12 Mart 2012

MAHALLE BASKISINDAN ŞEHİR BASKISINA…

     Annemi anlarım, akıllanayım durulayım diye baskı yapıyor yıllardır. Evlenip çocuk yapacakmışım da sevecekmiş. Ben de onun aklını seveyim. Ben o çocuğu süpermarkette, kasapta unuturum her akşam koluma iple bağlamazsam.  Kendime zor bakıyorum, yatağa giden sarı fosforlu çizgiler olmasa gece evin yolunu zor bulacağım. Zaten havaalanında yaşıyorum. Ayrıca o çocuğu bir TC vatandaşından yapacak olsam Selahattin gibi “biz bu çocuğu yaptık, ama hiç olmadı”, demeyecek miyim? Tabii diyeceğim. Biricik eski rektörümüz Deniz Hoca bir gün bana “sen evlenmemesi gereken bir türsün, evlenirsen sen olmazsın”, demişti. Yoksa yazamazmışım, hayatımı yaşayamazmışım. O gün bugündür bunu anneme karşı savunma aleti olarak kullanıyorum. (Bir işe yaramıyor o başka). Dün Elif de “senin türünün devam etmesi lazım, ama nasıl olacak bilemiyorum”, dedi. Ben de dedim ki, Törkiye benden ikinci bir kopyaya henüz hazır değil!
       Bu mahalle baskısı canıma tak etmişti ki, olay Cuma günü yeni bir boyut kazandı. Taksim’de hızla koşarken bir dilenci yanıma geldi ve bana “inşallah evlenirsin be abla”, dedi. Aaaa, terbiyesize bak. Sorunsal 1: Dışarıdan nerden gördün bekâr olduğumu, Geryyyyyy? (O dantel çoraplardan evli hatun kişiler giymiyor mu sanıyor acaba? Ya da bunların koca bulmaya yönelik tekstil sınıfına dâhil olduğuna mı kâni?) Sorunsal 2: Sen bana böyle beddua edersen ben sana para verir miyim sence? Önce bir bana bak, evlenecek göz var mı bende? Neyse, çocuğu atlatmıştım ki Eyüp’ten bir sms geldi: “Sana yakışıklı Frankfurtlu bir koca buldum, ama karşılığında Brezilya bileti isterim”. Üstüme iyilik sağlık, Eyüp bu ya? Başkası olsa haydi neyse. Gül gibi hayatımı görüyor, amma son zamanlarda anlaşılamayan bir beni yakın arkadaşlarından biriyle evlendirme fantezisi geliştirdi. Ben bu arada Eyüp’e telefon açıp ona bekârlığın sultanlık olduğunu anlatırken eve gelmişim. Asansör bekliyorum. Tam 9 yıldır görmediğim Bahçeşehir’deki temizlikçi kadınımı gördüm, pek sevindim. Bana şu cümleyi kurana dek her şey yolundaydı inanın: “Ayyy, Özlem canııııım, nasılsın, evlendin mi?” Bu bir kamera şakası değilse, “yatıcaz kalkıcaz geçicekkk”, “sabah olcek kâbus bitçek” diye kendimi avuttum. Dünya standartlarında 60 dakikadan mürekkep bir saat dolmadan üç adet şehir, arkadaş ve apartman baskısıyla karşılaştım anlayacağınız. Kapıyı açıp eve girdim ki, Çin’den bir sms. Hayatım boyunca tek ve yek defa gerçekten evlenmeye karar verip, nikâha 10 gün kala kaçtığım -daha doğrusu sırra kadem bastığım-  (üstelik arabasını ve eşyalarını taaa Barcelona’dan gemilerle birlikte getirdikten sonra) Jordi değil mi? “Seni Hong Kong’ta dört gözle bekliyorum”. Şansalll, bir durduralım canım bu sahneyi. Anacım, ben kendisine her kızdığımda “Çin’e kaçacağım, bulamayacaksın beni” demez miydim?” Bu nasıl bir kader ya? Heyy, Olimposlu kardeşlerimiz bizle dalga mı geçiyor ya? Krizden nektar, ambrosia filan kesilince eğlence için bana mı sardılar acaba? Mola istiyorum ya!!! PASOK yapıyo, acısını ben çekiyorum yaaa!
