28 Şubat 2011

İSVEÇ HAVA SAHASINDA BUGÜN…

Evet, geçirdiğimiz bir hafta içinde de her zamanki gibi hiç ölmeyecekmiş gibi bugün için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için güldük. (Bu nazik konuya birazdan geleceğim). Camillo Pompelmo, Mr. Mutluluk Hattı ve Vağarşak Bey haftanın topteninde ilk üç sıradalar. (Hocamız zaten tartışmasız hiyerarşide tüm listelerüstü -suilistes – (oldu mu? Bir bakar mısın, Real Academia kardeşim?) bir konumda. Bir akşamüstü de son noktayı koymak üzere Mr. Mutluluk Hattı’nın Galata Kulesi manzaralı, tarçınlı kahve kokulu, müezzin efektli, müze tadındaki evinde leziz bir Antonio Banderas filmi izledik: “The original sin”. Woody Allensal bir yaklaşımla özetlemek gerekirse “olay Küba’da geçiyordu”. (Biz de filmi Banderas’ın güzel gözü -hata yapıyorsam arayın- hatırına izledik galiba) Aslında galiba biz gülmekten pek filme de bakamadık, eğri oturup doğru konuşalım.
Evet, İsveç rejimi yeniden başladı. Stockholm sendromu geri geldi. Geçen sabah İsveç hükümetinin bana layık gördüğü rendelenmiş havucu protesto ederek kendimi çocukluğumun pastanesine attım. Orada da Stockholm belediyesinin bana vermediği bitkiye dayanarak koca bir simit yedim kardeşimle. Sefam oldu.

Etrafımda nasıl bir kader örüldüyse akıl sır ermez bir tesadüfler zinciriyle çevrilmiş durumdayım. Camillo Pompelmo’nun tabiriyle “sanrılar çıldırmış olmalı!”. Sanki çok para verince, muayene “tam süper” olacakmış zannıyla bir buçuk aydır çaresi bulunamayan zavallı gözümü bir oftalmoloğa götürdüm. Önce testler yapıldı. Gözüm ilerlemiş. (Hey yeavrooum, ilk hedefi Akdeniz!) Bütün O’ları D’ gördüm. Bu halimle hayat hiç çekici gelmedi. Neyse, Bayan Oftalmologos’a anlattım derdimi. (Daha önceki doktor İsveç rejimi menşeli bağışıklık sistemi çökmesinde bulmuştu suçu ve beni azarlamıştı). Bu sefer yine korkusuzca “Efenim, ben üzerinize afiyet (benim üzerime olamadığından mütevellit) İsveç rejimi yapıyorum”, dedim. Bu da azarlayangillerden sandım. Ne beğenirsiniz? “Aaa, ben de yarın başlıyacağım o rejime demez mi?” İsveçlilerin bile yapmadığı (bunun onların “dünyanın nüfusu azalsın” amaçlı bir komplosu olduğu kanısındayım) bu rejimi dünyada yapabilen bir-iki kişi vardır, biri de doktor çıkmaz mı? Ben ona “gözümdeki kızarıklık ciddi mi acıba?” demeye kalmadan, o beni “Aaa, kaç kilo verdiniz? Haşlanmış ıspanak yiyebildiniz mi? Kaç gün dayandınız? Harfiyen uydunuz mu?” şeklinde bir interrogasyon bombasına tuttu. Tek bir yorumda bulundum: “13 gün boyunca gözünüzün önünden nohutlu pilav arabası geçer gibi oluyor”. Yorumsuz. “Üstelik arabayı sürükleyen şapkalı satıcı “iyi ağşamlar abla”, diyerek gülümsüyor tam karenin ortasına geldiğinizde.

İsveç rejimi bir sonraki etabı Karacaahmet Mezarlığı’nda biten bir işlem. Rejim boyunca birisi kulağınıza “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” diye fısıldıyor sanki. Dün Osmanlıca dersinde hocanın saati kaybolunca Vağarşak Bey, “Saat İsveç malıydı. Özlem Hanım yemiştir kesin”, dedi. Neyse ki hocamız benimle her zamankinden daha başarılı bir empati içindeydi, çünkü kendileri de rejim-i hümayûna başlamışlar. Bana suntasından bile verdi. Hocamızın yemeden içmeden kesilmesi Osmanlıca camiasında küçük bir deprem yarattı. Nuray Hanım perşembe günkü dersi anlatan bir mail göndermiş hepimize. Bir kısmını paylaşıyorum:

“(Hoca) “10 gündür içmedim. Temizim,” dedi. (Aynen kendi ifadesi). Doktorla pazarlık etmiş, önceden söz verdiği buluşmalar dışında- o da 1 kadeh olmak üzere- kadeh kaldırmıyormuş. Bir 15 gün daha böyle devam edecekmiş. Ben de dedim ki; “Hocam sadece 1 doktora gittiniiiiz? 10 tane doktor bulalım size?” O da dedi ki; “İnsanların acılarıyla dalga geçmek ayıp bişeydir.” :))”
Hal böyle olunca hikâyenin arka perdesini de anlatmak icap edecek. Hocamızdan dinlediğimiz fıkrayı mucibince anlatalım:

İçkiyle arası pek sıkı fıkı olan Ermeni bir hasta doktora gider. Doktor kendisine içmeyi yasaklar. Sonra da acıyıp günde bir kadeh içmesine izin verir. Zaman geçer, bizim doktor bir gün hastasını yolda, zil zurna sarhoş bir halde bulur. “Bu ne hal?” der. Bir açıklama beklercesine ellerini açar. Ermeni hasta kıpkırmızı burnuyla, sendeleyerek doktora bakar ve “sen zannedooorsun ben bir doktora gidioor? (Ve tüm parmaklarını uzatarak) Ben on doktora gidioorr!”

Size ahiret kısmına geri geleceğim, demiştim. Efendim, geçenlerde Arnavutköy’deki yeni Barba Giritli’de demlenirken konu nasıl olduysa sırat köprüsüne geldi. Hocamız üretimi yıllar önce duran bir fabrikadan çıkma. Bir örneği daha yok. Kendisi inat âleminde de ekümenik rekorlar kırıyor. Dediği dediktir. Lâkin bu son yorumu kendisi hakkında bundan sonra yapıp yapabileceğimiz tüm yorumları sıfıra indirgeyiverdi. Kendileri sırat köprüsünün yarısına kadar gelip oradan atlayacakmış! Siz böyle bir inat modeli gördünüz mü?

Hocamızın bir düşük modeli, Beşiktaş’taki her ağzının tadını bilenin yerini bildiği küçük kahvaltı dükkânının sahibi Balkan göçmeni amca. Günlerden bir gün, “sabah kaçta açıyorsunuz?” diye sorma gafletinde bulunmuştum. Hiç oralı olmayıp işini yapmaya devam ederek pek anlamlı bir cevap vermişti: “Uyanınca!”

Vağarşak Bey getirdiği ev yapımı topikle rejimimi sabote etti. (Bu bu hafta aldığım en güzel hediye) Amma ondan önce de her zaman önünde kuyruklar olduğu için uzun süredir yer bulamadığımız (ben zaten prematüre sayılırım, asla beklemem, bekleyemem) Antiochia’ya götürdü bizi. (İsveç hükümetinden buradan özür diliyorum, kem küm.) Geçen yılki mavi yolculuk anılarıyla bizi nasıl coşturduysa, zaten kısa alanda dar paslaşmalar sahası olan restorancıkta yaşanamayacak mekânlar yarattık. Mekânın sahibi Vağarşak Bey’in arkadaşıydı. “Mazi” de çektim, gördüğünüz gibi, muzari yerine. (Sanırım Vağarşak Bey’in arkadaş defterinde eksi bir’lik bir alterasyon oldu).

Hâlâ açız evlatlarım. Ne pilav arabaları, ne kestaneciler geçiyor hayalimin ekranından. Geçenler de kardeşimle bize servis edilen minyatür ayran kutularına bakıp hayal kırıklığı içinde garsonu çağırarak, “Bu ayranlar küçük değil mi yaaaa?!” diye şikâyetimi dile getirirken, kardeşim pis pis bana bakarak, “ne yapalım abla, büyümelerini mi bekleyelim” diyerek garsonun hislerine tercüman oldu.

Bu halim iyiymiş. Zayıflayınca kuyu çıkrığı gibi oluyormuşum. Öyle diyor Nebi Hoca. Haksız da sayılmaz. Amma velâkin ben buradan bakınca pazarcıların “toplu mankenlere badi geldi” diye reklam yaptıkları boyutlara merdiven dayadığımı görüyorum. Bu halde aklıma nasıl Maurizio gelmez? Maurizio has be has Sardinyalı. Bu alt-kimliği de gastronomik âlemlerden çıkmamasını gerektiyor. Tüm Sardinyalılar gibi carnivol. Koyunu kemikleriyle yer, postunu da üstüne giyer. Hal böyle olunca yiyen kadınları da seviyor. Hatta zayıflardan hiç haz etmiyor. Bu yüzden de televizyonun ayarlarını cümle âlemi hafif toplu gösterecek şekilde yapmış. (Vallahi essah) . Zavallı Hande ise televizyonda tombul bir Tiziano Ferro, Jovanotti, Ligabue görmekten fenalık getirecek kıvamda. Hele hele Bülent Ersoy çıktığında ekran ful kapanıyor, arkadaki fondan eser kalmıyor. Dünyanın en eğlenceli televizyası. (Bu arada eski sevgilim Sardinya’da belediye başkanı olmuş. Bizim kızlar bu haberi verince aklıma ilk gelen Giovanni’den ziyade o mis gibi Sardinya tatlıları ve mirto oldu, ne yalan söyleyeyim.) Maurizio! Lazanya, kalamar dolması, culurgionis günleri ne zaman başlayacak? Belediyeyle bi işin olursa haberim olsun :)

