21 Şubat 2011

KÜBA ÂLEMİNE GİRİŞ- 101.02

¡Hola, gençlik! Tahmin edebildiğiniz üzere hâlâ intibaksızlıktan müzdaribim. Hayatın trajik ritminin içine düşüverdiğimi kabullenmemek için Küba’daymış gibi yapıyorum. Hatta geçen gece nasıl abarttıysak Erto’yla Adana-İstanbul hattında bir saat kadar on gündür görmediğimiz kırk kişilik Küba kafilemiz üzerine dedikodu yapıp gülüştük. Buna da Havana sendromu deniyor olabilir. Stockholm sendromuyla olan ilişkisi de kendilerine edilen eziyetlerin kısa bir zaman sonra aşka dönüşmesi (the conqueror/the conquered vakası). Biz Küba’yı yaşarken Mr. Mutluluk Hattı da eline taze geçirdiği Japon vatandaşlığı heyecanıyla her saniyemizi, -ve de 11 milyon Küba halkının her saniyesini- karelemiş. Artık nasıl bir sevgi arsızı olarak bellendiysem bugün bana “sana da son gün iyi bakamadık” dedi.


Baba şefkatini bile unutturacak kadar iyi bakmışlar bana. Delikanlılardan biri çocuk gibi bana bakmış, diğeri de mutluluğun kesintisiz resmini çekmiş. Yedirmiş, içirmiş, saçlarımı kurulamış, örmüş, beni canavarlardan korumuş, göbeğim çatlayana kadar güldürmüş, otobüste uyutmuş, dansa götürmüş, bol keseden şımartmışlar, şapkalar, hırkalar almışlar, bir saniye yalnız bırakmamışlar. (Ben de onları tabii, şekerim). Kimse şımarık bir hiperaktife on gün dayanmak istemez. Buradan kendilerine en ballı sevgilerimi ve teşekkürlerimi gönderiyorum. Şefkat dalında Nobel kendilerine gidiyor. (Ps. Bu güzeller güzeli -mankenden bahsetmiyorum :)- resimlerim faili Yusuf Eradam'dır. Kendisinde bundan gayrı daha 29.000 adet var.)

İntibak sorununda son noktayı geçen gün koydum. Ayağımın tozuyla Arapça kursuna gittim, sınıfta biraz kestireyim dedim. Telefon çaldı. Uyku haliyle açtım. Arayan arkadaşım “neredesin?” dedi. Şöyle bir duvara baktım, “bilmiyorum” dedim. Nerede olduğumu algılamam uzun sürdü. Arkasından kahkaha tabii. Hayatı hezeyan halinde yaşamaya dönüş bu. Return of Chucky. Ay, bir de bana Küba’da birkaç defa muñeca (oyuncak bebek) diye laf atmışlardı. Sanırım Chucky demek istiyorlardı, ben fazla optimist algılamışım. Ps. Fondaki resim  Mr. Mutluluk Hattı'nın yorumuyla beni çok güzel anlatıyormuş. Magna carta libertatum...

Mr. Mutluluk Hattı öyle güzel anlatmış ki geziyi T-24’teki yazısında, bana da yazacak bir şey bırakmamış. (Bknz: www.T24.com.tr . yazarlardan Yusuf Eradam) Lâkin beni susturmak ne mümkün! Geçenlerde eski kitaplarıma bakıyordum, Küba’ya dair sayısız cümle buldum. Kadınlara Coğrafya Dersleri’nde kendilerine dair yaptığım yorumu paylaşıyorum: “Kübalı amcalar yüzyıllardır bir savaşın göbeğinde yaşıyorlar. İspanyollardan kurtulduk derken bir de Amerikalılar çıktı karşılarına. Hayatları özgürlük ve gurur savaşı vermekle geçti. Şimdi ise rahat ettikleri tek bir yer var: Yatak.”

