22 Haziran 2011

İÇİYORUM HER GECE, HER GECE BAŞKA BİR İŞKENCE…

İçiyorum, çünkü:




-Ben içmeyeyim de, kimler içsin!

-Bugünün içkisini yarına bırakmıyorum.

-Bugün içtim içtim, yarın içemeyebilirim, maksat stok sağlam olsun.

-Daha iyi bir geçici amnesi yolu biliyorsanız söyleyin, içmeyeyim.

-Hayatımda ilk defa Amerikalı milletvekillerine eşlik edesim geldi.



Evet, yeis içinde olmamızda bir beis yoksa öyleyiz. 12 yıldır ailem olan üniversitemin terasında seçim sonuçlarını birlikte değerlendirmek için bir yemekte toplandık. Birkaç hoca, Amerikalı congressman’ler, konsoloslar, aralarında eski bakanlar bile olan bir gruptuk. Ben Aytekin Bey’den tüyoyu aldığım için CHP’nin %26’ya çıkacağını biliyordum, lakin % 50 şoku bünyeme iyi gelmedi. Bu esnada elinde kadehle kürsüye çıkan ABD’li congressman’lerden biri “sizin seçim süresinde alkol yasakmış” diyerek “şerefinize içiyorum” diye konuya girdi. Hal böyle olunca, zaten acılar içinde olan ben az kalsın şarap kadehinde balık oluyormuşum. Tayyip balkona çıkana kadar dayandım bu çileye. Sonra aklıma birkaç yıl önce Bursa’da çöken düğün balkonu geldi. Hani düğün eşrafından 10 kişi telef olmuştu ya… Haydi anacımm,” fingers crossed” dedim, ama ondan da bir iş çıkmadı. Küfürlerimi içimde saklayamamaya başlayınca kredibilitem yerle bir olmasın diye hafiften kendimi yola verdim.

Koca bir haftayı yine erozyon gibi yaşadım. Bir salisesi boş geçmemiş. Geçen cumartesi biricik arkadaşım Bahar’ı evlendirdik. Benim adımı da ayakkabısının altına yazma gafletinde bulunduk, hatta yazı silindi bile! (Hafazan Allah!) Pendik Marina’da enfes bir gün geçirdik, sınırsız hudutsuz güldük eğlendik. Şirin’in navigasyon cihazlı arabasıyla dönerken arka saflarda darma duman olduk. Dil seçeneklerinde Temel de vardı ve biz “100 metre sonra sağa dön uşağum”, “uy, bağlantı koptu da” komutlarıyla Beşiktaş-Pendik, gittik geldik, pek eğlendik. Beni evermeye meraklı dostlar için ben de imzayı basacağıma söz verdim. Planım şu: Nikâh töreninde paraları ve altınları alıyorum, sonra nikâh memuru geliyor. Yakışıklı imzayı basıyor, sıra bana gelince nikâh memuru bana bir kitabımı çıkarıyor, ben de onu imzalıyor ve ağırlığımca altınla Atatürk Havalimanı’na gidip ilk Brezilya uçağına biliyorum. Nasıl? Bunu daha önceden de düşünmüştük. Eski ofis arkadaşım tiyatro piri Serkan da nikâh memuru olacaktı. Ne biçim eğlenirdik ama! (Sonra da köşe başında çil çil altınları paylaşacaktık pek tabii!)

Pazar günü Vatan Kitap’ın geleneksel Dilek Pastanesi kahvaltısı vardı. Pek tatlı sohbet oldu. Tarih romanlarında tek geçtiğim biricik hocam Hakan Erdem (Kitab-ı Duvduvani, Unamastica alla turca, Zaman çöktü ve okurken gerçekten gülmekten sandalyeden düştüğüm Tarih-Lenk’i anmak boynumun borcu), Doğan Kitap’tan sevgili Vahit ve sevgili Tuna Kiremitçi ile köşeye konuşlandık. Hakan Hoca’dan “mağaza” kelimesinin kökenini öğrendim. Ben Yunanca “magazi”den geldiğini biliyordum, meğer “magazi” de Arapça mahzen’den geliyormuş… Tuna’yla pek derin bir Balkan sohbetine daldık. Onun da bizim topraklardan olduğunu bilmiyordum. İkimizin de derste aynı filmi göstermesine biraz şaşmadım değil. (Mediterraneo). Dünyanın dört bir yanından arkadaşlarımdan topladığım özel ve güzel yemek tariflerinden oluşacak “Biz yedik, ölmedik” adlı yemek kitabım için güzel bir Balkan tarifi vermeye söz verdi. Sonra da Buket’i kıramayıp ona güzel bir fal bakınca (“Falında ebru çıkmış”) yemek tarifi, fal derken “açılım üstüne açılım” olduğuna kanaat getirdi. Bir Selanikli olarak “Selanik’te Sonbahar” kitabını görünce pek sevinmiştim, hemen bir tane edindim. En kısa zamanda siz gençlerle paylaşacağım.