       Tuhaf bir enerjim olduğuna, çok istediğim şeylerin Tanrı tarafından bana gönderildiğine inanmam için nurtopu gibi bir nedenim daha oldu. Bu da düşmanlarımı korkuttu. Çünkü şimdiye dek ettiğim her hakikatli beddua tuttu. Misal: Hronis’i kıskanıp sinir krizi formatından buhran formatına geçen eski sevgilim şiddetin arifesine gelince ona “Allah şu anda cezanı versin!” demiştim. Nasıl içten istediysem, salak “tam o saniyede” salonla banyoyu ayıran bir karışlık basamaktan düştü ve gözümüzün önünde ayağı şişmeye başladı. Hemen hastaneye gittik tabii. Akılsızın ayağı kırılmış, iki hafta raporlu evde yattı, alçı da bir ay çıkmadı! Ben elimi bile sürmedim, Tanrı’ya havale ettim. O halletti. Ne dersiniz? (Bence bana yamuk yapmayın).
      Muhteşem bir falcımız vardı. İsim isim, yer yer, tarih tarih anlatırdı her şeyi ve biz ağzımızı açıp dinler, sadece şimdiki zamanı değil geleceği tutturma konusundaki akıl sır ermez başarısına şaşar kalırdık. Düzenli olarak gider, başımıza geleceklerden, hayatımızdaki insanların bize yapmakta oldukları hayvanlıklardan haberdar olur, ayağımızı denk alırdık. Ne olduysa çocuk kayboldu. Çalıştığı mekândan ayrılmış. Tam üç haftadır deli gibi arıyoruz onu, yok! Çalıştığı yere tam üç kez telefon edip yalvardım, vermediler telefonunu. Cafer’le düşün taşın, son çare olarak boş bir günümüzde (olmaduğuna) çalıştığı semti boydan boya kafe kafe gezip onu bulmadan dönmemekte bulmuştuk ki, bakın ne oldu! Ataköy’deki evimdeki kiracı çıkmış, annem de sağ olsun yeni bir kiracı aramış bulmuş. Okula kadar gelip bana kira kontratı imzalattı. Ta giderken, “ayyy, X kafenin sahibi kiraladı evi”, demez mi! Bizim falcının çalıştığı kafe! Neeee? Ne bileyim ben ya, başka bir şey isterdim yoksa Tanrı’dan! Olacak iş mi? Hemmmmen delikanlıyı arayıp bizim falcının yerini öğreniverdim tabiii… “Tam kontratı imzalıyordum da…” dememe gerek bile kalmadı J Tanrı beni bu kadar severken, ben O’nu nasıl sevmeyeyim!
     Dün arkayı üçleyip benim sıra dışı falcıya gittik. Bu çocuk beni serseme çeviriyor. Bu kadar mı bilir insan. Bana söylenen cümle yalanı, isim isim, soy isim soy isim, yer yer tüm detaylarıyla söyleyiverdi. Aklım uçup gitti yine. Osmanlı’nın adım atmadan önce müneccimbaşına danışması pek yerindeymiş. Hele hele Cafer’e ben ben olalı duymadığım bir düşmanının isim söyledi ki (farzı misal: Kutbuddin) orada durduk işte ve bir kez daha saygı duyduk. Onsuz adım atmak yok.
     Şerefsizlik? Evet kısaca şerefsizlik dediğimiz şeyin nasıl başladığı konusunda bir sav daha geliştirdim. Mutsuz bir çocukluk yaşayan ve babalarından baskı gören, onlardan nefret eden insanlar doğrudan şerefsiz olarak gelişiyorlar. Yakın çevrenizde ailesini sevmeyen ve çocukken mutsuz olan insan barındırmayın derim ben.
    Niça ve Antoş’un evindeki yeni koltuk gaziler ve harp malulleri gibi bana bırakılması gereken bir yer oldu. Her hafta sonu elimde leziz bir içkiyle –bu hafta bergamut likörü- ile âlemlere akmak için onları beklerken yeni bir şey duyuyorum. Dün de Kazantzidis çalıyordu ve şöyle diyordu: Ta pio omorfa pragmata  erxondai eki pou den ta premeneis. Meal: En güzel şeyler hiç beklemediğin bir anda gelecek!  Falcı da öyle dedi.
