31 Mayıs 2012

PLEASE ACCEPT MY CONDOMLESSNESS!

     Efsane devam ediyor… Yalnız benim başıma gelebilecek olaylar zincirine yeni bir halka. Dün Mr. Mutluluk Hattı’yla öğle yemeğinden dönerken kalabalık Beşiktaş ortamında kulağımın dibinden geçen Yunanca kelimelere istemsizce cevap verdim. “Bir kahve arayalım” diyordu sesler, ben de farkında olmadan “arayın da bulun bakalım” demişim Yunanca. Sonra sesin sahibi kim bu manyak merakıyla bana dönünce 17 milyonluk İstanbul’un aslında ne tuhaf bir hezeyan olduğunu anladı ve korktu sanırım: “Aaa, biz dün senle aynı otobüsle Alexandroupoli’den geldik!” Haydi beni geç, öğle yemeği şoku, bir de kadını düşünsenize! Doğal olarak ben kadını hatırlamadım, ama o beni unutmamış. Bilin bakalım, neden?
       Ya bugün başıma gelen ne demeli? Nato’nun yıllık savaş alanı inceleme projesinde bu sene 1565 Malta kuşatması var. Malta öncesinde farklı Nato ülkelerinden askerlerin de olduğu devasa bir gruba sunum yapacağız İlber Hoca’yla. Sabah çok erken bir saatte kibar birkaç asker sağolsun kahvaltı ve sohbet tedarik etti bana, Kıbrıs’tan bahsediyoruz keyifle sabahın köründe.  Diğer birkaç ince ruhlu asker de İlber Hoca’yı karşılamaya gitti. Ben kahvaltı konumundayım. Asker arkadaşlardan biri geldi, hocayı aldıklarını söyledi. “Hoca, ‘Bizim çatlak Özlem de geldi mi?’ dedi,” demezler mi? Bununla birlikte son akıllı taklidi yaptığım kurum da gerçeği öğrenmiş oldu a dostlar… Aşk olsun İlber Hocam!
    Durun, daha bitmedi. Koca bir salon dolusu Nato askeri. İlber Hoca içeri giriyor. Herkes hazır olda. Kapıda bir kişiye espri yapıyor, orada bir kopma yaşanıyor. Ben de en önde ortada yerimdeyim. Yaklaşıp beni göstererek hâlâ ayakta olan asker kadrosuna ne dese beğenirsiniz? “She cooks very well!”, daha bitmedi! “You should arrange a party with her”. Salondan bir kahkaha bombası tabii! İşte o an bir tarihçi olarak son bulduğum andır arkadaşlar. Kariyer yerle yeksan. Ama bu belki de aşçılık yolunda yeni umutlar demek olabilir. İlber Hoca bana yeni bir kader çizmiş olabilir.  
      Geçen hafta sonu Alexandroupoli’de idim. Memleketi özlemişim. Korsanlar üzerine bir konferans verdim. Ama daha da önemlisi pek çok gerçek dostumun olduğu bu şehirde insan olduğumu hatırladım. Kriz kâbus yaşatıyor, ama arabesk bir halk olmadıkları için hâlâ “kriz devlette, bizde değil” diyebiliyorlar. Maaşlar yarıya inmiş, ama hâlâ astronomik cömertliklerinden asla ödün vermiyorlar. Yunan halkına âşık olmamın sebebi onlardaki bu doğunun misafirperverliği ile batının medeniyetini birleştiren mükemmel ruh. Adamlar Avrupa medeniyetini kurmuşlar, daha ne yapsınlar. Ellerinde değil anacım, harikalar işte. Geçen hafta açlıktan biri ölmüş. Ama onlar hâlâ olabildiğinde cömert. Dimitri’yle üç gün boyunca hesap savaşı verdim ve bir kez bile kazanamadım. Garson, satıcı ve sair kişiye “misafir o” dediği zaman o adamın senden para alma ihtimali sıfır! Son olarak kendime birkaç kitap almak için girdiğim kitapçıda da aynı şey olunca artık utancımdan alacaklarımı da alamadım. Kitapçı benim paramı almadı! Bir tutam baharat filminde Tamer Karadağlı “Yunanlılardan çok şey öğrendik”, diyor, sonra da sarkastik bir şekilde bağlıyordu “astronomide yani!”. Ben buradan Türk erkeklerine sesleniyorum, anacım siz Yunanlılardan bir nane öğrenememişsiniz! Ama kısmet olursa ölmeden önce bir şeyler kaparsınız belki, “Nezakette yani”.
