21 Mart 2012

HAYATIMIZDAN BİR YILDIZ GEÇTİ…

   
    Öyle bir insan tanıdık ki, artık “insan” kavramımız değişti, zaten sınırlı olan insan stokumuza yeni alımlar durduruldu.  Üniversitemiz 13 yıllık yaşamının en anlamlı işine imza attı. Her şeyin satıldığı bu dünyada, “şeref” denen değerin hâlâ var olduğunun en canlı kanıtı olan Latin Amerika’dan bir yarıtanrıya fahri doktora verdik. Biz onu değil, o bizi şereflendirdi: Ekvador devlet başkanı Rafael Correa. Tepemizden bir yıldız geçti, ışığı üzerimizde kaldı!
     Minicik ülkesiyle Amerika denen canavara karşı duran bir dev o! Bir ekonomist! Şerefli bir devlet adamı! Ülkesinin yerlileriyle anlaşabilmek için Quichua dilini öğrenmiş bir insan evladı!  Ülkesindeki memurların her türlü hediye almasını yasaklamış, eşine Suudi Arabistan kralı tarafından hediye edilen mücevherleri nakde çevirip sosyal bir projede kullanan bir başkan! Özelleştirme rezaletine karşı kamulaştırma politikasında savaş veren bir şövalye! Yakışıklılığı, karizması, ülkesinin insanlarına olan aşkı, sempatikliği, alçak gönüllüğü ve kısacık süre içinde görebildiğimiz tüm erdemleriyle hepimizi âşık etti kendine.
     Programı sunmak da bana düşünce –İspanyolcamın Türkçemden iyi olmasından mütevellit- çılgın bir heyecan aldı beni. Sanırım hayatta en büyük keyifle ve heyecanla yaptığım işti. Hatta bir ara kendimi kaybetmiş, ellerim kollarım hava Eduardo Galeano’dan satırlar okur haldeyken  Correa’dan alkış bile aldım. Onun gözlerindeki sevgiyi gördüm. Konuşmak için kürsüye çıktığında “hocamızın heyecanını anlıyorum”, dedi. Konuşma sonrasında onu yerine alırken ellerimi tuttu. Sanırım tam da o anda içindeki bütün enerji ve sevgi bana geçti. (Keşke o anda ona “ya beni de götür, ya sen de gitme” türküsünü söyleseydim. Gelecekte ne yapmak istediğime karar verdim: şerefli halklar için çalışmak! Şu sevgi dolu gözlere bakın. Halkına olan sevgisi gözlerinde gizli değil mi? “Ananı, babanı, dedeni, yedi sülaleni de al gel” demiyor mu? Bir de bendeki mutluluğa bakın!
 
      İşte böyle, biz hâlâ kendimize gelemedik, hipnoz kıvamındayız, cümlemiz âşığız. Biz, dünyanın en güzel tren istasyonunu, insanları birleştiren mekânları beş yıldızlı otel yapan bir devletin çocukları olarak Correa’ya diyoruz ki: Ya bizi de götür, ya sen de gitme!


