3 Haziran 2011

LİKİTLERİN EFENDİSİ!

Dün posta kutumda siyah taştan bir kedi kolye buldum. Bana gelip gelmediğinden pek emin olamasam da bu fırsatı kaçırmamak için hemen kimselere kaptırmadan taktım. Akşama kadar sürprizin fail-i meçhulü çıkmadı. Akşam Mr. Mutluluk Hattı ve kızlarla terasta oturup bu gizemli şahsın kim olabileceğini düşünerek 800 değişik senaryo yazmıştık ki Ersin koşa koşa gelip “kolyeyi takmışsın” dedi. Anacıım, söylesene baştan, biz de spekülasyonlara dalmayalım. Söylediğine göre ilk iki gün içinde takıldığında ya uğur ya da uğursuzluk getiriyormuş. Bekleyişteyim.


Fail-i meçhul hediyelere bayılırım. İsimsiz çiçekler, kapıya bırakılan, posta kutusuna atılıp kaçılan sürprizler. Bunların içinde en sevdiğim Murat’ın vişneli kurabiyeleri oldu. (Çok sevdiğim bir öğrencim). Mezun olunca da unutmamış, sağ olsun ilk romanımın öz geçmiş kısmındaki “vişneli kurabiyelere âşıktır” ibaresini de atlamamış ve bana elleriyle hayatının ilk vişneli kurabiyelerini yapmış. Ofisin kapısına bırakmış gitmiş. Günlerce bulamadık faili, sonra şapkadan çıkar gibi çıktı…

Hayatımın kadınlarıyla sarıldı hayatım. Kendisini okuya okuya yazmaya başladığım biricik Nazlı Eray’ın can dostu Necla Hanım bugün Ankara’dan bana sürpriz dolu bir paket göndermiş. İçi peeling jelleri ve maskelerle dolu. Kadın dayanışması dediğin böyle bir şey işte. Tam da kızlarla gençleşmenin vakti geldi diyorduk. Eve gelip koşa koşa jelleri, maskeleri uyguladım. Anacııımm, suratımın altından genç bir yüz çıktı vallahi… Geçen hafta da zayıflamaya başlayınca göbeğimin altından bel çıkmıştı. Böyle giderse bir aya kadar yeniden yuvaya yazılacak kıvama gelirim diye düşünüyorum.

Yücel Hocamız da iki ay rejim yapınca 10 kg verdi kaşla göz arasında. Göbek möbek kalmadı. Ona bu yeni haliyle pek alışamadık. Bana sorarsanız başka biri oldu adeta. Yücel Hoca değil o artık, Necati oldu mesela. Rejimden sonra annesi onu görünce, “oğlum, sen gençmişsin ya, evlendirelim seni,” demiş. Dediğine göre alttan genç bir adam çıkmış. Hocamız şimdi annesinin bu medeni halsel aktivitelerine karşı koymak için uğraşıyor.

Eski sevgilim sinir krizi geçirip evimin camlarını taşlayınca, kardeşimle çok korkmuş, polise haber vermiş, sonra da yatağa sığınmıştık. Taşlar camı kırarsa gözümüze gelmesin diye yorganın altına girmiş, o halde bile gülme krizine girmeyi başarmıştık. Ertesi gün İspanya’ya korsanlarla ilgili bir sempozyuma gidecektim. Gözümün teki elden giderse, bir de elime çengel taktırırım, sunumum görsel olarak da başarılı geçer diye kıkırdamıştık. Merve’nin yorgan altı yorumlarından birine bayılmıştım: “Abla, biz bu çocuğu Fransız terbiyesi almış diye aldık, ama fermuarını açınca içinden tır şoförü çıktı.” (Evet, Burhan gibi Fransız mürebiyyeyle büyümüş, Madam Tussaud’yla). Ben bunları sapasağlam alıp özenle delirtiyormuşum, kızlar öyle söylüyor.

