8 Mayıs 2012

REDHOUSE’U NASIL BİLİRSİNİZ?


    Dağ mantarı, mis kokulu Lübnan şarabı ve sıcak bir baharıyla günü yarılamış mutlu bir formatımla karşınızdayım. (Benden uzun bir süre haber alamazsanız o dağ mantarlarının poposu poposuna -acıtmadan- vurursunuz). İslam Korkusu’na gark olmuş durumdayım. Son altı günde 87 sayfa yazmışım. (Picasso’nun resmi 15 dakikada yaptığına şaşan herife cevap verdiği gibi, “40 yıl artı 15 dakika” demek isterdim ama: olay aslında öyle olmadı!) Hesaplarıma göre yıl sonunda 24 cilt artı 4 ek ciltlik bir İslam Korkusu ansiklopedisi çıkaracağım ve Dirayet İşleri’ne vereceğim (bunca dirayetten sona ancak ona yakışır diyerekten).
       Doktorcuğum alın çizgimi -daha ziyade alnımdaki Gran Canyon’u- yok etti. Ben de diyorum hayatım neden şenlendi? Belâlar da alın yazısıyla yok oluverdi. Geliştirdiğim son hobi televizyon programlarından sonra Alaattin’e (doktorumuz) de haber verip cümle aile toplanıp olmayan çizgiye bakıp ona dua etmek. Bugün de başka bir program var, Cengiz Hoca’yla Batı Divanı’na gidiyorum. Ama küçük bir sorun var. Bir kırmızı, bir beyaz iki şişe şarabın dibini görmek üzereyim. Şu anda on cilt Don Camillo yazacak kıvamdayım. Aklıma Rachid Taha’nın Helsinki konseri geldi. Adamım nasıl sarhoş olmuşsa sahnede düşüp şarkısını yattığı yerden bitirdiydi. Adamlar gelip zor kaldırdılardı yakışıklıyı. Programda sonumu görür gibiyim.
     Mısırlı eski sevgilim mail göndermiş. Sadece bir satır: “Beni hatırladın mı?” diye. Ağır vaka. 1-Neden, hayvan mıyım ben? 2- Neden, amnesiye mi tutuldum ben? Oradan öyle mi görünüyor? 3-Sizde Mısır baharı var da biz de TC sonbaharı mı var? Yaşlandım mı ben? Alzheimer mı oldum güzelim? 4-Şanım mı bu mudur? Kalpsiz miyim ben, öyle sevgili unutayım Amr’cığım, -pardon Hussein’di değil mi? 5-Her şeyi unutsam bana yaptığın kıskançlıkları unutmam habibi. (Telefonda bağıra bağıra “seni seviyorum” dedirtme maraziyeti, hem de mazeretsiz!)  Allahım, ne biçim vahşi bir imaj semirmiş halemde onca sene derken aklıma en az yirmi yıl önce gördüğüm şenlikli bir karikatür geldi. Delikanlı telefonda kızla konuşmaktadır ve ona “evet hayatım, saçmalama, resmin tabii ki de şu anda tam karşımda” der. Karşısında, konsolda yaklaşık yirmi çerçeveli hatun resmi vardır! Ben evinde uslu uslu oturup kitabını yazan masum bir hatunkişiyim ya…
       Ha, ayrıca, El Mısrî’nin bana bu saçma mesajı yazmasına pek bir güldüm de, ona “Anacım, ben senden roman kahramanı yapıp değerlendirdim seni -arkadaşım Ana’nın dediği gibi “rentabilize ettim” - diyemedim tabii. Yeryüzünde bulunan nadir yakışıklı, bilge ve kültür enflasyonu içinde olan insanlardandı El Mısrî. Ya seyyyiidd… Onu Amr Diab’la karıştırıp El Mısrî yapmıştım romanda. Fiyakalı olmuştu. İnsanın sevdiği, saydığı birini romanında ölümsüzleştirmesinde bir sakınca gören varsa şu an beri gelsin. ( İki şişe içtim, artı haftada üç gün sıkı spor yapıyorum, hayli ağır kaldırıyorum. Bir arkadaşın dediği gibi hayatta ayakucunda uyunmaması gereken 10 kadından biriyim. Kırarım kemiklerinizi.)
       Son zamanlarda keyfim yerinde a dostlar. İki hafta önce Matbah’taydık gençlerle. Necati Yılmaz Fatih dönemi yemeklerini damağımıza uygun bir hale getirmiş. Karides, istiridye, kaz eti, kuzu eti, ördek eti ve daha neler neler… Mide spazmı formatında bitirdik geceyi. Ağzına et koymayan ben ihya oldum. Gelibolu’dan gelen bir yaşındaki kuzu etinden sonra ete et demem. Yolunuz düşerse Sultanahmet’te Imperial Ottoman Otel’in o enfes manzarasına kurulun ve kendinizi Necati’ye bırakın derim: O seçsin, siz yiyin.