Bu arada hocamızın doğum gününü de kutladık. Havuzbaşı’nda, çimenler üzerinde, manolyalar altında harika bir kır meyhanesinde. Kendisini rakıya boğduk. (Boğma rakı).

Babam bizdeydi malum. Hal böyle olunca üç aydır biriken ütülerimden eser kalmadı. Duruma inanamayan Yücel Hoca, Perşembe günleri temizliğe ve ütüye gelen kadına “Size baba diyebilir miyim?” demeye karar verdiğini beyan etti.

Perşembe günü sevgili Buket Uzuner’le buluştuk. Nazlı Eray ve o! Beni bu yazma belasına gark ederek, siz saf okurun bana maruz kalmasına sebep olan iki kişi! Okumadığım topu topu bir iki kitabı kalmıştır sanırım. Son olarak “Yolda”sını okumuş ve pek beğenmiştim. Pek güzel bir kitap çalışması içinde, azimle bekleyin anacııım… Gün batımı Kadıköy’de iskelenin üzerinde Deniz Yıldızı’nda buluştuk. Eski adı daha güzeldi, Denizatı… (Yani en azından erkeği doğuran tek yaratık olarak favorimizdi bu denizatı… Ama Yücel hocamızın da dediği gibi, “Müslümana lazım değil” ) Sevgili Buket Uzuner NTV yayınlarından çıkan zaman algısı üzerine güzel bir kitap okuyormuş bu aralar. Hayatımız ilerledikçe, zamanın neden daha çabuk geçtiğini bilimsel olarak anlatıyormuş. Aylar, yıllar geçtikçe neden aynı zaman diliminde daha az iş yapabildiğimizi açıklıyormuş. Ne yapıyoruz? Kırışıklıkları çekiştirerek olay mahallinde ince ince uzaklaşıyoruz.

Bu arada fakülteden bir tatlı kızımızı daha kaybettik aynı hafta. Meltem’i Amerikalı bir doktora verdik, sonra da gidip düğününde bir güzel oynadık. Meltem prenses gibiydi. Ve biz öyle bir coştuk ki bir ara “Hah Meltem pabucuyarım, Jonathan şu an ufaktan sızıp sırra kadem basmazsa sonsuza kadar senin” demek zorunda kaldım. Meltem’in kardeşi bu hezeyanlı dans anında boydan boya yere yığıldı. Zor kaldırdık. Meltem her zamanki soğukkanlılığıyla aksi istikamete doğru dans ederek durumu tek kelimeyle özetledi: “Tanımıyorum!” Bir yerde Jonathan’ı da roman havası öğretirken bir resmimiz çıkarsa ben de tam olarak bu repliği kullanmayı düşünüyorum.

Meltem’le ne güzel anılarımız vardır, tam romanlık. Terk edilmiş, surları olmayan majestik bir İtalyan şehrinin sokaklarında zemheri bir kış gecesi eski bir şatoyu andıran taş bir evden gelen müziği takip ederek bir ev partisinin içine düşmüştük. Aynı kliplerdeki gibi bir andı. (Ancak benim başıma gelen durumlardan biriydi anlayacağınız). Herkes çılgın gibi dans ederken ben de hantal bir Alman kıza bütün gece hulahop çevirmeyi öğretmiş, tünelin dibinde umut ışığı göremeyince saatlerce tek başıma salonun ortasında çevirmiştim. Çok alkış almıştım. Tüm askıntı İtalyanları tek bir hareketle şah-mat edip oradan sıvışmıştık.

Hafta sonunun en güzel anısı Maşukiye yakınlarında Meşelik Parkı’nda yaptığımız çılgın piknikti. Arif Hocam sağ olsun, canımın içi Sakarya tarih tayfasını topladı. Güzel yaşamın tek adresi. Yedik, içtik, güzelleştik. Dev karpuzların eski belgelerde “mankafa karpuzu” olarak geçtiğini öğrendik Arif Hoca’dan. Yemek tarihçileriyle yemeğe oturmak gibisi yok. Sonra da pek eğlenceli bir fotoğraf çekme faaliyetine giriştik. Favori fotoğraf erbabımız Oğuzhan Edman eldeki malzemeden (bendenizden) harikalar yarattı. (Diğer fotoları için bknz: www.oguzhanedman.com) Burak, Serkan ve erbabımızla Kırkpınar sahillerinde neşeli dakikalar geçirdik. Bu Anglosaksonların atalarına da güvenmesek de “a picture is worth a thousand words” diyor ve size zuladan bir iki örnek sunuyoruz.