     Ozzy aradı. “Kuzen, ne biçim bir şehir bu ya?” dedi. Tabii, delikanlı Salamanca, Barcelona, Floransa, Philadelphia’da geçen son 10 yıldan sonra kalabalığa adapte olamadı. Haklı. Nerde Salamancam? Akşam akşam “Sana bir bira söyledim”, diyen hocalarımdan ikinci bir emir gelmeden 15 dakika içinde pijamalarımdan çıkıp biranın dibinde olurdum. Ve işin komiği bana gerçekten bira söylemiş olurlardı. Ama esas rekor ilk Lizbon seyahatimdi. Georg her gece toplandığımız caz bara o gece saat ikide gelmişti. Gündüz Salamanca-Lizbon treni saatleri öğrenmiş. “Bir gün gidelim”, dedi. “Bugün gidelim” dedim. “Tamam”, dedi. (Almanların en sevdiğim erdemi, itaatkârlık!) Eve gittik, ben saçlarımı bigudilerle saracak vakit bile buldum, enerji içeceği aldık, istasyonda buluştuk. Tam iki saat sonra gece 4’te Salamanca’dan geçen o meşhur Lizbon trenindeydik! Üstelik benim yeşil pasaportum vardı ve Portekiz vizem yoktu! Uyuyan Alman taklidi yaparak (siyah saçlarımla çok zor olmuştu) sapa sağlam geçmiştim sınırdan. (Bu arada Lizbon’a Gece Treni adlı enfes kitabı okumadan ölmeye kalkmayın sakın. )
    Dün gece gerçekten kendimizden geçtik gülerken. Sefil Türk erkeklerinin (hepsinin değil, sefil olanların diyeyim de meclis dışı olsun bari) terbiyesizlik yapacak güveni nerden bulduklarını konuşuyorduk. Üç kişiydik masada, iki kız, bir Ozzy: sırayla elimizi tehditkâr bir tondan kaldırıp “nereden geliyor bu güven?” ya dedik, son olarak Ozzy hiç üstüne alınmayıp duvara dönerek  ve aynı repliği sunarak dağıttı bizi. O zaten 10 yıldır İspanya’da yaşıyor, genel kıvamda TC erkeği sayılmaz zaten, ama yine de hiç oralı olmamasından anladık biz durumu. Meclis dışı demişten, lise yılarında Uğur Mumcu’nun Sözüm Meclisten İçeri kitabını okuyunca günlerce kendime gelememiştim. Küfürlerden birini ömür boyu unutmadım. Meclis içinde söylenmişti pek tabii. Hazırsanız söylüyorum: “Acıttı mı, cicim?”
     Kuzen atladı geldi. Katıksız çatlaktır. Hem de öyle böyle değil. Benden birkaç gömlek üstte bir seviyededir. Bütün gece genetik olarak bu deliliğin nereden geldiğini düşündük, sülale bazında bir cevap bulamadık. Eski günleri andık. Cümbür cemaat babaannemin Malkara’daki taş evinin bahçesinde asma altında oturup kikirdediğimiz günleri hatırladı Ozzy. Bacak kadar çocukken bile babaanneme ışıklı Reebok giydirip onu kaykaya bindirmek gibi şimdiki durumumuza ışık tutan planlar yaparlarmış. Ben de o esnada bahçede örgü örermişim kendimi kaptırıp. Buna inanamayan akrabalar onlara gelip “Ya, kızımız Boğaziçi’nde okumuyor mu ayol?” derlermiş. Kuzenler de bunu sahih bir şekilde açıklayamazlarmış tabii.
      Ozzy bildiğiniz gibi bir çatlak değildir. Über’dir. Suigeneris’tir. Geçen senelerde en yakın arkadaşı evliliğe tamam mı-devam mı testi için Nepal’a düşünmeye gitmeye karar vermiş. Ozzy’yi de almış yanına. Bir ay Nepal’da düşündükten sonra “tamam” deyip geri dönmüş. Bizim Ozzy kalmış. Oradan ver eliniz Hindistan! Goa’da ev kiralamış, motorla uzun seyahatler ve daha neler neler… Of ya, ben de böyle bir hayat istiyorum.