        13 yıldır çalıştığım üniversitemde beni delirttiler ve ben de delirmeden önce çok sevdiğim bir hocamızdan akıl almaya gittim Galatasaray Üniversitesi’ne. (Alto doğada bulunmayan bir sesmiş, akıl da benim bünyede barınamayan bir şey. Ben de pek sevdiğim hocadan aklıselim ödünç almaya gittim.) “Dert etme”, dedi. “Gel içelim”. (En sevdiğim insan tipi!) Üniversitenin leziz barı kapalıymış, biz de biraz yürüdük. Haliyle bizim üniversitede bitti parkur. Bir sonraki karede bizim üniversitenin terasında birlikte içiyorduk. İşte o an anladım ki benim bu üniversitede ölmek kaderim ve alnımı düzelten Alaattin çizgimin bu kısmını düzeltememiş. Alooo, Alaaatttim, anacım lambanın gazına bi baksan diyorum… Kaçak var galiba. (Şey, aslında güzel oldu, Alaattin, kaderimin diğer kısmına karışma anacım.)
       Vağarşak Hazretleri benim kitap yazmak için inzivaya çekilmeme çok gülüp bana “çakma münzevi” diyor. Gerçekten de son iki haftadır eve uğramamışım, yemiş içmiş gezmişim, çuvalla sayfa okumuş yazmışım. Soruyorlar, “bu enerjiyi nereden buluyorsun?” diye. Bir bilsem. Şebnem İşigüzel’in o çok sevdiğim kitabı Sarmaşık’ta ödül alan yazar Abidin’e soruyorlar nereden buluyorsun bunları diye? Ödül töreninde bu soruya pantolonunu indirerek poposunu göstererek cevap veriyor. Hastasıyım Şebnem’in ve cesur kaleminin. TC şartlarında en sevdiğim yazar o. Okumaya başlayıp da kusacak hale geldiğimden okuyamadığım kitapları var. (Çöplük, Kirpiklerim Gölgesi) hediye ediyorum dirayetli arkadaşlara. Kelimeleri silah yapıp insanların bünyesiyle oynayacak kadar başarılı bir kalem Şebnem. O yazıyor, millet hâlâ osuruktan yazarlar okumaya devam ediyor. Protestodayım.
        Vağarşak Bey “iç’tima” topladı. Her zamanki gibi 1. hecede vurgu vardı. Askoros nam bir mekânda cümle deli yedik, içtik. Eve geldiğimde gülmekten hâlâ karın kaslarım ağrıyordu. Vağarşak Bey Ekim ayında Kınalı adadaki evinde olacakmış. Ari’nin dediğine göre ev denize değil, deniz eve bakıyormuş. Vağarşak Bey Hazretleri’nin ailesi 3. bir çocuk isterse, ben İffet’le İsmail’i satabilirim diye düşündüm. (Sadık okuyucu hatırlayacaktır. Yazın Caferciğim’le Kınalı sahillerinde güneşlenirken buzzzz gibi bira almak için süper markete gitmiş, tam parayı verirken önümde Vağarşak Bey’e benzeyen bir çift görmüş ve şöyle sormuştum: “Siz sakın Vağarşak Bey’in anne ve babası olmayasınız?”  Ve cevabı almıştım: “Bildiğimiz kadarıyla öyleyiz!” ) Velhasıl ben de eve kapağı atmanın bir yolu olarak Balina Cif (böyle içmeye devam edersem çok yakında bu sıfata layık olacağımı da hesapladım da) olarak cam ve bulaşık işlerinden sorumlu (sorumsuz?) elaman alarak aileye hizmetçi kimliğiyle girmeye karar verdim. Pembe plastik eldivenlerim hazır. Ama Ari’nin dediğine göre işim zormuş, çünkü ev Şişe-Cam fabrikasıymış! Vağarşak Beyy, Alllaaaahım size geliyorummm…
        Mavi yolculuğu özledim. Bu yaz Lisanî Osmanî hocamıza küs olmamdan mütevellit, nah bana mavi yolculuk. Biz de eskileri andık bütün gece. Ari âlem çocuktur vesselam, ayrıca dün gece formunun doruğundaydı. Rakı kana karışınca neler neler anlattı. Mavi yolculukta yandan geçen gemilerle muhatap olup onların uzaktan bağırma efekti sorularına cevap veriyorduk. Ben de dragomanlık yapıyordum severek. Ari yıktı bizi: “Özlem Hoca bakıyor, Portekiz bandıra. Hemen çipi Portekizce’ye çeviriyor. Portekizce çemkiriyor!”  Bir de unutulmayan bir an vardı bizim Blue voyage’da… Alkol ve yiyecek stoku tazelemek için bir köye inmiştik. Sahilde turistcanlar teknede bulaşık yıkayıp köpüklü suyu döküyor denize. Sinirim tavan yaptı, doğrudan memleketimin dilinde daldım adamlara bakmadan bandıraya. Yarım saat vaaz çektim.  Ari beni uyarmış, “Hocam, adamlar İtalyan, bandıraya bak!”… Benden Burhansal  el-cevap “Ha, tağam o zaman: Auıaoeömfşweçfwfvgşö öb”. (Ari’nin adamlara İtalyanca verdiğim vaazın taklidini görmek için tıkla!) Ben şahsen hala gülüyorum. Ari’nin konuya dair son repliği bana yeni isim verdi: “Özlem Hoca Redhouse gibi çalışıyor, ama o cep sözlüklerinden değil, büyük olanlardan.”
