidip kendimizi kızgın kaplıca sularına atacağız. Ağrılarımıza iyi gelir. Bunca hızlı geçen günlerin telafisi de ancak böyle yapılır bence. Annem pek bir keyifle “ohhh, bir güzel keseleniriz” deyince anladım ki bu yaşlılık bana göre değil. Tek tatil fantezimin keselenmeye indirgenmiş olduğuna inanamıyorum. Nerede şöyle “ooh, bir güzel âlemlere akalım” diyecek tatil dostları? Nerde bende o şans? (Bu arada yazıyı size ulaştırdığım şu anlarda bu planlar da sıcak kaplıca sularına düştü) Bugün karar verdim. Bundan sonra ben de arkadaşlarım gibi egosentrik olacağım. Eski bir Rock şarkısı gibi yani, “Me, myself and I”… Ya da Kargo’dan bir parça gibi: “Ruhlarda hiç sızı yok”. Bundan sonra egom ve ben yaşayıp gideceğiz gül gibi.

Bugün “History of Food” dersinde konumuz çikolata olduğundan mütevellit Juliet Binoche’un o pek sevdiğim Chocolate filmini gösterdim. On yıl önce İspanya’da izlemiştim, lakin akabinde en renkli detaylarını unutmuşum. (Kayık sahneleri hariç, tabii anacım). Majestik bir filmmiş gerçekten. Hele hele Montanari’nin Ortaçağ yemek tarihini anlatan kitaplarını devirdikten sonra bin kat daha anlamlı oldu. Abstenence, penitence ve temptation arasında geçen hayatımızın her şeyden önce yemek ve içmekle organik bir bağlantısı varmış meğer. Mülayim bir pederin vaazlarını bile ele alıp süper-püriten hale getiren belediye başkanının çikolata dükkânını elindeki bıçakla yerle bir ederken vitrine düşmesi ve ağzına kaçıveren bir çikolata parçası sonucu dünya ve ahret için yetecek kadar çikolata yiyerek vitrine bayılması ne kadar da anlamlıymış meğer. On yıl içinde büyümüşüm de haberim olmamış. Derste kendimi kaybetmişim Ortaçağ felsefesi içinde, bir baktım ki kendi kendimden kendim sıkılmışım (Süper-latif). Oradan oraya atlarken aslında varılacak tek yer olduğuna geldim: Bu dünyadayken ne varsa yaşayın, Mr. Endress’in dediği gibi “başka bir dünya yoksa, hepimiz için kötü bir sürpriz olacak.” Eee, buraya kadar gelmişken Marwell’in en bitirim şiirine de el atmamak olmaz değil mi? “To his coy mistress”. “Thy beauty shall no more be found/Nor, in thy marble vault, shall sound/My echoing song; then worms shall try/That long preserv'd virginity”, der Marwell… Boğaziçi’nde bu dersi anlatan hocamız (kokteyl kokteyl gezmekten boş bir vakit bulup tesadüfen derse gelebildiği bir günmüş demek ki) pek bir güzel özetlemişti olayı. “Kısaca gel bana ver, diyor”, deyince dağılmıştık cümleten. Pek hoştur gerçekten. Kıçın solucanlara değil bana yar olsun, der. Ne de güzel söyler.

Annemle babam bugün seferden döndüler, eve avdet ettiler. Bir aydır deniz, güneş, akraba ziyaretleri derken şehrin yolunu unutmuşlardı. ( Bugün bulmuşlar). Ayaklarının tozuyla bir iki bardak kırdılar mutfağımda. Ev kendi çapında müze olduğu için kımıldamak kolay zanaat değil bu meridyende. Kendi kendine bir bireydir benim evim. Bağımsızdır. Severim evimin her halini, rengini, kalabalıklığını. Kendi evimden çok beğendiğim, ya da en az onunki kadar sevdiğim ev sayısı üçü beşi geçmez dünyada. Mr. Mutluluk Hattı’nın evi bunlardan biri. Geçen gün yine baskın yaptık, Galata Kulesi’ni, vapurları izledik yaşayan koltuklardan. (Bu arada sınırsız güldük yine, hele ben basından bir dostunun yanında kendim gibi davranıp adamcağızı kahkahalara boğdum. Bir daha da uğramaz o eve, korkarım). Eşyaların yaşaması çok önemlidir.

Biz bayramda Slovenya’ya kurban kesmeye gidiyoruz anacııım. Ljubljana’lı dört arkadaşla danaya girdik. (Ay, şimdi urban legend olup geri gelmesin bana. Yok öyle bir şey, danaya filan girmedik. Unutun bunu. Hiç de komik değildi zaten). Bir haftadır hummalı bir şekilde Ljubljana yazmaya çalışıyorum bakmadan. Hesaplarıma göre gitmeden önce öğrenebileceğim yazmayı. Google’la mütemadi bir soru-cevap ilişkisindeyiz: “Bunu mu demek istediniz?” şeklindeki sorularını yanıtlıyorum bıkıp usanmadan. Seviyorum bu İspanyolları, hayatı komplike hale getirmiyor, ne duyuyorlarsa onu yazıyorlar: Lubiana. Yıllar önce (parmakla sayılamayacak kadar önce), ilk Japonca dersimize girdiğimde Mariko Sensei’yin ilk cümlesinden sonra sınıfça yere düşmüştük gülmekten: “Japonca yazıldığı gibi okunuyor”. Pek de doğru söylemişti sensei’yimiz, ama biz çekirgelerin elmasının kızarması aylar almıştı.

