12 Şubat 2011

SALSA ES CALIENTEEEEE… (KÜBA ÂLEMİNE GİRİŞ- 101.01)

Tam olarak sözün bittiği yerdeyim. Uçurduk ey halkım! Karayip denizinde ıslanan mayolarımızı, kırk kişiyi aynı anda rahatsız edebilen yüksek volümlü kahkahalarımızı, tropik meyveden başka yiyecek yüzü görmeyen midelerimizi, günde altı öğün canlı müzik dinleyen kulaklarımızı romantik gezi kitaplarında kurutup salsa yapmaktan bitap düşen bedenimizi uzun ve sefil bir yolculuktan sonra memlekete geri getirip 29 dereceden eksi 1’e sert bir iniş yaptık. Üçümüzün de ortak yorumu, hayatımız boyunca hiç böylesine kesintisiz bir şekilde kahkaha komasına girmemiş olduğumuz ve bunun şüphesiz hayatımızın en güzel tatili olduğu!

Mr. Mutluluk Hattı, en yakın dostlarından Erto (ki Kübalılar onu Arturo olarak vaftiz ettiler. Yemen krallarının soyundan geliyor olması dolayısıyla bundan böyle Kral Arthur olarak anılması caizdir) ve bendeniz -üç ahbap çavuş- Küba seyahatimize sabahın altısında havaalanında çılgın fıkralar anlatarak başlayıp on gün boyunca kimyasal olarak susturamayacak bir şekilde çoğu akedemisyen olan diğer bahtsız 40 kişilik kadroyu canından bezdirdik. (Çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlık için buradan hepsinden özür diliyoruz.) Küba bizi unutmayacak. Daha şimdiden sınıra resimlerimizi koyup üzerine çarpı işareti koymuşlardır bile.

Ben kendi adıma Fidel’i öpemeyince, irtifa kaybetmemek için başka hiçbir Kübalıyı öpmedim. Bizim yakışıklıları da Kübalı kızlardan korudum. Sakın tek başınıza buralara kadar gelmeye kalkmayın anacım, yanınızda şöyle kaydadeğer bir âdem yoksa siz kuşa bakarken ruhunuzla birlikte çalıverirler sizi. Netekim salsa yapmaya gittiğimiz bir mekânda Erto’nun tuvalete gitmek için ayağa kalkmasıyla eşzamanlı olarak kendimi pistte devasa bir Afro-cubano’yla buluverdim. Ne zaman uçarak geldi, piste çıkardı anlayamadım. Bir masa dolusu kız arkadaşımdan hiçbiri imdadıma koşamadı. “Lord protector”ümüz gelene dek yüzüme yapıştırdığım sevimli ifadeyle dans etmeye çalıştım. Neyse ki Erto bir deus ex machina gibi çıkıverip beni kurtardı.

İsveç rejimi de neymiş! Küba rejimi yapın anacıım, daha zahmetsiz. Sabah kahvaltıda yediğiniz üç dört parça tropik meyveyle gün boyu ayakta kalıyorsunuz. (Şansınız yaver gider de bütün gece erkenden kahvaltıya gitmek için yatağında nöbet bekleyen Almanlar ve aç İskandinavlardan size bir şey kalırsa tabii. Sabah yedide start verilir verilmez sahaya çıkıyorlar). Günün diğer kısmında bilfiil açsınız. Zeytinyağsız ve limonsuz lahana salatası, iyi domates taklidi yapan kırmızımsı bir sebze, iyi bir sondajla derisinin içinde et bulunma ihtimali az olmakla birlikte mevcut olan tavuk, mısır yağında kızarmış balık aromalı şeffaf muz dilimleri, “firijoles” tabir edilen ve fasulyegillerin en tatsız üyesi olan barbunyamsıya eşlik eden yağdan ve tattan nasibini almayan pirinç taneleri, ılık bir su tabakasının üzerinde bezelyelerle birlikte serbest stil yüzen börülce ailesi, marmelat olana dek haşlanmış kıvrık makarna ve saz arkadaşı rezil salça, hatırladıkça tüylerimi ürperten salam-sosis tugayları, garnitür (Manyak word’ün bulduğu alternatifleri kaçırmayın bu arada: Bezenti! Yanlık! ) alayları, Baskların “bacaloao pil pil”leri gibi sulu ortamda pişmiş zavallı balık ordularının yanı sıra yağ havuzunda yüzen bacon’dan haz etmiyorsanız sepsefil açsınız evlatlarım, diyordu peder. Üstelik bir de kafeingillerin yüz karası bir kahve ve teingillerden kahverengimsi bir sıvıya maruz kaldıysanız Fidel kurtaramaz sizi! Kitchen Life’daki bu ayki köşemde Küba mutfağını yazmamı istemişti sevgili Şebnem. Durumu yukarıdaki gibi izah etsem bir okuyan bulunur mu sizce?