      Sevgili şeceresini çıkardık, albümlere baktık baktık, güldük. Ozzy, tuhaf bir şey fark etti. “Kuzen, bunlar İspanyol, İtalyan, Meksikalı filan ama hepsi de Alman’a benziyor dikkat edersen.” Olacak iş değil, gerçekten de hepsi Alman formatında uzun boylu, sarışın, renkli gözlü. Sonra bendeki Alman nefretine rağmen neden böyle olduğunu anlamaya çalıştık. Belki de cevap Stockholm sendromunda gizlidir. Hiç sevmem sarışınları ya, ama kader işte. Albümlere bakıp bakıp “şu çocuktaki masumiyete bak, başına gelecekleri bilmiyor”, dedi. walla ben de baktım da resimlerden gerçekten pek bir masum görünüyorlar. Sonra da “romana düşünce okuyoruz” işte Antoş’un dediği gibi.
   Kuzen ertesi akşam mesaj göndermiş: “Kuzen, ne içirdin bize öyle hâlâ kendime gelemedim?” Biricik arkadaşımızın içtiği yek ve sek kadehi saymazsak şu likitleri tüketmişiz: 1 şişe Avusturya menşeli moskatel, 1 şişe enfes kırmızı Lüban şarabı, kardeşimin Ljubljana’dan (Bakın, ne de güzel yazabildim tel celsede) getirdiği Slovenya şampanyası, bir TC şarabı, yıllar önce kitabını çevirdiğim Küba büyükelçisi sayın Ernerto Gómez Abascal Ankara seyahatimde José Martí  kitaplarıyla birlikte- hediye ettiği ve bugüne kadar mucizevî bir şekilde var olan rom… Neden bugün ayağa kalkamadık acaba diye soruyor kuzen Ozzy?
  Ben yazar olmayayım da kim olsun? Öyle sürreal yaşıyorum ki, ben gerçek miyim, kuzenim gerçek mi, kardeşim gerçek mi, yakın ve uzak dostlarım gerçek mi, komşularım gerçek mi, inanın bilmiyorum. Apartmanımızın bir kuçusu var. Annemin bize gönderdiği kavurmaları ona verdiğimiz için adını Kavurbaş koymuştuk kardeşimle. Sonra adının Çıtır olduğunu öğrenince kardeşim, “abla, bu sahne adı galiba”, diyerek yıktı beni. Neyse, köpek apartmanda yaşıyor. Komşunun paspasında. Hal böyle olunca kadına gidip “alıştırmayalım hayvancağızı iç mekâna”, dedim. “Ben de çok seviyorum onu, ama olmaz”, dedim. El cevap: “Sevmiyorsun sen onu. Haydi bir sev bakiiim, nasıl seviyorsun görüceemm”. Yok anam, bu hayat bir kamera şakası.
    İslam Korkusu kitabını 15 Temmuz’da teslim edeceğim diye panik bir hayat yaşıyorum.  Öyle bir delirmişim ki, geçen gün kardeşim geldi, ona “Merve, dolapta İnebahtı var, ye”, dedim. 23 yıllık kardeşim doğal olarak beni anlamadı. Tekrar ettim aynı cümleyi, ama anlamamakta direndi.  “Kazandibi” desem her şey daha anlaşılır olacaktı tabii. Mevcut halim budur.
    Geçen gün Erol’un programında komik bir şey oldu. Söylemeyi unutmuşum. Erolcuğum’un annesi çok hasta. O da üzülüyor tabii, kahroluyor. Keyfi yok. Programda da öyleydi. Başkasıyla program yapar gibiydim. Bir ara öyle sıkıldım ki, kendi kendimi eğlendirmek için kendim gibi oluverdim yine.  Zaten spor çıkışı üzerimde kalan parlak Madrid tişörtü ve koca kırmızı küpelerle tam evlere şenliktim. İspanyolların yemek konusunda komplo teorilerine değindim. İddialarına göre 1800lerin başındaki İspanya işgalinden dönen Napolyon birlikleri enfes reçeteler üretilen manastırlardan bu tarifleri de beraberlerinde götürdükleri için Fransız mutfağı bugün bu kadar başarılı. Rahibelerin tatlıları çok meşhurdur. Cilt cilt tatlı tarifleri basarlar. Erol buna şaşırınca doğal olarak şöyle bir diyalog gelişti:

Erol: “A, rahibeler iyi tatlı mı yapıyorlar?”
Bendeniz: “Evet, yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığı için!”

   Haydi şerefle kalın anacıımm. Yıldızınız ve Correa’nız bol olsun.