Ne diyordum, ha, Slovenya. Oradan da ver elini Hırvatistan. Hırvatskiler hayatlarında üçüncü kez beni ülkelerine sokarak majör bir hataya daha imza atacaklar. Neyse ki bu sefer yanımda sağduyum da geliyor, ülke moratoryumdan kurtaracak kendini. Sınırsız haşerat-ı bahriye ve şarap. Bakın, işte mazisi:

Bu hafta yine bol bol içtima ve filmle geçti. Dün gece de kandili Mişi’nin evinde söndürdüm. Şömineyi yaktık, şarabımızı aldık. Ehli keyif taifesindeniz ne de olsa. Çatı katında yağmurun sesiyle romantik bir uyku çekmeden önce kaleidoskop tadındaki mutfağında ev yapımı enfes bir masaya oturup kakuleli kahve eşliğinde sohbet ettik. Almanya’da geçen çocukluğunu anlattı Mişi. Sanırım yeni bir romanımda kullanıp bitiremeyeceğim kadar şey anlattı. İki tanesi ise tam film karesi olacak nitelikte. Olay Bavyera’da Alplerin eteklerinde bir köyde geçiyor. Mini mini birlerin kız cinsinden olanlarını toplayıp yakınlardaki bir manastıra el işi dersi için götürüyorlarmış. Benim yıllar yılı geyiğini yapıp, romanlarımda madara ettiğim rahibe işi fiskos örtüsü denen nesneyi yapmayı öğretiyorlarmış bıcırıklara. (“Rahibe işi” onlardan, “fiskos örtüsü” de bizden tabii. Türk-Alman sentezi) Tezim şu olmuştur yıllarca. Bu rahibeler “ulan bu hayat böyle çekilir mi?” diyerek pür-hışım örüyorlar o dantelleri.

Mişi’nin anlattığı başka bir çocukluk anısı da beni tam 11 yıl sonra aydınlattı. İlkokulda ilk gün. Mişi heyecanla okula gidiyor annesiyle. Bir bakıyorlar bütün çocukların elinde abartısız boylarınca rengârenk, parlak, süslü külahlar var. Üstelik içleri de kırtasiye malzemesi ve şekerle dolu! Zavallı Mişi’nin annesinin de -Bavyeralıların böyle renkli bir gelenek geliştirdiklerine inanamayacağı için olsa gerek-, Mişi’nin gözyaşları içinde çocukların külahına baktığını görünce içi param parça oluyor. Çılgın arkadaşımın hikâyesi bitiyor ve ben “şimdi anlıyoruuum”, diyorum. (11 yıl fena değil, değil mi? Ya hiç anlamasaydım?) Hola romanımın başkahramanı Georg birgün elinde devasa bir kutuyla gelmiş ve bana “daha iyi yaz diye sana hediye getirdim” demişti. (Hatta şu anda garip bir tesadüf eseri onun bana hediye ettiği bir CD’yi dinliyorum. Enfes bir Bavyera’lı Rock grubu: Spider Murphy Gang) Devasa kutuyu açınca şok geçirmiştim. Dünyanın bütün şeker ve çikolataları içine sığmıştı. Sonra elimi daldırınca süslü kalemler, defterler, porselen kupalar, portakallı, vanilyalı çaylar ve daha neler neler çıkmıştı. O şekerleri bir haftada süpürmüş tam iki kilo fazla çeker olmuştum tartıda. Sonra beni sınırsız -pek bir sınırsız hem de)- şımartmaya devam etmişti. (Sanırım ondan sonra böyle sürpriz manyağı oldum. Ve de iyileşemedim. Bayılırımmmm anacım sürprizlereeee…) Ve hikâyenin sonunda Georg’un Alman damarlarını aldırıp onu dünya milletlerine kazandırdık. Bir Alman azaldı yeryüzünden.

Offf, daha neler anlatasım var, neler! Ama pek atraktif ve atraksiyonlu birkaç gün beni beklediğinden sizi Spider Murphy Gang şarkılarıyla baş başa bırakıyorum: Herzklopfen… Bir de “Skandal im Sperrbezirk”.. Şarkının İstanbul versiyonu için hızla ve azimle çalışıyorun. (Salı günü Ghetto’da ITEF kapsamında dj’lik yapacağım, anacıımm. Parça seçmem lazım. Beş gün sonra yanınızdayım) Başka bir deyişle: Return of Chucky!

13 Ekim 2010

BİRAZ KÜÇÜLÜR MÜSÜNÜZ?