Açlığınızı unutup likitlere geçerseniz hâlâ hayatta kalma umudunuz var demektir. Aş-iki-o’dan yoksun olsa da alkollü içeceklerde umut vaad ediyor ülke. Cuba Libre’yle başlayalım. Tercüme edilmiş haliyle “Özgür Küba”. Lakin bu “Özgür Küba’nın romun yanı sıra saf bir yanki sıvısı olan “coca cola”yla yapılmasını nasıl açıklarsınız bilmem. Ruhunda tezat barındıran içki. Cuba libre bende sadece çatlak kuzenimi çağrıştırıyor. Çapkınlıkta sınır tanımayan yakışıklı kuzenim Ozzy Salamanca’da okuduğumuz yıllarda (O nasıl bir okumaksa) akşam girdiğimiz barlarda bana “Kuzen, bana bir cuba libre söyle, ben hemen geliyorum” derdi. Gerçekten de beni kurda kuşa kaptırmadan hemencecik gelirdi. Ben ona bir “cuba libre” söylerken o Fransız bir güzelle Jesuitas (Cizvitler) Parkı’nda dolaşır gelirdi. (Yorumsuz, anacım.) Lakin mojito beni hayal kırıklığına uğrattı. İspanya’da hierba buena’yla yapılan mojito, anavatanında kart saplı tatsız nanelerle yapılıyor. Sıfır puan. Esas kutsanacak olan likit “bucanero” nam biraları. Almanları utandıracak tatta bir bira. Aç susuz kalan ben biraya vurdum kendimi de, ondan mı lezzetli geldi acaba, bilemiyorum. Alman vatandaşlığı almamama ramak kalmıştı. (Bu arada Mr. Mutluluk Hattı da toplam 30.000 kare çekerek Japon vatandaşlığına hak kazandı on gün zarfında). Halen hücrelerimde dolaşmasalar bile, kesinlikle yağ hücrelerimde kamp kurmuşlardır.

Velhasıl, yeme-içme âlemlerinde durum bu. İlk deneyimden sonra yemekle tüm ilişiğiniz kesiyorsunuz ve açlığınızı unutmak için kendinizi dansa ve müziğe veriyorsunuz. Bu saha hiç değilse umut arz ediyor. Üç kişi yanyana gelince bir grup oluşturup yemek yemeye çalışan turistin başında bitiveriyor. Memlektte herkes müzisyen, herkesin sesi harika. Elinizi çatalınıza değdirmenizle senkron şekilde iki gitar bir vokal Aleaddin’in cibi gibi beliriveriyor. Bu da taktiksel bence, çünkü tempo tutarken açlığınızı unutmanız için size son çağrı bu! Dolayısıyla katmerli kazıklanıyorsunuz. Hem parasını son kuruşuna dek ödediğiniz yemeği yiyemiyorsunuz, hem de bu iradeniz dışındaki müzik hizmetine paracıklarınızı bahşiş formatında sayıyorsunuz. Yemek konusunda çektiğim acılar (benden başka herkes doyuyordu) bana ’90 yılında Romanda’da geçirdiğim kâbus 10 günü hatırlattı. Sınırsız kaz eti, taştan bozma tuzsuz galeta ve eşlikçi olarak da içine düşen arılarla birlikte şişelenmiş portakallı gazozlar!

Salsa bilmeyene Küba vatandaşlığı vermiyorlar anacıımmm. Her köşe başında halkım salsaya emanet etmiş kendini. Bir millete külliyen dans bu kadar mı yakışır be güzelim! Dans ettikçe güzelleşiyor Kübalılar. Birgün sonra doğsa toptan kas doğacak olan bu ırkın ahvadı her türlü koşulda ve mekânda dans ediyor. Biz de öyle yaptık. Dans gecelerinde, meydanlarda, hatta herkesin uykuya çekildiği sokaklarda salsa yaptık (yapmaya çalıştık). Nilüfer Hoca’yla gittiğimiz üç salsa kursundan da iğrenç sigara dumanı ve ter kokusu yüzünden arkamıza bakmadan kaçmak zorunda kalmasaydık daha sağlıklı sonuçlar alabilirdik. (Buradan sigara içen tüm insanoğullarını lanetliyor, sonsuza dek benden ve şerrimden uzak durmalarını tavsiye ediyor, cümlesini hayatımdan tasfiye ediyorum.) Mevcut salsa bilgimizle Havana’nın İstiklal Caddesi’nde (Calle Opisbo) dans edip Küba halkına Türk’ün gücünü gösterdik. Koloniyal şehirlerin kraliçesi Trinidad’da yapılan meydan eğlencesinde ön saflarda dans ettik, Kübalı yakışıklılardan pratik dersler aldık. Havaalanında pasaport kontrolünde ekran dibinde bir salsayla veda ettik adalılara.