    Nasıl özlemişim canları! “Et mi, balık mı?” sorusuna Ari cevap verdi: “Dedem balıkçıydı ve “içinde R harfi olmayan aylarda balık yenmez”, derdi. Mayıs’ta da yok!”. Dedemizin sözü Ermenice aylar için geçerliydi, ama Ariciğim üşenmeyip hesapladı İngilizce aylar da vecizeyi utandırmıyor: Wal-hasıl, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos balık yemiyoruz, Ermeni kardeşlerimizin atalarına güveniyoruz. Bir de şunu öğrendik Ari’den: Suriye’de herkese yaşına kadar rakı veriliyormuş. Ona da 20’lik çıkarmışlar. Ari? 20’lik? İlk 15 dakika için yetebilir belki! Her hafta yeni bir gastronomik noktada toplanmaya karar verdik. İki hafta sonra Kurtuluş’ta bir Ermeni lokantasıyla başlamayı teklif ettik Hazret’e. Kabul gördü.
       Masada kimya mühendisi olunca konu nasıl olduysa helyuma geldi. Benim de çocukluk anılarım canlandı. Nefret ederim helyumdan. Çocukluğumu yedi benim o helyum denen illet. Çenem kapansın diye bana geceleri fuarda aldıkları balon usulca adi helyumun da teşvikiyle kolumdan kopar gider, bileğimde balonun sapı kalakalırdı. Bakakalırdım ipe. Hiç sevmezdim o helyumu ben. Hiç!
      Dün gece başıma gelen saçma bir vakayı konuşmak için gecenin sabaha duran saatlerinde Erol’u arayıp ona dert yandım. Sonra birlikte saçma sapan sahneler yazdık kafamızda. Merve’de yattığı yerden İspanyolların dediği gibi “tavada yumurta olmuş gözleriyle” dinledi bizi. Bugün konuya dair yaptığım bir yoruma kardeşimden sms: “Abla, Erol Komplo Teorileri’ni senle birlikte mi yazdı?”
    Aile eşrafı Kaz dağlarında. Kardeşim babama “GS şampiyon mu olacak?” gibi bilimsel bir soru sormak için telefon etti. O an annemin varlığını hemen hissediverdik. (Bu hissi bize telefonda da olsa yaşattı ya, helal olsun). Babamın cümle kurmasına izin vermeden telefonu kapan anneme bağlanıyoruz şimdi: “ Bana de bakim? Ne diyorsun? Şampiyon mu olacakmış? Olamaz. Neden? Çünkü her şeyin başı çalışmak, çok çalışacaksınız, şans mans değil. Futbolcular kendilerini çalışmaya vermiyorlar,  geceleri barlarda kızlarla sürtüyorlar, sonra da yorgun argın geliyorlar.” Bu diyalog kurgu filan değil, has be has gerçek. Anladınız mı şimdi roman kahramanlarım neden gerçek diye. Şimdi de mikrofonu kardeşime verelim: “Evet, buradan tüm annelere sesleniyoruz, madem futboldan anlamıyorsunuz, bizi futboldan soğutmayın.  Allahım, 2012 olimpiyatlarının resmi antrenörü ya!
      Yalan Dünya her zamanki gibi muhteşemdi. Gülse Birsel hâlâ memleketimde en takdir ettiğim kadın: son 5 yıldır olduğu gibi. Açılay’ın Emir’e kelime cinsinden tokadı bu bölümün zirvesi oldu benim için:  “Aşk böyle bir şey değil!” Walla nasıl bir şey olduğunu çözen beri gelsin.
     Bu bölümü beni yazmaya teşvik eden sevgili Selçuk’a adıyorum. Onu alnından öpüyorum.