Akşam olmuş, bir baktım ki evdeyim. Evin yolunu nasıl bulduğuma dair pek ipucu yoktu elimde ya, neyse. Sonra kendimi kendime bir “reserva” Şili şarabı açmış, biraz ters çevirip sallanınca içinden günün mönüsünün net olarak anlaşılabileceği klavyemin tepesinde buldum. (“Gran reserva” vardı da, biz mi içmedik?) Anacım, kaç gecedir Atlas Sineması’ndayız. Acı tatlı günlerimiz, gecelerimiz oldu. Şükür, utandık pijamalarımızı filan götürmedik ama uzun zamandır Atlas’ta yaşıyoruz. Sadece uyumaya eve geliyoruz, desem yalan, çünkü ben suarelerde ve Uzak Doğu filmlerinde hafiften tatlı tatlı kestiriyorum çevreye zarar vermeden. Evet dostlar, bize ayrılan bir Film Ekimi’nin de burada sonuna geldik. Kardeşimin en sevdiğimin vecizesidir, pek çok dostumca beğenilip takdir edilmiş, hatta sıkça kullanılmıştır. “Beklersen Ekim’e, beklemezsen s… kadar.” Çok veciz. Çaresiz bekleyeceğiz gelecek Ekim’i. (Diş tellerimle ortada dolaşmamı pek hoş karşılamayan biricik dostum ve editörüm Halil’in (Beytaş) “ne zaman çıkacak bunlar yaaa” demesi üzerine Merve’den el-cevaptır. Minik ve masum görüntülü kardeşimden gelen bu cevap sadece onu ilk defa gören Halil’i değil, hepimizi şok etmiştir.) Ps. Soldaki minik kardeşim olur, sağdaki minik kuzenim...


Kocaman patlamış mısırımız ve çaylarımızla sinema öncesi Atlas’ın kırmızı kadife koltuklarında sınırsız ve fütursuzca gülerek dün gördüğümüz Tayland filmini konuşuyorduk ki, ortaya çıktığı üzere ben filmden bambaşka bir şey anlamışım. “Aaaa, sen hiçbir şey anlamamışsın”, dedi Mr. Mutluluk Hattı. Bana soracak olsalar, çok anladığımı düşünüyordum. Rahip olmaya karar veren bir adamın ikilemini benden iyi kim anlar?! (Malum rahipler ve ikilemleri konusunda danışılacak merciiyim, cüppe astırmışlığım olmasa da). Sonra Toscana’da geçtiğinden sevebileceğimi düşündüğü için Mr. Mutluluk Hattı’nın beni götürdüğü bu filmden çıktığımızda da filmi anlamadığım ortaya çıktı. Ben öyle anlamak istememiştim yani, en azından. (Bir beş dakikalık şekerleme anında bende filmin koptuğunu sonradan fark ettim. Neler olmuş o beş dakikada, anacığım). Filmden bir çıktık, herkes bambaşka senaryolar kurmuş. Haydi Tayland filmini anlamadım, (Filmi soranlara Woody Allen’sal bir deyişle “Çok güzel, olay Tayland’da geçiyor” demeliydim bence) Toscana benden sorulur, yeavrooom, onu niye herkesin anladığı gibi anlamadım? Sonra bir fark ettim ki, ben aslında filmleri herkes gibi anlamıyorum (Anlamama rezaletime bulduğum yeni kılıf bu. Nasıl?) Filmleri anlamıyorum, kadınları anlamıyorum, çocukları anlamıyorum (uçakta zırlayanları anlamamakla kalmayıp mıncırıyorum), erkekleri hiç ama hiç anlamıyorum. 2005 yılında Türkiye’nin dört “ilişki gurusu”yla röportaj yapmışlar, Türk erkeklerini anlattırmışlardı. Biri de bendim. Anacım bir fark ettim ki, hiç ama hiç anlamıyorum ben onları.

Son birkaç gündür yakın çevremdeki dedikodu malzememiz bu. Yorumlar eğlenceli. Erkeklerin egosunu kırıyor, karizmasını dağıtıyormuşum. Bir arkadaşım onları panzer gibi ezdiğimi söyledi. Bir diğeri de limon gibi sıktığımı. En güzeli Wizz’in yorumuydu: “Sen bir seri katilsin!” Anacım bir baktım ki, hep “suçlu” benmişim her senaryoda nasıl oluyorsa. Bu filmin kötü kahramanı benmişim. Sonuç mu? İnsanları tanıdıkça kendime ve kendi çapımda koruduğum saygınlığıma daha bir hayran oluyorum. Adam gibi adammışım ben be. Türkiye şartları olmasa bunu anlayamayacakmışım. Bir koşu kendime bir lame, bir de dore çanta alıp geliyorum, anacııım. Mevcut Törkiye şartları.

