16 Mayıs 2012

ÇIKACAK BU KALP YERİNDEN: SÖYLE ÇIKMASIN! Ya da JE T’AIME MECBUREN JE T’AIME


       İnsanın kendisi deli olursa yırtma ihtimali olabilir pekâlâ, ama bir de ileri dereceden deli kuzeni varsa sıfırın altıdır ihtimal.  Galata’da Sensus’ta iki, Ritim Galata’da koca bir şaraptan sonra bir fark ettim ki ben geçmişte yediğim naneleri hatırlamıyorum, onlar doğrudan kuzen Ozzy’nin hafızaya yerleştirilmiş. (Almanya’dan oğlu gelmiş ev sahibinin, anıları benim hafızadan çıkarmış.) Tabii sen kuzeni “Gel sen de Salamanca’da oku”, diye kandırırsan o da şehrin başına senin yüzünden gelen her türlü felakete şahit olur. Taksim Meydanı’nda ayrılırken kuzen Cafer’e şöyle dedi: “Bunlar daha bir şey değildi, sadece promosyon”. Cafer’in bana kurduğu cümle ise gecenin bombalarından “Tanrı öteki dünyada seninle ilgili hatırlayamadığı şeyler için Ozan’ı çağıracak”. Ben mi Alzheimer olmuşum, kuzen mi uzay değerlerinde zeki? (Cevap veriyorum: Kuzen çok zeki, ayrıca doktor her şeyi hatırlama demişti, ondandır.)
      Öteki dünya diye bir yer varsa (Boğaziçi’ndeAmerikan edebiyatı hocamız Mr. Endress “If there is no other world, it will be a really bad surprise” derdi) ve o zebaniler beni değil de Ozan’ı dinleyecek olurlarsa ben yanmışım a dostlar! Uzun zamandır gülmekten altıma etmiyordum, bu gece de itiraf ettim ama bir inanan çıkmadı. Ben bu gece gülmekten bilfiil altıma ettim Galata’da!  Ben ne çeşit bir canavarmışım da haberim yokmuş.
      Kuzen sanatçı. Kariyerinin son kısmını Salamanca’da tamamladı. Yıllardır Barcelona-Floransa hattında yaşıyor. İki seneye İspanyol vatandaşı olacak. (Ben de büyüyünce olacaktım, ama baktım büyüme ihtimalim sıfır, evlenerek olayım dedim. Sonra şakası bile kötü geldi, Çin’e kaçacaktım ki, baktım benim müstakbel Katalan kaçmış oraya. Ben burada kaldım güvende olayım diye.) Kuzenin hayatımın İspanya kısmında bana ettiği iyiliği kimse etmemiştir bana. Okur bilir. İspanya’dan hafta sonu için gelen bahtsız sevgilime bakmıştır öğrenci haliyle. “Şey, kuzen benim İspanyol’a bakar mısın bugün? Ben çok sıkıldım da!” Çocukken kardeşini pazara götürmek için bile annesinden para istermiş, benden beş kuruş almadan bu kutsal görevi üstlendi ya, Allah ondan razı olsun. Javier’i (bana gökten yıldız alan delikanlı) götürüp 24 saat içkiye boğmuşlar, sıcak şarap bile yapmışlar öğrenci halleriyle. Tek lokma yedirmeden içirmişler garibe. Ertesi gün teslim saatinde bana getirdiler. Üniversitede de parti var. Ama yemek var, içmek yok. Delikanlıyı teslim alıp partiye gark ettiğimizde bize kurduğu şu cümleyi hiç unutmadık: “Un día comer, un día beber” (Bir gün yemek, bir gün içmek)
      Annemin ne cadaloz olduğunu hatırladık. “Freaky hatun”, dedi kuzen. “Bundan deli olmasın, delidir”. Annemin bir ud çalan taklidini yaptı ki, annem sandım. Sonra benim bile bilmediğim bir detayı öğrendim. Juan Ignacio nam bir İspanyolumuz vardı nurtopu gibi, bize gelmişti. Annem hiç haz etmemişti kendisinden. Masada öksürünce annem Ozzy’ye “sevmedim herifi, soğuk odada yatırdım, oh, hastalanmış”, demiş. 12 yıl sonra bugün öğrenmeme ne dersiniz?