       10 gündür Napoli’den gelen İspanyol bir misafirim vardı. Pek bir yoruldum, ama onun sayesinde sevdiklerimi gördüm. Encarna’yla önce Kiva’yı (şiddetle tavsiye: incirli muhallebi) silip süpürdük, sonra Anemon Otel’in (şiddetle tavsiye: kırmızı koltuklar) tepesindeki içine Galata Kulesi’nin girdiği baş döndüren Haliç manzarasında birkaç amaretto attık, sonra kule dibinde Sensus’tan şarabımızı kapıp (bu arada İtalya’da yaşayan bir İspanyol’a TC şartlarında da böyle enfes enoteca’lar olduğunu gösterip) ex-lerin efendisi Serkan’lara damladık. Hayatımda aralıksız olarak en çok güldüğüm ve kendimi en çok evde hissettiğim yer Serkan ve ex-kayın Serdar’ın neşe dolu evi. (Sanırım Serkan’ın dediği gibi ben Muazzez İlmiye Çığ gibi olduğumda bile ayrılamayacağız). Ben Ankara’dayken Ankara seyahatini benimkine denk getirip “Seninle Ankara’da gezme fantezim var benim”, demişti ama bizi kar kütleleri ve onun hücrelerine yapışan “genç iş adamlığı” ayırdı. Beni üçüncü aradığında kalenin tepesinden şehre bakarak bir şişe Kavaklıdere’yle sarhoş olmuştum bile.
      Geçenlerde onunla Sensus’ta iki şişe devirmiş, gece boyunca kikir kikir gülmüştük. Kendisine başka bir fantezi geliştirmiş. Bir şişe bira açıp bloğumu okuyormuş. “Hiç ayrılmamış gibi hissediyorum, her yaptığından haberim oluyor”, demişti. Ona buradan kocaman bir selam çakıyor, ekstra yakışıklı yanaklarından kocaman öpüyorum. Sonra da o 360 derece İstanbul manzarası olan kelimelerin yetmediği teraslarına çıktık. Encarna eve döndüğünde şöyle diyordu: “Şimdi anladım, biz İtalya’da yaşamıyoruz!”.
    Velhasıl, bütün gece tercüme yapmama rağmen karnıma ağrılar girdi gülmekten.(Bu işi hiç sevmem, ama bu sefer yaparken bile eğlendim). Bir an geldi ki artık tercüme yapmama gerek kalmadan anlaşmaya başladı herkes. Encarna’nın Serdar’ın anlattığı bir şeyin tek kelimesini bilmeden aslında hepsini anladığını ve gözlerinden yaşlar geldiğini gördüğümde ben de dağılmıştım. Beş saat fasılasız gülmüşüz. Bizim delikanlılar dört bin yıllık tarihi olan bir oyunu yeniden canlandırıp memlekete kazandırdılar. Gecemiz gündüzümüz o oyun olmuştu. Oyun aramızda yaşayan bir canlıydı sanki. Ben saçmalamaya başlamış, geceleri rüyamda oyunu görüp korkuyla uyanıyordum. Hatta bir keresinde saçmalık âleminde öyle bir seviyeye gelmişim ki “Macarca ona kadar say” diye sayıklamışım. Neyse anacım, eve bir girdik bu oyunun devasa versiyonu yapıp salonun ortasına koymamışlar mı? Ev ve tavanlar acccaip büyük olmasına rağmen oyun hala ejderha boyutunda bana bakıyordu. İşte, dedim, kâbus diye buna derler! (Bundan önceki beni eve girer girmez şaşırtma operasyonu hiç unutulmazdı: Küs idik ve bana sürpriz doğum günü partisi düzenlemişlerdi. Kapıdan içeri girdiğimde balonlardan ev görünmüyordu.)
        Onlara her gittiğimde ruh delen bir şarkı dinletip salya sümük ağlatıyor beni. Bu sefer de ruhum delindi, ama gülme krizinden çıkamadığım için şarkıyı o ruh haliyle sonradan dinleyebildim. Janet-Jak Esim’den geliyor, “Entre las vuertas paseando”… Offf, anam, ruhum takıldı. Mutlaka dinleyin, mutlaka!
     Geçenlerde akşam tiyatroya gidecektik. Annem oyunu görmüş, bana mesaj atmış. Aynen şöyle: “Özlem, Rosenbergler kim? Annen soruyor”. Mesajı atan annem, attığı zat da ben. Nasıl sms ama? Bu ihtiyarların cep telefonuyla imtihanı beni öldürüyor. Neyse, bilet kalmayınca biz de Harbiye’de babamın TRT zamanlarında sık sık ziyaret ettiği bir meyhaneye gittik ailecek, arkayı dörtledik, aile boyu içtik.