Geçen akşam ikinci adresimizden (Atlas) birinci adresimize dönerken yolda operadan bahsediyorduk. Kardeşim şaşkınlık içinde “Abla, inanamıyorum! Sen operayı gerçekten seviyor musun?” diye sordu boncuk boncuk gözleriyle. Küçükken her konuda başarılı şekilde zehirlediğim (sınırsız kitap okuma, Rock sevme, vs.) kardeşimi opera konusunda yaşken eğememiş olduğumu fark ettim esefle. (Şimdi hiç eğilmiyor, su aygırı gibi ağırlık çalışıp biceps, triceps, ne mevcutsa yapıyor). Üstelik söz konusu olan zat da kardeşim, sevmediğim bir şeyi bana yaptırmanın imkânsızlığını en iyi o bilir. Velhasıl üzülüyorum bu yeni neslin şekline, şemailine. Ben ki opera izlemek için bacak kadar bir çocukken Zürih’ten trenlere binip Viyana’nın kapılarına dayanmış, uzun uzun kuyruklarda sıralar beklemiş (bu da benim için imkânsız bir aktivitedir) bir insan evladıyım. Kardeşimi nasıl kurtarsam acaba? İyi müzik dinler, iyi film seyrederim ama popüler kültüre de saldırmam hani. Her şeyin bir yeri, bir zamanı vardır bence. Haluk Bilginer’in de Zuhal Olcay’ı korkudan arkasına bile bakmadan bırakıp kaçmasının sebebi budur bence. (Ya da en iyi ihtimalle bana öyle gelmiştir.) Arabesk dinlemem, ama sevdiğim arabesk şarkılar vardır. Fazıl Say da yanlış anlaşıldı kanımca. En güzelini yaptı sonunda, son saldırılarla hiç yüz göz olmadı. Pop desen, severim anacım, severim. Dans ettirir, mutlu eder. Tutun elimden götürün bir Serdar Ortaç konserine, oh, o biçim eğlenirim. Ben yıllarca Rock dinledim, on yıl envai dergide Rock yazdım, demem. Nitekim: Hayata dair beni mutlu eden her şeyi severken (Şarabı klavyeye çok pis döktüm bu arada. Hayırdır inşallah) onların popülerlikleri, kaliteleri beni hiç ama hiç ırgalamaz. Hoşuma giden şey güzeldir nokta com. Budur!

Opera demişken, baleye de bayılırım ben. Bayılmak ne kelime, ruhum taklalar atar. Oktay Keresteciler’in sahne aldığı tek bale kaçırmamışızdır zamanında. Balenin Cyrano’sunu romanlarıma bile taşıdım. Hafızamdan silemediğim bir repliği paylaşayım sizinle. Üniversite yılları, buz gibi bir kış günü operadayız. Heyecanla yerimize yerleşmişiz. Oktay Keresteciler ve Hülya Aksular’ın sıkı hayranı olduğumuz dönemlerden birinde sanırım, ya Matmazel La Peigneuse ya da sevgili-rahmetli Jak Deleon’la AKM’de konuşlanmışız, bale de başlamış. Buruşuk bir el omzuma dokundu ve şu sihirli sözcükleri söyledi: “Biraz küçülür müsünüz?” O an “Tabii, hemen” deyip cebimden küçük bir iksir şişesi çıkarıp fondip yapıp aniden küçülerek “bu kadar yeter mi, teyze?” demek istemiştim. Ama “fesuphanallah” demekle yetindim.

Hayatta tanıdığım en özel insanlardan biriydi Jak Deleon. Hakkında iyi kötü çok şey duymuşsunuzdur. En korkunç hayatı bile sihirli bir kaleydeskopla renklendirebilecek kadar harikaydı benim için. Hayatımda bana zincirleme sürprizler yapan insanların başında gelmiştir. Yaptığı sürprizleri bir romanda anlatırım, lakin müzayededen özenle kapılmış, 1936’da (İspanya İç savaşının başladığı yıl) altın suyu karışık soğan yapraklarına basılmış bir Don Quijote’yi “bunu senden başka kimse koruyamaz” diyerek bana getirişini hiç unutamadım. Hala salonumun başköşesinde durur. Çılgın bir sevgili tarafından gökyüzünde bana ait olan yıldızın Barselona’dan gelen tapusunu bile geçmiştir sürpriz nezdinde gönlümde. Dünya üzerinde var olan en inanılmaz insandı Jak. Oyalanmak için bir antikacıya girerdik, çıkışta o üç-beş dakika arasında benim gibi bir cine bile çaktırılmadan alınmış eski İspanyol plakları çıkarırdı arkasından. Yirmi bir yaşındaydım. Yer, içer, gezer, opera-bale yapardık, onu arabayla kapısına kadar götürürdüm. Asla inmez benimle bizim semte döner, otoparkımıza kadar gelir, kapının önünden taksiye biner eve dönerdi. (Ataköy-Uçaksavar arası iyimser bir tahminle 35 km. vardır) Bir erkeği arabayla eve bırakma lüksünü bir daha kimselere bahşetmedim anacım. Hanım kızlar, siz de sakın yapmayın. Sonra bu geri zekâlı erkekler rollerini unutup, kendilerini ilişkinin kadını zannediyorlar. Sonra memleket kendini bir bok sanan erkekimsilerle dolup taşıyor ve siz onları erkek sanıyorsunuz. Açın gözlerinizi. İlişki gurusu konuşuyor!

Geçen gün kardeşime Demirel’den vecizeler söylerken bu koleksiyonun madenine ulaştım. Sizin için Vikisöz’den özenle seçtiklerim şunlar:

-Çankaya'nın şişmanı (Turgut Özal için)

-Dört kaz teslim etsen, akşama üçünü kaybedip gelir. (1980 öncesinde Bülent Ecevit’e)

-Ege bir Yunan gölü değildir. Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh, Ege bir göl de değildir.

-İcabı olup olmadığı tartışılabilir. Ama icabı varsa feminizm fevkalade güzel bir şeydir.

(Elele dergisine verdiği mülakatta)

Favorim ise şu: -Neresini sıksaydım?

(İngiltere ile ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde yapılan bir görüşmede, Bülent Ecevit'in elini sıkmasının doğruluğunu kendisine soran gazetecilere cevaben )



Evet, Törkiye. Tutku, biraz tutku. Törkiye’nin, Türk insanının sorunu bu. Her boku tutkusuz yapıyoruz (Yapıyorsunuz) Sıçarken bile tutkusuzuz (Tutkusuzsunuz). Son on günde hayattan ve iki ayaklıdan anladığım bu. Severken bile beceriksizsiniz. Silkin, ey halkım!