       Bar masasına tünemiş içiyorduk Sensus’ta. Bir zata kızıyordum yine “psikopat”, diye. Ozzy her zamanki o en sevdiğim repliği tekrarladı. “Bakma sen buna, psikopat kendisi. Herkes masum.” Bir şey değil Ebru’yu da pek sevdim. İmajı camdan olanın burnu boktan kurtulmaz demiş atalarımız. (Bu arada Ebru’nun doktora tezine bayıldım: Çok gezen insanların yemek tariflerindeki farklılıklarla yapılan sosyal bir analiz.) Gelecek ay İspanya’dan ödüllü romanım Doğan Kitap’tan tekrar çıkacak. Çok sevdiğim bir diyalog buldum o kitapta:
Nosta (Ben yani): “Haydi geçin içeri, size biraz psikologluk yapayım?
Kızlar: “Psikolog mu? Senden olsa olsa psikopat olur!”
    Hal böyle olunca hatırladım tabii. Bunu tek söyleyen kuzen değildi ki!
        Salamanca günlerini andık. Doktora sonrası yemek akabinde kuzenin evine gelmiştim elimde raporlar. O anı kuzen Ozzy şöyle anlatıyor: “Kuzen kapıdan girdi. ‘Cumlaude aldım!’ dedi. İyi bir şeymiş cumlaude, yüksek onur ödülüymüş İspanya’da. Ben ne bileyim. Bildiğim tek Cumlaude vardı, o da disko!” Tam da Cumlaude nam diskonun o insan boyu devasa kolonlarına çıkıp dans eden salak Amerikalıları taklit ediyordum ki, o an daha bir komik geldi manzara gözüme. Cumlaude eski bir manastır Salamanca’da. Disko olduğundan beri gelirini de kimler alıyor bilin bakalım! Rahibeler!  Tek başınıza bile gidip dans edebilirsiniz, kıro yok, asılan yok, rahatsız eden yok. Gölgenizle sabaha kadar dans edebilirsiniz. Hey yavrum, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar…
      Off, daha ne komik şeyler hatırladık. Ama anlatamam. Neyse, şöyle ucundan anlatayım. Yaptığım suigeneris bir kötülüğün cezası olarak başıma gelenlere bakalım. Girdiğim bir bijuteri dükkânında bir yüzük denedim. Parmağıma taktım. Sonra bir çığlık duydum, sonra da zifiri karanlık. Gözlerimi açtım, ambulanstayım. Kafamda koca bir chichón (Türkçesini wallahi bilmiyorum) şişmeye devam ediyor. Javier karşımda, gazetecilerle röportaj yapıyor. Neyse, ben ölmüyorum. Ertesi gün polise gidiyoruz şikâyette bulunmaya. Karakolda bekleme salonunda bir gazeteye bakarak oyalanıyoruz. Abariiii… O da ne? Bir 3. sayfa haberi: “Salamanca Üniversitesi öğrencisi Türk kızı O.K. (27) nişanlısıyla yüzük almaya girdiği dükkânda kafasına tavan çökerek yaralandı”. Yüzük, saçma pembe bir yüzüktü, ama bu haber başıma neler neler açtı. Hikâyenin tamamını ölmeden önce yazacağım, lakin sanırım bu kadarı bile yeterli. Kuzenden yoruma bakın: “Salamanca’da binalar zaten en iyi ihtimalle 500 yıllık. Taş gibi taştan yapılıyor. Yüzyıllardır çökmemiş, kuzenin kafasına çöküyor! Hak etti tabii.”
      Bu arada kuzen Reina Sofia Müzesi’nde eserleri sergilen birkaç Türk’ten biri. Zekâ ve yetenek enflasyonudur. Sülalenin en parlak figürü bence. Övünmek gibi olmasın hepimiz hafif kontağızdır, bol çılgınlı bir sülaleyizdir, ama Ozzy başkadır. Gecen Cuma yeni bir sergisi açıldı Kadıköy Hush Gallery’de. Yolunuz düşerse gidin, yakışıklı eserler.
      Geçen senelerde Yunan adalarına yaptıkları seyahatleri resimlerden takip edip çatır çatır çatlamıştım. Dün gece tek başına bir cruise’de yaptığı bir seyahati anlattı. Galata’dan Taksim’e yürüdük dört kafadar. (Yolda neler gördük neler, ama kahkaha komasından korkamadık duruma) Tam Şişhane’nin sokak lambaları altında durup bu macerayı dinledik, Ozzy de pek güzel anlatıyor anacımmm… Sen git, iç iç, sonra geminin ucunda tek başına Titanik yapmaya çalış. Sonra gelsin Yunan güvenlik görevlileri, kolundan tutup indirsin. Yakışır kuzenime. Yalnız yolculukta sıkılır mı benim kuzenim? Haşaaa… Ne yapar? Ağlarla örtülmüş havuza tramplenden atlar… Hey yavrum, hey. Ağlar bedenine desen olur günlerce! Bir tanedir benim kuzenim. Zaten iki tane olsa bu TC’nin halini düşünemiyorum ben!!! Kuzzzzeeennn,  on numarasınnnn bir tanemmm…