Ancak benim başıma gelebilecek bir şey daha oldu. Elektrikler kesilince ben de karanlıktan da biraz tırsarak kendimi mahallemizde yeni açılan, denize nazır kitapçı-kafeye attım. Elimde gözlüğüm içeri girer girmez makineli tüfek gibi konuşmaya başladım. “Ay, anacım, evde ışıklar kesildi, siz de jeneratör var mı? Aa, yok mu? O zaman sizin ışıklar nasıl yanıyor? Ohh, mis gibi, kahve de mi var sizde? Pek güzelmiş raflar.” Mekânın sahibi beni şaşkınlıkla dinledi, sonra bir bilgisayarın başına geçtim. Sonra da gözlüğü takınca şöyle komik bir diyalog yaşandı:

“Aaaa? Burak! İnanamıyorum! Sen misin? (Burak benim ilkokul arkadaşım)

“Evet.” (Onu tüm sakinliğimle kafaya aldığımı sanmış, nereden bilsin kıdemli miyop olduğumu)

“Niye söylemedin de, iki saattir konuşturuyorsun beni?” (Neyi söylesin çocuk? Hafif üşütük olduğumdan bunu normal sandığını mı, yoksa evde sıkılan yaşlı karılar hızında bir saniyede yüz kelimeyi yan yana getirmek gibi tanrı vergisi bir kabiliyetle zavallıyı bayıltayazdığımı mı?

“Ben de şaka yapıyorsun sandım”. (İç ses: Yok, anacım, sanmadım, ne sanayım. Sen ilkokuldayken de böyle üşütüktün Özlem insanı!)“Ama zaman zaman buradan geçtiğini görüyorum”. (İç ses: Sohbeti çevirmezsem bayağı çıkmaza girecek diyalog.)

“Aa, görüyorsun da niye durdurmuyorsun?”

“Seni mi? Nasıl?” (İşte bu replik beni ta ilkokulda çözdüğünü gösteriyor)

O zaman şöyle bir Kubilay Peynircioğlu repliğiyle kapatalım bu diyalogu! Biri beni durdursun artık canım…

Burak’ın kafesine bayıldım. (Bu arada kendisinin de çok konuşulan “Kod Adı Sıfır” nam güzel bir kitabı vardır.) İtalya’da hissettim kendimi. Çılgın çay karışımları yapmış, isimler koymuş onlara. Benim için seçtiğini gösterdi: “Deli”! rahatlatıcı otlardan yapılmış, her türlü deliyi sakinleştiren bir çaymış. Anaccııım, ben o çayı içerim de, ammman çaya bir şey olmasın sonra maaazalllah.

Adı Serkan olan dört arkadaşım var, dördü de birbirinden çatlak. Hepsiyle de yan yana gelince sınırsız gülme sinerjisi yaratıyoruz. Çocuğum olursa adını Serkan koyacağım, komiklik garantili olsun. Şaşma payı sıfır! Serkan İspanya’ya gideceğimi duyunca bana şu mesajı göndermekle kalmamış, oturmuş şu çılgın görselleri hazırlamış: “İspanya hazır mı sana? Zaten karışmış oralar televizyon aletinden izlediğim kadarıyla. Özlem gelirse ülkenin kaynaklarını sömürür, zaten açız, istemiyoruz Özlem'i diye dövizlerle sokaklara çıkmışlar. Bak ekteki görüntülere, senin için özel olarak araştırdım...”

(Meali: Eve git Özlem!)

Yıllar önce Meksika’ya gittiğimde de roman kahramanım Amanda aynen böyle demişti. “Kız, fakir memleket zaten. Sepet sepet meyvesini yedin, kuruttun memleketi. Moratoryum ilan ettirdin”, demişti.

Son günlerde herkes gençleşip güzelleştiğimi söylüyor. Necla Hanım’ın gönderdiği koyun plasentalarından başka tam anlamıyla Aşağı Kasımpaşa formunda bir hayat yaşamamın da etkisi olsa gerek, hiçbir şeyi zerre kadar takmayarak. (Plasentalar harika, lakin yüzüme sürdükten sonra yüzümdeki koyun plasentası olduğunu unutmazsam çaresiz iki dakikada en az iki yıl yaşlanıyorum zaten.) Burak bugün “seni son gördüğümden bu yana acccaip gençleşmişsin”, dedi. (İlkokul demek istemedi) Eyüp hep Niça’ya soruyor “Nesi var bunun? Çok güzelleşti?” (Yanlışlık nerede? Darwin de başka bir şey demedi ya!) En güzelini de Kerim demiş, her geçen yıl daha da güzelleşmem doğa kurallarına aykırıymış… Ben de ona dedim ki, çirkin kadın yoktur, kötü fotoğrafçı ya da az votka vardır! Vay be, bu gazla Benjamin Button’la yarışacak kıvama gelmişimdir herhalde.

Haftanın şarkısı Nil’den… Hakkında her şeyi duymak istiyorummm, tralalala…

Ben İspanya’ya gidiyorum, beni özleyin anacııımmm…