Bir de Fidel’e bakış açılarını anlatan bir şeyler karalamışım. Akabinde de bir fıkra:



“Kübalıların çoğu Kübalılıklarıyla, memleketleriyle ve rejimleriyla duydukları gururu Fidel’le duymazlar. Pek çokları için Fidel bir kurtarıcı değil, enigmatik bir diktatördür. Aşağıda fıkradan anlayabileceğiniz gibi Kübalınızın hangi tarafa kaydığını anlamadan önce sakın yorumda bulunmaya, atıp tutmaya kalkmayın.



Rejimden bıkan bir Kübalı arkadaşına şöyle der:

-Oğlum, bıktık lan kuyruğa girmekten, onun için kuyruk, bunun için kuyruk, bok için kuyruk, püsür için kuyruk. Öldüreceğim bu Fidel’i.

İki ay sonra yeniden karşılaşırlar. Arkadaşı sorar:

-Senin şu Fidel’i öldürme işinden ne haber?

-Oğlum, vazgeçtim. Onu öldürmek için de kuyruğa girmek gerekiyormuş.”



Kuyruk deyince aklıma geldi. “Lista de Espera” (Waiting List) adı enfes bir Küba filmi izlemiştim yıllar önce. Tavsiye edesim var. Bulun, izleyin, bayılın.

Efendim, Küba gerontologlar için bir cennet. Bütün kuzeyli manyakların son arzusu Küba’ya gitmekmiş gibi cümlesi ölmeden önce memlekete gelmiş. İspanyolların “turismo de la tercera edad” (üçüncü çağ turizmi) dedikleri korkulası kâbusun merkezi olmuş Küba. 60 ve üstüne “üçüncü çağ” diyor İspanyolum. Velhasıl turistlerin hepsi Fidel’le yaşıttı. “Biutiful” filminde de görünce tanatoryumları hatırlayıverdim. Hah, aynen öyle bir tanatoryumdu Küba. (İspanyollar -ve Hispanikler- ölüleriyle son bir defa birlikte olmak üzere onları gömülmeden/yakılmadan önce ziyaret edilebilecekleri bir mekâna koyarlar. Yunanca Tanatos (ölüm) kelimesinden türeyen bu “tanatorio” süper sevimsiz bir ortamdır.) Ne yazık ki Küba’da fuhuşun tavan yapmasında bu “viejo verde”lerin (“Yeşil ihtiyar”, İspanyollar ihtiyar sapıklara böyle der) payı çok yüksek. Senede 3 milyon turist güzel rakam. Hepsi bizim gibi romantik hayallerle gelmiyor besbelli.

Gerçek bir Kübasever olan biricik Özgücüğüm bana Küba’ya dair iyi şeyler yazmadığım için kızdı dün gece. Türkiye’den bakınca Küba’ya dair kötü bir şey görünmüyor ki. (Kitaplar, filmler, belgeseller…) Sevgili okur yanlış anlamasın. Ruhumu teslim ettim Küba’da. Hayallerime ihanet etmedi ada. Sadece daha fazla okuyan bir Küba hayal etmiştim, korkarım yanlış yerlerde dolaşmışız.