       Akşam eşi Maria ile ikimizi kalabalık bir bara götürdü. Biraları söyledik. Bize mitolojik öyküler anlatırken iki tuhaf şey oldu. Çok kalabalık bir yerde, sokak barında tünemiştik. Geçen hafta bir şarkıyı çok özlediğimi düşünmüş, sonra da dolaptan indirmeye üşenmiştim cd’yi. 90’ların Rock barlarının vazgeçilmesi bir Talking Heads parçası: Psycho killer! Durduğumuz yerde parça çalmaya başlamaz mı! (Tanrı’yla aramda tuhaf bir ilişki var ve bu bir çıkar ilişkisi olmadığı için beni hep koruduğunu düşünürüm. Tanrı hep bana küçüklü büyüklü sürprizler yapar mutlu eder beni. Bir şey isterim ve hemen olur.) Velhasıl konu Yunanların Merkez görüşüne geldi. Dimitris de “saate bakan Almanlar ya” demez mi? Ben de geçen hafta saate bakma krizi yaşamıştım. Saat taşımam, çünkü saate bakmanın karşıda oturan insana hakaret olduğunu düşünürüm. Sonra bir fark ettim ki en yakın beş arkadaşımın kolunda saati yok. Hislerimin dragomanı oldu canım arkadaşım. Bu da mı tesadüf?
      Rüya gibi bir hafta sonu oldu. Sayısız kitap okumuş gibi oldum yine. Dimitris arkeolog. Bana üç günde yoğun Bizans ve mitoloji dersleri verdi. Çift başlı kartalın 14. yüzyıl gibi geç bir zamanda geldiğini, sonra kiliselerdeki tek başlı kartalların çıkarılıp yerine çift başlı kartal konduğunu, öğrendim. Roma’daki çift koltuklu taht Bizans’ta da varmış, biri imparator biri Tanrı için! Mitolojik hikâyeleri ise masal gibi dinledim. Erotas’ın (Aşk) Psihi’yi (Ruh) nasıl kollarına alıp uyuttuğunu, ona asla gözlerini açmaması gerektiğini söylediğini ama Psihi’nin bir gün gözlerini açıp dünyalar güzeli bu deve âşık olduğunu uzun uzu, tatlı tatlı anlattı Dimitri bize esmer bir Alman birası eşliğinde. Düşündüm de aşk işte böyle ruhu uyutuyor. Tanrım, ne güzel hikâye!
      Çiğdem’in dediği gibi toprak kayması gibi yaşadım bu haftayı da. Kaç tanesinin adam gibi olmadığını bilmediğim bir sürü iş yapmışım. Ardından “ulan, nasıl sığdı bunlar bir haftaya?” dedim tabi. Yakında kendimi aşacağım. Yıllar önce Sicilya’da halk dansları festivalinde Adıyaman yöresi oynarken ekipten Faruk nam bir arkadaş oyunun sonunda çıkından domates, soğan, ekmek çıkarıp yenen bölümde harikalar yaratıp “her seferinde domatesi 20 cm daha uzağa sıçratıyorum, dört beş oyun sonra seyirciye kadar ulaştırmayı planlıyorum” demişti. Ben de onu gibiyim, yakında hayatı bir haftaya sığdırmayı planlıyorum.