     Gelelim günün anlam ve önemine. Kardeşim evini kakalaklar (kelimeyi yeni öğrendim, hemen cümlede kullandım) bastığından mütevellit benim eve taşındı. Alt katında fırın olan evde yaşamayacaksın anacııım. Sıcaktan tepelere çıkıyormuş Hamam Fatmaları. Yavrukuşum  evi ilaçlayıp bana taşındı. (Geri döndüğünde hepsini gaz maskesiyle, insan boyunda elinde gazete, sırtında İbrahim Tatlıses atleti, kıçında çizgili pijamayla bulmasından korkuyorum.)  Ben de bir daha evine dönmesin, benimle kalsın diye mutfağa girdim, mısır ekmeği seviyesine kadar çıktım. “Oo, abla, eve bağlama büyüsü falan”, dedi. “Kalbe giden yol mideden geçiyor ya, ben de doğrudan mideye gelip orada kalıyor,  abla. Kalp olmaduğunaaa…”  Oh, bir şenlik bir şenlik.  Cuma günü de onu aramayınca bana şu sms’i göndermiş. “Aramadın, ilişkimiz rutine mi bindi?” Bu da bir Yiğit Özgür karikatürüne göndermeydi tabii yalnız ikimizin anladığı.
      Kardeşim küçükken “beni kucağıma al” derdi. Ben de her sabah Mr. Mutluluk Hattı’nın odasına gider ona sarılıp böyle derim. Ama nereden bilirdim, Cafer’e hiç söylememişim bunu. Spordan çıktım, elimde koca çanta, Kabalcı’nın önünde buluştuk. Cafer’e “beni kucağıma al!” dedim, Cafer de aldı. Beşiktaş’ın orta yerinde eğlence oldu millete. Benim bunu gelip geçen öğrencilere açıklayacak vaktim olmadı. (Hem de hiç)
      Sanırım gerçek bir kalpsiz oldum. Bende de olay midede tıkanmaya başladı. Geçen gün Caferciğim’le Kazan’da biralanıyorduk.  Yeni e-mail adresimi herkes gönderirken hayatımdan sildiğim birine de gönderdiğimi fark etmiş. Ben unutmuşum, o görmüş toplu listeden. Bana “Kubilay’a da göndermişsin”, dedi. “Kubilay kim ya?” dedim. “Kubilay işte” dedi. Sonuç: Herifi hayatımızdan nasıl sildiysek iki kişi yarım saatte adını hatırlayamadık. Tek hatırladığımız K harfi ile başladığı! Daha iki ay olmadı, sıfırladık abiyi. Kafamdaki çipi çevirince ertesi gün başka bir insan olduğuma bazen ben bile inanamıyorum!
      Gelelim günün anlam ve önemine. Kitap yazarken uyku düzenim değişti tabii. Bazen azıcık dinlenip devam edeyim diye giriyorum yorganın altına, kalkamıyorum. Bu gece de öyle olmuştu. Ama kardeşim eline aldığı bir havluyla bana Serdar Ortaç şov yapınca kahkahadan boğulmamak için kalktım, bir daha da uyuyamadım. (Blog yazdım fırsat o fırsat). Biz severiz Sertar’ı. Her sene Kuruçeşme’de verdiği konser bizim evin içinden net olarak duyulur. Değil şarkılar, ara sözler bile mutfağa kadar gelir. Bu yaz Arena’da izleyeceğiz delikanlıyı. Neden mi seviyoruz onu? Hayatının on yılını Rock dünyasında yazarlık yapan biri nasıl olur da Serdar’ı sever mi diyorsunuz? Sempatik buluyoruz herifi. Üstelik içimizdeki hücreleri uyandırıyor. Dans ettiriyor. Milli kodlarımızla oynuyor. Bu gece o milli kodları çözdük. Saçma bir milletiz ya, saçma sözlerle kendimizden geçiyoruz. Merve’nin (kardeşimin) bir arkadaşının yorumuna hasta oldum: “Bir şarkı 4 dakika 11 saniyede hiç mi bir şey anlatmaz ya?” Sizin için Serdar’ın şarkılarından düzgün beslenen bir insanın bu dünyada ve öteki dünyada asla yazamayacağı sözler seçtik. Bakalım neler bulduk sadece 3 albümde:

“Varlığın içime dert olur, ama yine bulunsun”

“Tozşeker olsun yerim, ben gönlümden zenginim.
Hissime n’olur güven, ta altyapıdan sezginim
Bol sulu aşktan hoş kafam
Koy nargile olsun havam
Tavşankanı demle şu çayı, tak ortasına yarım ayı.”

“Yüz yüze bakışalım hangimiz platonik?
Yüz yüze bakışalım, hangimiz fotojenik?”

“Aşk bu kızılötesi, yaralı müzesi, hareket edemem.”

“Çıkacak bu kalp yerinden: söyle çıkmasın.”

“Acılarım heveste, güneş açar aheste, bir kapalı kafesteyim
Topu topu bir deste, ara sıra bir besle, iki nota bir besteyim.”
(Bu sözlere ben olsam şöyle devam ederdim: “Ördeklerim güneşte, yiyorlar küpeşte, tavuklarla kümesteyim”. Hadi, saklamayın, ben de kıvırdım bu işiii….)
“Haber aldım gökyüzünden, yağacakmış kar bu hafta, en azından yaklaşıyorsun.”

“Var mı beyin açıcı?”

“Sana kalsaydım tutanaktaydım, boşamaktan hüznü”.

“Bu da çözüm olmadı yaramıza, seni öne yazalım yürek atamasına.”

“Hevesini kıra kıra bir lokma çocuğun.

“Sana birkaç eziyet sundum, seni bu aralar oyalar.”

Sonra baktık ki bunca söz arasında en anlamlısı şu: “Clap your hands and move your body!

      Ama kardeşim buradan bana sizlere sesleniyor:
“Lütfen Serdar’ı hep sevdiğimizi ve de seveceğimizi de yazar mısın?”
     Yazarım anacım, severiz biz onu, “Je t’aime, ille de je t'aime, emret yolunda dağları aşıp gelem”…. Ooo…
  Sözlerime Mr. Mutluluk Hattı’nın son haiku’suyla son veriyorum:

“Değirmen hayat,
Ömrüm oldukça ömrünsün,
Aşk bitmez, geçer.”

      Aklınızı kullanın, âşık olmayın anacıııımm… Hayat âşık olunmayacak kadar güzelll yeavrooom… Yine Serdar’la bitiriyorum: “Vazgeçtim seni sevmekten, vazgeçtim seni sevmekten!”
      Var mı beyin açıcı????