Ben mi? Canım ne isterse öyle yapıyorum. Netekim şu anda da bir Yıldız Tilbe şarkısına kaptırmış şuursuzca dans ediyorum... Popüler kültürün zirvesindeyim, anacım. Siz de gelin.



“Ne olur aşkı bana çok ver Allahım,

Sevdikçe sevesi geliyor insanın”…

Oooooh, ohhhhh….



Sözlerime yine bir Demirel klasiğiyle son veriyorum:

“Aksini diyenin alnını garışlarım!”

Öptüüüm anacımmm....

6 Ekim 2010

VATEL ABİİİ! KURTAR BİZİ!

Korkularım çeşitlidir, lakin akşamın şu saatlerinde bilgisayar başında kaptırmış yazarken kapının açılıp da birisinin beni şu mevcut halde görmesi korkudan geçip fobi olmuştur. Hazırsanız sayıyorum: Spor salonu için alınmış, lakin artık akrabadan yakın olduğum sportif dostları korkutmamak için bir kez bile salonda giyilmemiş fiyonklu mor bir eşofman, Sardinya’dan bir “Çinci” dükkânından tam tamına 3 yuvvvroya alınmış bambu tabanlı allı pullu terlikler, bunu imansızca tamamlayan kırmızı çoraplar, 80’lere ihanet etmeden tepeye takılmış bir “dolma” tokası… Bu halimle biri görse bir daha hiç arkadaşım kalmaz, kesin. Ne zamandır şöyle lezzetli bir hayal besledim. Kamerayla sevdiğimiz yazarlar, müzisyenler, akademisyenler, vs’nin kapısına tam bu saatlerde dayanacağız, onları ev halleriyle basıp ballı bir sohbet yapacağız. Nasıl fikir ama?


Her zamanki gibi biraz çalışayım hayalleriyle eve gelip kendimi filme verdim. Çocuklara “History of Food” dersinde göstermeden önce bir kez daha izleyeyim diye koltuğu yiyecekle donatıp Vatel’i koydum. Çıktığı yıl İspanya’da tarihçi arkadaşlarla sinemada izlemiş ve “vay anasını, Fransızlar hala majestik tarih filmlerinde bir numara” diyerek çıkmıştık salondan. Ondan sonra da bu kalitede bir tarih filmi görmedim zaten. Hâlâ izlemediyseniz, ne kaçırdığınızın farkında değilsiniz demektir. Gerçek bir hikâye anlatır film. Efendim, François Vatel, XIV. Louis’yi Cantilliy şatosunda ağırlayarak Hollandalılara karşı yapılacak savaşta fiyakalı bir yer almak isteyen Condé’nin "Maître d'hôtel" (maestro de ceremonias) idir. Filmdeki çevirisi iğrençti, ben ise hâlâ fiyakalı bir Türkçe sözcük bulamadım bu görev için. Şimdilik şölen sorumlusu diyelim. Vatel artık bizim memlekette bulunmayan şeref ve haysiyet sahibi, inatçı, işini mükemmelen yapan, yaratıcı, zeki, ufff, sıfatların yetmediği bir erkektir işte. Kralın yeni gözdesi Anne de Montausier (Uma Thurman pek bir başarılıdır bu rolde) iğrenç saray ortamında bunu fark eder ve koskoca Fransa’da hiçbir şeyden korkmayan, kendisini çağıran krala “işim var, gelemem” diyen, Paris’ten gelen camlar kırılınca balkabağından fenerler yapıp “Hint işi bunlar” diyerek kralı bile kekleyecek kadar zeki olan Vatel’e âşık olur. Filmi bulun seyredin, beni de yormayın anacım. Ama pislik olsun diye size sonunu anlatacağım: yeniden kralın yatağına çağrılan Anne de Montausier’nin tıpış tıpış gitmesi üzerine intihar eder Vatel. Lakin, Anne de onun vasiyetini yerine getirerek sarayı bırakıp kiraz ağaçları içinde bir köye çekilir. Ben kendi adıma filmden ne mi çıkardım akşam akşam? Birisine hayran olacaksınız, bu insanın film kahramanı olmasına dikkat edin. Çünkü gerçek hayatın kahramanları hep kof çıkıyor anacım. Memleketimiz malum Distopya. Bu arada krem şanti’nin mucidi de Vatel’dir. Chantilliy Şatosu’nda icat ettiği için bu adla anılır. Filmde bu sahne de mevcut. Uşağına “soran olursa, güneyden bir tarif dersin”, der. Hollanda’yla savaş kararını vermeye çalışan XIV. Louis yalana yalana krem şanti yer masanın başında.

Uzun zamandır pür-keyif bir ders açmamıştım. “World of Don Quixote”, “Secrets of the Middle Ages”, “Picaresque Novel”dan sonra “History of Food” iyi geldi. Bu dönem heyecanlı geçecek. Dün sevgili Deniz Gürsoy bizi kırmayarak dersimize geldi ve enfes bir konferans verdi. Her anlattığı ayrı keyifliydi. Çocuklara tavsiyeler kısmında büsbütün dağıldık. “Ayağınızda soğuk bir ıslaklık hissediyorsanız sarhoş olmuşsunuz, bira bardağını tutamıyorsunuz demektir. Yok, eğer sıcak bir ıslaklık hissediyorsanız: doğru tuvalete!”