Pazartesi akşamı Havuzbaşı’nda Yücel Hoca’nın doğum gününü kutlayacağız. Hocamızın kendisine alınan hediyeleri kabul etmemek, hediye alanlara kızmak gibi kötü bir huyu olduğu için çaresiz bir haldeyiz. Akşam Serkan’la telefonda konuştuk. Hocamızın likit bir hediye kabul edebilme ihtimali üzerine düşündük. Bana, “sen likitlerin efendisisin, sen düşün”, dedi. (Oysa ki bu aralar mideme giden tek likit aş-iki-o! Elma şampanyam, moskatellerim, blue curaçao’m, Mükerrem Hocam’ın ta Güney Afrika’lardan getirdiği vahşi içecekler ve sair likitle vitrinden aşırtmalı olarak bakışıyoruz.) Algılarım istiap haddini aştıkları için duyduğum şeyleri idrak edemez kıvama geldim. Serkan konuştu, ben anlamadım. Sonunda teşhisi koydum:“İdrak yolları enfeksiyonu!”

Erol cumartesi günü kız istemeye gidecekmiş. (Önce acaba kendisine mi isteyecek, dedim. Sonra hatırladım. Kendisine istemez, daha önce denemiş, bu “medeni durum” onda pek durmamış). “Niye sen gidiyorsun?” deyince, “Ben isteyince vermeme şansları olmayacak da ondan”, diye yapıştırdı cevabı kendinden pek bir emin. İyiymiş. O zaman kendisinden rica edeyim de eli değmişken bir de benim için Stefano Accorsi’yi istemeye gitsin. Erol isterse, “Ama bizim oğlumuz Laetitia Casta’yla evli!” filan da deme şansları olmaz diye düşünüyorum. Hatta Paris-Atina üzerinden dönerken bir de George Corraface’ı da istesin annesinden. Arkayı dörtlemek lazım. Sibel Üremesin, biz çoğalalım bence.

Bugün dosyalarıma bahar temizliği yaparken yıllar önce ex-ofis arkadaşım Serkan’ın yönettiği (aynı zamanda oynadığı) Cimri oyununa yazdığım şarkı sözlerini buldum. Hatta bana da bir rol verecekti de (Claude Kadın olacaktım) son anda o rolden sonra bir daha sınıfta kimselere sözümü geçiremem korkusuyla sıvışmıştım. (Hal böyle olunca Claude Kadın rolünde bir erkek çıkmak zorunda kalmıştı, acaba o rolden sonra onun sözü bir yerde geçmiş miydi? İnanın bilmiyorum.) Hayatta beni en çok güldüren insanların cümlesi Serkan’ın ekibindedir. Ben onları izledikten sonra başka oyunlarda gülemez oldum, anacııım. Hep birinci sırada oturur, ortadan ikiye ayrılana kadar utanmadan sıkılmadan gülerim her oyunlarında. Favorim Tolga’dır. Bir numaradır. Oyun sırasında olmayan replikler icat ederek oyun arkadaşlarını bile sahnede şoka ve gülme krizine sokar. Serkan, Tolga, Ceco, İlker, Faruk, Evren, Gökhan… Tiyatro sahnesi için yaratılmışlardır. Bahçeşehir’li olup da izlememek affedilmez ayıptır velhasıl. İşte size işbu oyun için karaladığım şarkı sözlerinden aşk nameleri:



Elise:



Bizde varken bu su aygırı,

Kalbi yosun tutmuş cadı.

Ne köy, ne kasaba olur rüyalarımızdan.

Pembesi gider, tozu kalır hayallerimizin.

Tombul su kabağı, lağım faresi, çorap deliği,

Balık kılçığı, cam kırığı, tüylü ayı!

Elini vicdanına değil,

Bilir cebine koymayı.

Nitekim o vicdan emekliye ayrılalı,

Oluyor bir atmış yıl kadar.

Gönlünü tavan arasına,

Ruhunu da çeyiz sandığına tıkar.

Yosun tutmuş sefil kalbi

Zehir zemberek hazretleri!

Bu gerçeği kabul et sen:

Acı matruşka gibidir.

Açtıkça yenileri çıkar içinden.



* * *

Pis salyangoz, yılanbalığı!