Bu sık dolaştığımız yerlerden biri de şehrin göbeğindeki Plaza de las Armas’tı (Silahlar Meydanı, ne korkunç!) İkinci el kitapların satıldığı açık hava standlarıyla dolu bu meydan sanırım kalem kılıçtan keskin bâbında bu şekilde adlandırılmış. (Gecenin şu saati başka türlü açıklayamayacağım bunu korkarım, eldeki malzemeyle idare ediverin). Günde en az bir defa, -yemeklerden sonra- bizim yakışıklıları kollarından tutup getirdiğim ve kendimi kaybettiğim bu meydanda İspanyolca kitaplardan gayrı bir şey bulunmadığı için nezaketen çaktırmasalar da biraz sıkıldılar tabii. “Carlos Marx”a ne demeli? Yüzde doksanı Küba, devrim ve Sovyet tarihi olan kitapların arasında bol sayıda Rusça eser de vardı pek doğal olarak. Lâkin, malum burada fuhuşun dili zaten İspanyolca olduğu için bizim memlekette olduğu gibi Rusça’ya merak saran pek yok gibiydi. Zaten Kiril alfabesiyle yazıldıkları için kendi kendilerinden nefret eden kitaplar raflarda can sıkıntısından gebermeye mahkûm bir halde “kurtarın lan bizi” dercesine potansiyel müşterilere bakıyorlardı. Üstelik ateş pahasıydı her şey! Kitapla tıka basa doldurmayı hayal ettiğim bavulumu kısmen köpüklü sidra (sidra achampanada) ile doldurmak zorunda kaldım. (Yüzümdeki ifadeden ve yanaklarımın alkol bazlı tatlı tatlı kızarmasından buna pek üzülmediğimi anlayabilirsiniz, anacıımm…) Kitabı bırakın da, bu sidra nam elma şarabından (Anglosaksonların “cider” dediği) yapılan şampanya benzersiz bir şeydir. Galicia’daki El Gaitero en şanlı markasıdır. (Fabrikasına gitmiş, kasayla almışlığım vardır üzerime afiyet). Galicia’daki barlarda barın (barra) alt kısmı çepeçevre ahşap bir yalakımsıyla sarılır. Yukarıdan dökülünce köpüren bu leziz likit devasa bardaklara konur ki şarhoş abiler tepeden denk getirsinler. İsabet etmeyen sidra da telef formatında yalağa dökülür. Off, iyi ki Küba’yı anlatacaktım ha… Woody Allen’ın Side Effects’ine nazaran bir Sider Effects yazsam bir gülen çıkar mı acaba?

Küba’da da hayat tüm Hispanik topraklarda olduğu gibi intihara sürükleyen bir slow-motion tadında ilerliyor. Hiperaktiviteye tümden zarar. Yavaş giden arabada bulunmak, yavaş akan hayatlara dâhil olmak, yavaş konuşanı dinlemekten fizyonomik zarar gören ben, bu duruma nasıl katlandım bilemiyorum. (Yavaşlık bende geçici isilik yapıyor gerçekten, boynum ve kollarım arasındaki bölge kızarıp kaşınıyor). Küba “hızlı koşan atın boku (argo veya kaba sözcük’müş. Çekilebilirsin word programı manyağı!) seyrek olur” atasözüyle beni yavaşlatmaya çalışan Erto’nun ayağına denk gelen cam ayakkabı gibiydi. Ben de bu esnada süpermarkette sıra beklerken bile oracıktaki rafa kendimi asıverme seviyesine geldim kaç defa. On kişi bir restoranda tam bir buçuk saat bekleme şerefine nail olup yemeğe intikal edemeden çıkmışlığımız bile oldu nurtopu gibi. Acele gideni bilmem ama, ben burada doğrudan ecele gidiyordum. Vücut saatinizi kurmadan kendinizi salmayın Küba sahasına.

Santa Clara’daki Che müzesi gördüğümüz en leziz noktalardan biriydi. Devrim şehitleriyle dolu mozoledeki sayısız nişten biri Che’ye aitti. Hergün her niş için bir taze çiçek koyulan bu toplu mozolede şehitlerin doğum ve ölüm günlerinde kendi çiçeklerinin rengi farklı koyuluyormuş. Mozole yakınındaki devasa tabelada “Çocuklarımızı Che gibi olacak şekilde eğitelim” yazıyordu. Fidel, kahramanını yaratıp onu Olimpos’a çıkarırken aslında halkı sosyalizm tenceresinde bir arada tutmak için Che’den tutkal yapmış gibiydi. Yine mozole yakınlarındaki Che’ye ithafen yazılan “Seni bir yıldız getirdi” şeklinde başlayan tabela, bu tabela silsilesinin en romantik örneği idi. Che’ye ait özel eşyaların sergilendiği bu akıl uçuran müzede en çok ilgimi çeken şey okul karneleri oldu. Notlarına bakıp da müzik, resim ve beden eğitiminden özenle kaldığını görünce şaşırdım desem yalan olur. Adam zaten hayatı tersten yaşamasa böyle olur muydu, anacıımmm? Bu arada Fidel’in de karneye dair enfes anılarını okumuştum. Benim yakışıklı Fidel’in tüm sene karneyi zayıfla doldurup da karne günü gelince kendi karnesini kendisi yazıp kendisine takdirname vermiş. Aile de takdirname törenine gelip de onun adı doğal olarak anılmayınca “aaaa, bir yanlışlık yapmışlar, nasıl olur”, diyerek aile fertlerini inceden kandırmış. Ah benim romantik idealistim, gurur abidem, başkalarına sorarsanız şimdi de Küba halkını “her şey iyi olacak, bekleyin” diyerek kandırıyor. Onu Atlas’a benzetiyorum. “Siz tüm Olimposlular hepiniz bir olsanız cümleniz beni çekemezsiniz” diyen güç timsaline! Küba’da gerçekten de her şey rehberimiz Jesus’un dediği gibi ikiye ayrılır: Küba ve dünya! (Cuba y el mundo)