      O çılgın yolculukta 15 yaşımdaydım. 50 kişilik bir otobüsle bir ay İtalya, Macaristan ve Romanya’da festival festival gezmiştik. Şimdi 38 yaşındayım ve o kadar güzel bir gezi daha olamadı hayatımda. Tiyatrocu çılgın arkadaşım Ezel geceleri otobüste giderken canavar kılığına girer en kabadayı arkadaşları uyurken korkutur, karizmalarını çizerdi. Bir ay sonra annesini özlemeye başlayan delikanlılara uyurken espadril uzatıp “annen arıyor, oğlum” der, zavallıların uykularından uyanıp espadrile “anneciğimmm” diye sarılmalarıyla tuz buz olan babayiğitliklerine gülerdik. Arka beşliyi kapatan şopar müzisyen grubunun içkileri bitince kolonyaya bağlamalarına şaşkınlıkla şahit olmuştum. (Daha on beş, on beş, on beştim!) Romanya’da geceleri Ezel Drakula gelecek korkusuyla camları kapatırdı, 40 derece sıcak ve yüzde bilmem kaç yüz nem oranında sabah buharlaşmış olarak uyanırdık. Daha doğrusu sıcaktan uyuyamaz, labirent kılıklı otelimizde geceleri en üst katta 20-30 kişi toplanıp saklambaç oynardık. O kadar gülerdik ki benim “literarily” aynı gece içinde tam üç defa altıma etmişliğim kayda geçmişti! Odalara girmek de serbestti. Saklanmaya çalışırken Adıyaman’dan gelen davulcuyu bir Romen hatunla basmıştık. (Nerden bilcez, odalara saklanmak serbestti). 10 gün boyunca kurşun delikleri taze olan Bükreş’te leş kokulu kaz eti ve içine düşen arılarla birlikte şişelenmiş gazozdan başka gıda olmayan bir ortamda neşe ile beslenmiştik. İlk gün kapağı açılmamış gazozun içindeki arılara şaşkınlıkla bakıp “aaaa, ölü mü bunlar?” diye bağırınca tüm zamanların en büyük salağı olarak etiketlenmiştim. Zoff fesuphanallah çekip “hayır Özlemcim, oksijen tüpüyle dalmış onlar”, demişti de yok etmişti beni. Bir ay boyunca tüm zaaflarımızla, salaklıklarımızla dalga geçmiş, hep birlikte gülmüş, bir gram incinmemiştik. Gocunmadan, kırılmadan tek sesten kahkahalara boğulmuştuk. Hey yavrum, ne güzel günlerdi. Kompleks icat olduğu mertlik bozuldu, anacım.
      Macaristan’da kaldığımız konsantraston kampı formatındaki kız yurdunda kapıda bekleyen Kerberos kılıklı teyzeyi halay düzeni alıp oynayarak tırım tırım çıkıp, “biz prova yapıyoruz” diyerek kandırmış, dans ede ede kaçmıştık. Sabaha kadar Leninvaros sokaklarında dolaşmıştık. Kültür Koleji’nden bir arkadaşım metrelerce uzak dümdüz bir direğe tırmanıp Macar bayrağı çalmıştı, bütün gece onu sallaya sallaya yanımızdaki Macarca polise küfür etme sanatında bizi geliştiren Macar dansçılardan öğrendiğimiz cümleleri çığırmıştık. (Bu arada Kültür’den bizim devrede aramızdan çıkan tek meşhurun da Kenan Doğulu olması ne acı yaaa!) Hayatta kurduğum ilk Macarca cümle de polisi çok seven bir cümle olmuştu doğal olarak. Bugün bile hatırlarım.
      Üç günlük otobüs yolcuğundan sonra Sicilya’da Messina’ya vardığımızda nefes alan bitkilerdik. Her tarafı aynadan ibaret enfes bir deniz kenarı otelinde ilk akşam yemeğine indiğimizde yine bir numaraydım. Üç gündür yıkanmamış, bir otobüs dolusu insan hayal edin. Bunlar yarım saat içinde insana benzeyip festivalin gala yemeğine inecek, de nasıl? Neyse, temiz taklidi yapıp süslenip indik aşağı. Gecenin amacı İtalyan dansçılarla kaynaşmak. (Bize uyar!) Bizim kızlardan biri İtalya’nın en yakışıklı delikanlısının yanında konuşlanmış, bize gel işareti yapıyor. Tüm hücrelerim ölmüş ama gayet süslü ve havalıyım. Kıza doğru bir adım atıyorum ve şangırrrrrr… Anacım, her yer ayna, arkadaş beni arkadan çağırıyormuş, ne bileyim aynadan görünce, yanındaki İtalyanla da göz göze gelince hedefe doğru ilerledim tabii. Hayatımın en büyük toplu rezaletidir. Çıkardığım gürültüye panik halinde koşan cümle âlemin yanı sıra festival başkanı amca (adını hala hatırlarım, Stello) da “anam, gitti barbar Türk” diye telaş içinde ilk yardıma gelmişti. Sicilya’nın aynaya giren ilk Türk’ü olarak İtalya tarihine geçmiştim. Ben de içimden (sonra da dışımdan kızlara) "sen şurada duran İtalyanları kurtar bence, sonları çok fena”. İtalyanca öğrenmem bu seyahatin akabine denk düşer doğal olarak.