Handeciğim’in Macar konsolosu kedisi Pia’nın Mete Amca her buzdolabını açtığında onunla birlikte uzun uzun buzdolabını seyreder günbatımı izler gibi. Mete Amca da ona kıyak olsun diye uzun süre kapatmaz buzdolabını. Manzara tam karikatürlüktür. Şimdi aynı sahneler bizim evde yaşanıyor. Kardeşim her buzdolabını açtığında ben de aynı karede beliriverip gün batımı romantisizmiyle muhteviyatını seyrediyorum. O seviyeye ulaştım yani.


Of, hayalimden neler geçmiyor ki? Adolfo’nun kayısılı ekmekleri, Terez’in elma kızartması, Gabor’un kardeşinin ricottalı krepleri, közde tatlı patates, tantuni, nohutlu p-love (kelime için Camillo Pompelmo’ya telif ödenecek. Para istemiyor. Torta de cielo (cennet tatlısı) cinsinden alacak hakkını), kendisinin aklıma yok yere getirip rejimimi zindana çevirdiği Sicilya cassata’sı, kekikli ızgara ahtapot… Erto’nun annesinin üzerine limon sıkılarak yenen içli köfteleri… Uff, aklımı peynir ekmekle yemek üzereyim. (Çünkü mevcut koşullarda katıksız yesem o kadarcık şeyle doyamam) Aklıma Napoli’nin en napoliten mahallesi Montesacro’da sıkça gittiğim bir bakkal dükkânı geldi. Ve de aklımı başımdan alan peynir, “burrata puglese”… Hey yavrum, hey… Yeşil kurdelanla birlikte yerim ben seni be! (Bu arada ben her yıl Mart ayında Napoli l’Orientale Üniversitesi’ne bir hafta ders vermeye gidiyordum ya… Bu vesileyle de aklıma gelmiş oldu. Burrata puglese Çin’de de olsa gidip yiyiniz)


İki yıl önce Portekiz ve İspanya’da yapılan dünya barış kongrelerinden birinde bir rahiple tanışmıştım. Bütün manastırı büsbütün yemiş gibi bir görüntüsü vardı. İspanyolların Michelin dedikleri göbekten de tabii… Birisi ona utanmadan “neden rahipler zayıf olmaz?” diye sorunca, oda pişkinlikle “çoğu zayıf, biz azınlığız”, demez mi! Yok artık. Ben ki rahipler ve keşişler konusunda doktoralıyım, hiç zayıfını görmedim. Tandığım tek zayıf Yanni’ydi, o da İstanbul’daki üç yıllık kariyerden sonra kendine yakışıklı bir göbek yaptı. Üstelik de gittikçe şişiyor. Kendisiyle Kanaat’ta defalarca çatlayana dek yemişliğimiz, terasta bol bol içmişliğimiz var. İspanya’da rahibe tatlıları pek ünlüdür. “Los dulces de las monjas” adıyla sayısız kitap yayınlar, Ortaçağ’dan kalan tarifleri uygularlar. Sebep? Çünkü yapacak daha iyi bir işleri yok! (Neyse, tanrıyla kul arasından hemmmen çıkıyorum). Fonda Gabor'un kardeşinin Eger'deki evinde homini gırtlak palinka konumundayız. (Hoca bir bilse neden Macaristan coğrafyamın kuvvetli olduğunu. Yerken yerken coğrafyam kuvvetlenmiş). Ps. Burası mutfak! Müze-mutfak! Saatlerin çoğu: 17. yy. Avusturya-Macaristan.

Rahibe, aşk, günah konusuna uzaktan girince aklıma güzel bir atasözü geldi. Basklılardan çekenlerin icadı olmalı: “En Euskadi amor no es un pecado, sino un milagro. Bayılırım bu söze: “Bask Ülkesi’nde aşk bir günah değil, bir mucizedir!” Kendinize Basklı bir sevgili satın almayı planlıyorsanız, hâlâ vakit varken topukları yağlayın bence. (Kaçarken parayı bana bırakırsanız ben o parayla Bask usulü bacalao pil pil yerim, üstüne Bask patxaran’ı içerim. Üstünü de kahveye saklarım. Bu teklifimi bir düşünün)

Bana da üç convertible Küba pesosu ver konuştur, 500 bin lirete susturamazsın anacııımmm…

Radyosunu yeni açanlar için: “Give me the food”.. I said give me the food, baby, give me no fruit if you love me…