    Öğlen yine yemekhaneyi yıktık. Yakında ya masamıza oturmak için bilet keseceğiz, ya da yemekhane çıkışı muhasebeye uğrayıp tazminatımızı alacağız. (Her iki durumda da zenginiz anlayacağınız). Mr. Mutluluk Hattı eskiden robdöşambrla garsoniyeri karıştırıyormuş. Bendeki vaka daha da feciydi. Çünkü robdöşambrla redingodu karıştırıyordum. Üstelik bu sırılsıklam salak hatayı ilk romanımda yapmıştım. Adam sabah kahvaltı için kalkıyor ve redingodunu giyiyor. Allah’ın bir kulu da fark etmedi. Ama parmak çocuktum ben o romanı yazdığımda, hatta o bölümü 17 yaşında yazmıştım. (Bu beni affettirir mi? Sanırım bu da hayır). Hola’da bir cehennem sahnesinde de kaktüsler, devedikenleri ve katırtırnakları vardı. Kardeşim (daha bacak kadar çocukken) bir gün “abla, sen katırtırnağının sarı ve güzel bir çiçek olduğunu bilmiyorsun di mi?” deyince, bunu okurun da bilmemesi için dua ettim. Henüz bir tekzip gelmedi. Etrafımdaki zeki insanları azaltırsam daha zeki görünürüm kanaatindeyim.
     Emrah’la telefonda bundan sonra vize sorunumuza nasıl bir çözüm getireceğimizi düşünürken aklıma bir ayağı çukurda bir Yunan’la evlenmek (Bu benim Yunanca’da çok sık kullandığım bir tabir: me ena podi ston lako) ve tarihçi dostları nüfusuma almak geldi. Senaryoya göre adam ölmüyor ve ben ihtiyarla şemsiye altında otururken bizim nüfustaki delikanlılar havuzda çığlık çığlığa eğleniyor. Sonra Zanzibar’a kaçma, baharat ormanlarında yaşama planları yaparken kapı açıldı ve içeri pek bir sevdiğim iki delikanlı çatlak dostum girdi içeri. Ve biri (kel olanı) dolabın üzerinde duran peruğu taktı (Peruğu giderken oda arkadaşım Serkan bana çeyiz olarak bırakmıştı), Bengücüğüm de askıdaki kırmızı saten atkıyı dolayarak telefon konuşmamın uzamasını protesto etti. -Bu arada lütfen tikat, bizim ofisler cam!- Ben o esnada yerle yeksan olmuştum. Ama ya tam o anda içeri dekan, rektör ya da mütevelli heyeti girseydi bunu nasıl açıklardık? İkisi doçent olmak üzere üç eşşek kadar hoca olarak belki bir “açıklayabiliriz” diyebilirdik. Onlar da “geçerken muhasabeden…” derlerdi pek tabii. (Serkan evlenenince peruğu da bana kaldı, artık korkumdan hiç takmıyorum, en sağlıklı bünyelerde evlilik hissi yaratan bu peruk bende travma yapıyiii…) Bende ÜAK’tan (Üniversitelerarası kurul) bir ödül hak etmişimdir. TC’nin tek odasında kuaför mankeni ve peruğu olan akademisyeni olarak…
     Yaa, Serkan da evleniyor, şimdi kim nişanlım taklidi yaparak beni istenmeyen delikanlılardan kurtaracak.  Zor zamanlarımda can simidi olmuştur bana. Ex-ofis arkadaşım olan Serkan evleniyor tabii. Sevgili Serkan’a gönderdiğim mesajları az göndermemiştim ona yanlışlıkla başlarda. Bir gece sevgili-Serkan ve Serdar’la Nevizade’de içerken bizim Serkan yoldan geçiyordu ve tanıştıklarında sevgiliye aynen şöyle demişti: “Abi, bana ne mesajlar geliyo bi bilsen!”
     Dün Muhtar Özkaya Kütüphanesi’nde bir konuşma ve imza günüm vardı. Kütüphanenin ve Kadıköy Belediyesi’nin sempatik görevlileri bir sürü afiş ve bez afiş hazırlamış Kadıköy’e asmışlar. Emrah bir sabah sokağa çıkınca afişi görüp, “aaa, bu kız albüm mü yaptı acaba?” demiş. Elçinciğim de otobüste giderken görmüş ve Garfield gibi cama yapışmış. Dün sohbet enfes geçti. Dinleyicilerden biri Bayan Yanı’ndan çıkan TC erkekleri yazımı imzalattı. Koptum.
    Erol (Mütercimler) yarın akşam programına çağırdı beni. Ne zamandır kaç tane programdan kaçmıştım, ama onunla başka olur bence. En son Turgutreis’te sempozyum masasında harikalar yaratmıştık. Bana “alın başımdan bu ceberut kadını” demiş ve ortalığı yıkmıştı. Eğlenmek istiyorsanız, yarın gece Cem TV’deyiz.
    Ben kaldığım yerden işe dönüyorum anacıımmm, haydi selametle…