        Dimitris bana Korfu (Kerkira) adasında yaşayan annesinin yaptığı şaraptan verdi iki koca kola şişesi. Bu yüzden neşem yerinde şu an. Son gün onunla kalabalık bir sokak barına oturduk, çene çalıyoruz. Bana Bizans’taki seremonileri anlatıyordu, ben de heyecanla dinliyordum. İkimizde kolumuzda saatimiz olmadığı için gururluyuz ya, bir de ne görelim’ tam dört saat çene çalmışız ve otobüsün kalmasına 15 dakika kalmış! Neyse beni uçurarak yetiştirdi Dimitris. Yolda çok güldük: Ara sıra Alman olmak işe yarayabilirmiş.
     Ah bu hafta bir de Kenan Hoca’nın beni bir saat çalıştırdığı bir parçayla sene sonu konserlerine çıktım: “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç”. Kenan Hoca çok buğulu ve romantik olduğunu söyledi. Ama ben içimde yaşayan (ya da artık yaşaması gerektiğine inandığım) ayıcıkların bu romantizme izin vermediklerini düşünüyorum. Uzun yırtmaçlı elbiseyle sahneye az kalsın kapaklanarak çıkış yapıyor olmam da “hayli sempatik” bulundu. Koroyla birlikte söylemem gereken yerleri heyecandan unutmam ise hayli şenlikliydi. Ama toparladım. Kenan Hoca “ast solistimizsiniz” diyerek beni avuttuysa, ben aslında gece kaz solist olarak renk kattım bence. Seneye Mr. Mutluluk Hattı ile birlikte düet yapacağız. Annem de demez mi, “Yavruuum, ne güzel sesin varmış!”. Küçükken iyi göbek attığımı fark ettiğinde beni yıllarca teyzeler geldiğinde oynatmıştı, bundan sonra teyzeler geldiğinde şarkı söyletecek, töbelerrr olsuuuunn…
      Ne çok şey oldu bu hafta, diyordum. Buket Uzuner geldi, yeni kitabını anlattı. Türk Mitolojisi çalışmış uzun süre. Psikomitoloji araştırması yapmış. Türklerin mitolojik bilinçlerini anlatan muhteşem bir kitaptan bahsetti: “Deli Dumrul’un bilinci”, Bilgin Saydam. (Yeterince açık sanırım) Gerçekten bizi uçurdu yazarım Buket. Yeni romanı için sayısız insanla röportaj yapmış. Hep söylerim, ben Nazlı Eray ve Buket Uzuner okuyarak yazmaya başladım. İlk formasyonumda özel bir yerleri olmuştur hep. Bu yaz ilk okuyacağım Kutadgu Bilig ve Türk mitolojisi. It’s hightime! Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceları. Su. Kaman eski Türkçe’deki şaman kelimesiymiş. Doğa tanrısı Umay pek tabii dişiymiş. (Umay Umay, çok akıllıca bir seçimmiş yani, ancak anladım). Ülgen de tanrı demekmiş. Böylelikle Okan Bayülgen de soyadının ne demek olduğunu öğrenmiş. Şimdi anlıyorum Atatürk’ümün “bay” kelimesini nereden bulup “bayan” kelimesini yarattığını. Yeni bir trend var, bayan demeyecekmişiz de kadın diyecekmişiz. Niye, manyak mıyız biz? “Bayan”, tanrım ne hoş geliyor kulağa, ne zarif kelime. Üstelik artık benim için iki defa anlamlı!
     Bugün bir arkadaşımı kızdıran salak bir hatun ona gelip “Please accept my apologies” demiş. Ben de ona “Hatunun hayatı kaymış zaten, ona mortingen ştrayzee babında bir ‘please accept my condolences’ deseydiniz”, dedim. Ama arkadaşımdan daha da güzeli geldi: “Please accept my condomlessness!”… Bu da kürtajı yasaklayan zihniyete kapak olsun. Mehmet Hoca güldürdü bizi yine. Kürtaj içinde “Kürt” kelimesi olduğu için yasaklanmış. Bundan sonra “Türkaj” denecekmiş ve de yasak gelmeyecekmiş.
       Ben Nato’yla Malta’ya gidiyorum, beni özleyin anacııımmm…