“Secrets of the Middle Ages” der de Başar’ı nasıl unuturum. Üç arkadaş ortak vermiştik dersi. Bahçeşehir mezrasında bahçe katında enfes bir odayı paylaşıyorduk. Daha doğrusu Başar kendi adına gelebildiği zamanlar paylaşıyordu. Çekmeköy’den motorla geliyor ve hayatının dörtte üçü motor üstünde geçtiği için de çaresiz action-man gibi giyiniyordu. Dört bir yanında seksen sekiz fermuarı olan kıyafetlerini son olarak kol ve bacak koruma takımlarıyla tamamlamış, bununla da yetinmemiş bu kıyafetleri ofisteki misafirlerin yanında dünyanın en normal işini yapar gibi çıkararak eylemlerine devam etmişti. Başar ofise aceleyle girip soyunmaya başladığında ofise misafir gelen hemcinslerimiz Başar’ın soyunma operasyonunu nereye kadar devam ettireceğini bilemediklerinden “eh, biz de kaçalım” artık diye sıvışıyorlardı. Hayatımda öğrencisi olmadığım için hayıflandığım iki kişiden biridir Başar. (Diğeri Yusuf Hoca’dır tabii ki) Koskoca bir anfiyi gülmekten çatlatmak gibi tanrı vergisi bir yeteneğe sahiptir. Geç gelip öküz gibi kapıyı çarparak kendine bir yer edinen öğrencilere “Merhaba, tanışalım, ben Dingo” dediği rivayet olunur (Ben bu cinse “kendine bir içki al” diyorum kendi adıma.)

Komik adamdır vesselam. İşkolik olduğu zamanlarda günlerce minik oğlunu göremediği için çocuk artık babasına “amca” demeye başlamıştı, hiç unutmam. Bahçeşehir mezrasında ofis paylaştığımız bu dönemde bana dediklerini not alır, romanlarımda kullanırdım. “Sakın üreme”, demişti bir keresinde. “İki sebepten. Birincisi, türünün son örneğisin ve iki tane kopyan olursa işin hiçbir esprisi kalmayacak. İkincisi, senden beş tane olursa bu Türkiye Cumhuriyeti’nin halini düşünemiyorum.”

Umutsuca Küba büyükelçiliğini aradığım bir gün fenalık geçirmiş olacak ki onun masasından bana doğru gelen şöyle bir ses duydum: “Küba’ya hoş geldiniz. Mevcut yönetim için 1’e, muhalefet için 2’ye, darbe yönetimi için 3’e basınız. Fidel’le görüşmek için bekleyiniz”.

Başka bir gün bir film gösterisi için hazırlanmışım, gelip soranlara da “sakın kaybolmayın, yarım saat sonra film başlıyor” diyerek salona dolduruyorum ahaliyi. Komik bir şekilde aşığım o zamanlar. Telefon geliyor sevgiliden, sinemaya çağırıyor. Kafam karışıyor çantamı alıp çıkıyorum salona topladığım insan kalabalığını unutarak. Başar arkadan sesleniyor: “Bir adam sever, adamın haberi olmaz. Adamı terk eder, adamın yine haberi olmaz. Film iptal olur, Seyircilerin haberi olmaz!”

Başar yazmakla bitmez. Ben size en iyisi günlerce ofise uğramadığı bir gün başımıza geleni anlatayım ve noktayı koyayım. Başar’dan haber alamayınca bir şebeklik yapmaya yelteniyor, kocaman bir resmini basıyor ve altına “Biricik oğlumuz Başar’dan günlerdir haber alamıyoruz” şeklinde uzun ve hayli maymunca bir not düşüyor, parantez açıp “Annen çok hasta” diye de ekliyoruz. O kadar afiş yaptık, tabii asacağız. Bir kaç gün sonra bir geliyoruz ki herkes panik! Başar Hoca kaybolmuş, eve dönmemiş. Odayı temizleyen kadın panodaki haberi okuyunca “vah yeavruuum, çocukcağız kaybolmuş” diye üniversiteyi velveleye vermiş. İşin aslını öğrendiğimizde Burcu’yla hayli derin bir komaya girmiştik gülmekten. Skandal da doğal yoldan bitene dek günlerce devam etmişti.

Geceyi yine kardeşim kapattı. “Neredesin Merve?” diye merakla aradım onu gecikince. El Cevap: “Otobüsteyim, abla. Nakkaştepe Mezarlığı’nın önünden geçiyoruz şu anda. Dedeme söylemek istediğin bir şey var mı?” Of ya, of ya!!!

Size o günlerden bir kaç resim buldum kirli çıkımdan. Burcu çekmiş Bahçeşehir ilinde. Zafiyet geçirdiğim ve “kriz anında” kömür siyahına boyanmış saçlarımda pek bir şenlikliyim… Telefonla pek de Fidel'le konuşuyor gibi değilim..

4 Ekim 2010

ŞEREF ABİİİ? GELDİK, BULAMADIK.

"When shall we three meet again


In thunder, lightning, or in rain?"