Küba’da hızlı ve yolunda giden tek şey dans. Halkımın hayatın ritmini yakalayabildiği tek alan bu. Salsa haricince hayat bu adada tekerleği patlamış bir Chevrolet ritminde ilerliyor. Söz gelimi banyoda şampuanınız bittiyse ve resepsiyondan acilen bir şampuan istediyseniz bu hizmet için kendilerine en iyimser ihtimalle bir saat süre vermeniz lazım. Üç kez telefon edip iki kez resepsiyona inip bildiğiniz bütün küfür ve tehditlerini savurursanız da bu slow motion filmi hızlandıramazsınız. Mevcut şartlarda hayatın ritmi bu. Nişaburek ağır semani. Diğer bir deyişle, ilk gün katil olamadıysanız, üzülmeyin, ertesi gün mutlaka olursunuz. Hele bir de hiperaktiviteden muzdaripseniz.

Limonata gibi bir hava var adada, halkım ne yapsın! Yaprak kımıldamıyor, tatlı bir rüzgâr sizi yalayarak geçiyor, mis gibi tropik bir koku hücrelerinize sirayet ediyor. Akıllara ziyan! devrim müzesindeki ve Santa Clara’daki Che müzesindeki fotoğrafları incelerken düşündüm de böyle iklimde, böyle florada ben de gerillaya katılırım. Çık dağa, yat palmiyenin dibine, limonata gibi havada ye mangonu, iç hindistancevizini, gözetle düşmanını. İşin şakası bir yana, devrim müzesinde kafamdaki sayısız puzzle parçası birleşti. Sert Meksikalı grup Control Machete’den bildiğim machete’nin sandığımdan basit bir silah olduğunu (köşeli bir kılıç) da burada gördüm. Gerilla savaşında pek sık kullanılmış. (Bu arada tüm nüfusa ev ödevi: Control Machete’den aynı adlı parçayı dinleyin, sevin onu.)

Küba filmlerde gördüğüm, resimlerden bildiğim Küba’ydı. Vakitlice gördük ülkeyi, lakin Fidel’e bir şey olacak olursa son yapıştırıcı da uçup gidecek. Her köşe başında devrimi hatırlatan notlar, pankartlar, tabelalar var. “Her şey devrim için”, “devrimi kollamak herkesin görevidir” gibi sayısız tabela şehirlerarası yollarda bile üçer beşer dakikalık aralarla serpiştirilmiş durumda. Fidel bu tabelalarda da Che’yi ölümsüzleştirip kahramanlaştırırken kendisini hep arka planda bırakmış. Ona dair tek tabela yok. Sadece yer yer afişlerde görülüyor. Fidel’in görüşleri de “reflecciones de Fidel” başlığıyla Granma dergisinde ve sabah televizyonda yayınlanıyor.

José Martí Küba dostluk derneğinin düzenlediği bu harika gezi programı çok özel seminerlerle doluylu. Özel girişimle ulaşılamayacak pek çok kişiye ulaşıldı. Çernobilden zarar gören Ukraynalı çocukları tedavi eden bir kurum, Casa de Américas gibi pek çok kurum ziyaret edildi, çocuklara resim dersi verilen bir mahalle okuluna gidildi, tıp fakülteleri incelendi. Küba tatili diye kandırılıp seminer seminer dolaştırıştırıldık. Hal böyle olunca, biz de zaman zaman seminerlerden kaçıp mango ağaçlarının altında uzanarak Arapça çalıştık. (Available royal bir Arapça hocası fırsatını kaçırmadım).

Adanın batı yakasında kalan Pinar del Río’da kahve plantasyonlarını gezdik. Köleler ve senyörlerin evlerinden arta kalanları gördük, kahve ağaçlarından kahve çekirdekleri (kuru üzüm tadında) toplayıp yedik, tropikal ormanın içinde Maria’nın kahvesinden içtik, bazıları pırıl pırıl nehirde yüzmeye giderken biz de adrenalinimiz tavan yapsın diye canopysta sertifikası almak için üç etaplı bir çılgınlık yapıp nehirleri havadan asılarak geçtik. Nehir üstü uçaraka şarkı söylemek gibisi yokmuş.


Beni izlemeye devam edeceğim anacııım…

¡Todo por la revolución!