Gelelim rehberimiz Jesus’a. Gezi boyunca yaptığımız şiddetli gürültü, hezeyan halindeki kahkahalar ve kulaklarımızdan dirhem dirhem taşan mutluluğun yersizliğinden olsa gerek bizimle yıldızı pek barışmadı. Her şeyi ince ince anlatan tek kelimeyle “mikemmel” bir rehber Jesus. Sabrı hiç tükenmedi, aşkla anlattı. Anacıım, lâkin biz de yüzyıllardır okuduk, çalıştık, yaladık, yuttuk bu coğrafyayı ince ince, Hispanist olduk, Salamanca’larda okuduk, şöyle tatlı tatlı bir görmeye gelmiştik sadece. Akademiden kaçış yok! Hayatımda bir kerecik olsun beynimi yormayayım dediğim (zaten genelde de pek yorduğum söylenemez ya hoş) bir tatilde her gün seminer, her gün toplantı, yazık değil mi bu akademiden arkasına bakmadan kaçıp tatile giden zavallılara be güzelim. Durduk yere Antichrist ettin bizi be Jesus’um. Deccal ettin. Ama bir daha Küba’ya gidersem yine rehbermiz olasın isterim. (Bknz. Second coming of Jesus).

Hayatımın en güzel gökyüzünü Küba’da gördüm. Bir gece Trinidad’da –çılgın bir koloniyal kent- bembeyaz kumlar üzerinde, palmiyeler altında, limonata tadında bir havada yıldızları seyrettik. Gündüz gibi aydınlıktı. Benim diyen yazarın tarif edemeyeceği bir gökyüzüydü. Romantizmimiz sivrisineklerin tecavüzüne uğradı, yüz yerimizden şişlenip hemen gerçek dünyaya döndük. O romantik ortamda bile gülecek bir şeyler bulduk ya, yazık bize. Mr. Mutluluk Hattı bana vitamin hapı arayıp da bulamayınca “romatizma ilacı var, ister misin?” demişti. O arada bana romantizma ilacı kakaladı sanırım, ama malum eldeki malzeme belli. Bir bakın bakayım bana, bencileyin bir bünyede romantizma yeşerir mi? On yıl nadasa bıraksan, kendine gelmez o toprak be! Şekilde o enfes sahillerden birinde eksik olmayan serenatlardan biri...

Kübalılarda sahiplenme güdüsü çok gelişmemiş gibi görünüyor. Pek çok örneğin yanı sıra en çok ilgimi çeken Jesus’un evdeki yüzlerce (kitap varyasyonlarına bakarsak bunun binlere çıkması biraz zor bu enlemlerde) kitabı arasından bir ayıklama yapıp az kullandıklarını kütüphaneye hediye etmiş olmasıydı. Boethius’sal bir tutum. Paylaşmaya yöneltiyor genel olarak. Bir de bana bak. Mesela evimden cesedimi çıkarabilirsin, ama kitabımı çıkaramazsın. Bir Arjantinli yazarın enfes bir kitabında resmettiği o sahne gibi: Kitaplarını yatağına çarşaf gibi serip üstüne yatan psikopat ben olabilirim. Yok, biblioman değilim, bibliofilin bir gömlek büyüğüyüm. Okumayacağım kitabı asla almam.

Kübasal faaliyetlerim devam edecek. Beni izleyin anacııımm... (Tak, tak, tak)