Kim dedi? Kime dedi? Kaçıncı perde? Kaçıncı sahne? Dramatik önemi? Ciğerimin köşesi Ercüment Hocam'ın sormayacağı kadar kolay bir sınav sorusu yukarıdaki beyit. Sanırım hafızamın son kırıntılarını onun sınavlarında kullandım. “Alas, poor Yorick!” Sorunca böyle fiyakalı sorardı. Hal böyle olunca Hamlet, Macbeth satır satır bilinir, ezberlenirdi o sıralarda. Özlemişim anacım kelâmın piri Shakespeare’imi. Malum, Mr. Mutluluk Hattı, Nilüfer Hoca ve ben son aylardaki adrenalinli faaliyetlerimizden sonra kendimizi Macbeth’in üç cadısı olarak vaftiz ettik. Mr. Mutluluk Hattı da Oyun Atölyesi’nin Macbeth oyununun galasına davet edilince bizi de unutmadı.(Yabancı dil kökenli gala yerine ön gösterim kullanabilirmişiz, korkarım üç vakte kadar vuracağım, en iyi ihtimalle de ağzını burnunu kıracağım şu word programının. Son zamanlarda spora da gidemiyorum, pek bir agresifim.). Tiyatro sezonunu da böylece açmış olduk. İlker Aksum’un performansına şaşakaldım desem yalan olmaz. Heyecanlı, tutkulu, dünyadaki tek işi buymuş gibiydi sahnede. Takdir ve takdis ettik kendisini üçü bir arada cadılar olarak. "When shall we three meet again?” (günün beraber olduğumuz on iki saati dışında) diye sorduk ve kitaplarımızı toplayıp Yedi Göller’e bir dağ evine gitmeyi düşündük. Uzun zamandır hayal ediyordum bunu. (Yedi Göller buna hazır mı, peki? İnanın bilmiyoruz)

Umberto Eco’yu olur da bir gün görürsem önce ona evlenme teklif edeceğim, sonra da kendisinden şerefsizliğin tarihini yazmasını rica edeceğim. Yok anacım, memleketin iler tutar yanı kalmamış. Sinirlerim bozuldu yok yere. Yok, işin özelinden geçtim, genelinde sıçmış durumdayız. Dün gece sinirlerim bozuldu, çizgi film ördeği gibi sessiz sessiz ağlıyordum gecenin bir saati yolda. Taksi şoförü “bindiğinizden beri ağlıyorsunuz”, dedi ve koca bir peçete kutusu verdi. Bwaaaa… Tabiatıyla palamarları indirip salya sümük ağlamaya başladım bu duygusal perde sonrasında. Bir kez daha anladım ki, üretim hatasıyız anacım milletçe. Yok, kesin hybrid olmamız lazım. Öyle saf saf çoğalmaya kalkmayalım. Karışalım düzgün halklarla. Ben biri İspanyol, biri İtalyan, biri Portekizli ve diğeri de Yunan’dan olmak dört çocuk yapıp dünya tarihine elimden geldiğince yardımcı olmayı düşünüyorum. Nilüfer Hoca ve Mr. Mutluluk Hattı da “sen yap, biz bakarız” diye söz verdiler… Çarşafla renk renk, desen desen çocukları bağlarım sırtıma sonra o konser senin, bu sinema benim hayatıma devam ederim. Baktım da, benim başka diyarlara gitme vaktim gelmiş. Belgrad’a taşınmaya karar verdim. Kararım karar. Şeref Abi bu kente uğramıyor zaten.

Dün bütün gece iğrenç kâbuslarla boğuştum. Yatak odasının duvarları düşüyor (bu babamın boyasal faaliyetlerinin bilinçaltıma haince sirayet edişi olsa gerek), evi su basıyor, sonra bir ordu kalabalık elinde pankartlarla yatak odasına doğru geliyor koşarak, vs. Bütün bunlar NTV için bir çekimmiş meğer. Sonra oturup izliyorum, çok kötü çıkmışım. Yıllar önce Freud’un “On Dreams’ini okuyup rüyaların nasıl “dissect” edildiğini öğrenmiştim. Bu korkunç olay kalabalığını bile çözecek kadar bilgilenmişim. Yorumum şu: kıçım açık kalmış, anacım…(Pardon, Freud Abi. Saygılar.)

Şu kardeşim de olmasa sabah sabah güleceğim yok. Gözlerini açıp “dün gece rüyamda üç katlı tost yapıyordum” dedi. Haklı çocuk. Evde öyle saçma şeyler yapılıyor ki, benim yemeklerimden kaçmak için kendini yumurta kırımı, tost basımı gibi aktivitelere verdi. Bir arkadaşının babası hacdan spor ayakkabısı getirmiş. Süpermiş, ayakkabılar otomatik olarak kıbleyi buluyorlarmış. Ben de kendime Tibet’ten otomatik olarak hayatımın erkeğini bulacak bir kalp getirtmeyi düşünüyorum. Gerçi bu iş Dalay Lama’yı bile kasar, ama umut en son tükenen şeymiş, malum. Zaten tepsi tepsi mısır ekmeği yemekten Bodhisatva’ya döndüm. (Bi kolaylık yapıversen ya, hacı!)