Öteki dünyaya saklıyor kendini

Ve sümüklü servetini.

Ama öyle bir şey yoksa,

Bu onun için kötü bir sürpriz olacak

Ve yakacak ellerini.



Cleante:

Söyleyin aynı toprakta bitebilir mi

Narin bir papatyayla devedikeni?

Sevebilir mi kuş balığı,

Su aygırı papatyayı?

Ah, kalbim:

Dördüncü dereceden bir yanık

Öyle ballı seviyorum ki,

Ne Romeo ne de Juliette

Ne Troylus ne Cryssade

Eldiven atamaz karşımda.

Oysa bu su aygırının,

Kalbinde açabilitesi olan

Tek çiçek kaktüs!

Bu insanı aşka götürür, aşksız getirir gemisinde

Ayaz paşa kol gezer güneş görmez kalbinde.

Yok, Mariane!

Sen ona paralel,

O sana paralel

Sonsuzda bile kesişemezsiniz.



Akılla kalp kan davalıdır.

Aşk mantıktan sonsuza, kadar boşanmaktır.

Ama diğer taraftan,

Doğru demiş ressam:

Akıl uyuyunca ortalığı cinler basıyor.

Bendeki şansa da bak.

Tam dört yapraklı yonca buldum derken,

Kıçıma battı diken,

Önümden kara kedidir geçen.

Ben onun taktığı o sarı kemer olmak istiyordum.

Oysa ansızın hiç takmayıp cebine koyduğu fular oldum.

Söyleyin reva mıdır görmek bana

Kırılgan papatyamı,

Şu tespih böceği suratlı ayıbalığının kolunda!

Ama engel olacağım buna,

Sigaranın dumanı sen istemezsen ağzından

Hep yuvarlak çıkmaz ya!




          Ve o oyundan bir sahne!

 
  Ve işte çılgın tiyatrocularla biricik Süheyl Hocamız!



Ne şanslı kadınım ben yahu! Roman kahramanlarım hep yakınlarımda. Bugün “Sultan’ın Mutfağı” romanımın Hırka-ı Selim’i ziyarete beni geldi. Van’da yaz akşamları üzerinden hırkasını çıkarmadığı için sülale bu adı takmış ona. (Hırka-ı Şerif’ten mütevellit). Ailecek çok severiz Selim’i. Çok okur, çok düşünür, üstelik inanılmaz eğlencelidir. Bugün de pek güldürdü beni. Anlattığı sayısız hikaye arasından amcasının kırkını geçmiş müzmin bekâr bir arkadaşını tanıdıkları bir kızla tanıştırma vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Efendim, buluşma günü adam GS maçına dalar ve randevuya gitmeyi unutur. İşte böyle böyle kalıyorsunuz evde! O da benim gibi etimolojik-patolojik durumda. Bugün yanında yine etimolojik sözlük okumuş gibi oldum. “Arap” kelimesinin anlamı “açık açık, doğrudan konuşan” demekmiş. (Bu arada geçen gün başka bir kitapta “abiye”nin Arapça “utanan, çekinen kadın” demek olduğunu okuduğundan beri üniversitenin karşı duvarında her sabah maruz kaldığım koca memeli “Abiye” fotoğrafının önünden gülmeden geçemez oldum.) Parmakla sayılsalar da harika gençlerimiz var.

Yorgo Amcam geldi Selanik’ten. O da Yücel Hoca’nın annesiyle benzer aktiviteler içinde. Annem ve kardeşim yetmiyormuş gibi, bir de o çıktı başıma. Yarın birisiyle randevusu varmış, kendisine yardım eder miymişim? Yer miyim ben bu ayakları! Kim bilir kimle tanıştırma peşinde beni. Şu rahat ve güzel hayatımın bizim büyüklere dert olduğu yetmedi, Helen’in büyüklerine de tasa oldu. Tahmin edersiniz ki yarın “ben aslında yooğuummm!” Çok acil bir işim çıkacak.

Kraliçenin çay partisine yetişecek kadar bile vaktim yok anacııımmm …