Dün akşam Karaköy’de Ceneviz balıkçısında haşeratı bahriye tıkınıp demlendik bir arkadaşla. Eski Köprüaltı Kemancı’yı düşündük. Okuldan kaçar atardık kendimizi lise yıllarında. “Aaa, sen yetiştin mi o zamana?” demez mi arkadaş. “Evet”, dedim, “evet anacım, ben o kadar eskiyim”... Moralim bozuktu zaten, cila oldu. İş yerinden bir arkadaşı ortaokuldan sıra arkadaşım çıktı. Bestelediği komik şarkıları kendi bile unutmuştur, lakin hepsi hafızamda taptaze duruyor. Kendisine kaset yapıp göndermeyi düşünüyorum. (Ben nasıl bir hafıza çöplüğüysem artık)… Güzel şeyler söylemiş arkadaşım. “Sınıfın en güzel kızıydı, ama asla bunu kötüye kullanmazdı”, demiş. Başta kulağa iyi geliyor, ama sonra bir baktım ki resmen geri zekâlıymışım ben. Haydi, eskiden öyleymişim, sonradan düzelseymişim keşke, değil mi? Koskoca İstanbul’da temizliğe gelen Güllü’nün onlara da gittiğini fark ettiğimizde olay kopmuştu. Dedikodu âleminin kraliçesi olan hatun kişinin bütün kirli çamaşırlarımızı birbirimize taşımasıyla daha da heyecanlı bir hal almıştı. Hele hele benim o astronomik dağınıklığımın deşifre edilmesiyle karizmanın rakımı hızla düşmüştü. Sonra sepet havası, çaresiz.

Çok özel ve güzel misafirlerim vardı yine. Tatlı kabağı çorbası, nar taneli ve hurma likörlü porcini mantar, pofuduk mısır ekmeği, üzümlü-fıstılı pilav yaptım. Nurtenciğimiz de ballı ve Metaxa’lı jumbo karides yaptı. Kanyak bulamıyorlarsa Metaxa koysunlar. (Ne bulacaktık acaba benim gibi Grekfil’in evinde?) Yarın bizden haber alamazsanız korkmayın. (Sevgili üniversitelerimizden biri de rektörsüz kalırsa gelir bulurlar beni, hiç güvende değilim yeavruum). Enfes bir sohbete gömüldük bütün akşam. Can Yücel’den girip İtalya sahillerinden çıkınca ötesi olur mu? Bu gece çok beğendiğim anılardan biri de İtalya’da erkekler tuvaletinde şöyle bir tabela görülmesiydi: “Pipi al centro. Grazie”. (Çiş ortaya. Teşekkürler.) Biricik hocamız enfes hikâyeler anlattı yine. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan kruvazörlerinden biri Napoli sahiline demir atmış. Tam o aralar kalın bir sis hasıl olmuş. Sis kalkınca bir bakmışlar, kruvazör de kalkmış anacım. Napolilimin mevcut şekli bu. Adamın akciğerlerini çalar bunlar da ruhu duymaz insanın. Napolili deyince, geçen gün Napolili bir doktora öğrencisinden akademik hayatımın en duygulu mailini aldım. Bu Cuma Napoli’de sunum yapacağımı duymuş, kendisini Londra’ymış, çok üzgünmüş gelemeyeceği için. (Ben de Napoli’ye gitmekten vazgeçtiğim için üzgünüm, ama çaktırmadım). Tarih yayınlarımı takip ediyormuş. Kitap gibi yazmış Napolilim. Hal böyle olunca aklıma son tarih kongresinde bana “Bu romantik stilinize alışamadık. Sorunsalınızı da hiç anlamadım” diyen bir meslektaşım geldi. “Hah, o sorunsalı ben de bir anlasam hiç derdim kalmayacak. Bir anlayan olursa beri gelsin”, demedim, diyemedim. Ama çok istedim.

Olaysız günüm geçmiyor anacım. Geçen gün Burçinciğim benden bir 7 x 24 yapılması gerektiğini söyledi. Çok heyecanlı ve eğlenceli olurmuş.  Her saniyemi yayınlayan bir program! Hayran olduğum birisiyle yemek yedik geçen gün. Sonra sohbete devam etmek için arabaya atladık. Planı ben yapmadığım için karışmadım tabii. Lakin nereden bilirdim eski sevgilinin işletme müdürlüğü yaptığı o meşhur mekânda kamp kurulacağını. Biraları söyledik, baktım beni artık kimse kurtaramaz, kadere bıraktım işi. Derken eski sevgili koşarak geldi “Aaa, Özlemcim, geldiğini söylediler, hemen geldim”. “Bravo, çok başarılı bir hareket”, diyebildim, -ama içimden-. “Bir pot kırarsan bittim oğlum”, alt başlığını anlamış olacak hemen kayboldu. Şöyle vukuatsız bir güne imza atsam artık, diyorum.
  Neyse gençler, (Freud Abi, sana da saygılar abi), ben işkembemdeki tepsi tepsi mısıır ekmekleri ve jumbo karidesleri de alıp uykuya gidiyorum. (Freud Abi, bi derdin olursa, çekinme, danış abi. Öptüm abimi, canım abim. Abilerin abisi)
Günün şiiri Can Yücel’den. “Tam zamanında yaşamak.” (Tüm geri zekalılara atfediyorum)

Günün şarkısı ise yarısıyla yetinemeyenler için geliyor… “I want it all, I want it all, and I want it now!"