21 Mayıs 2012

TÜRK ERKEĞİNİN BİR TÜRLÜ TAMAMLANAMAYAN EVRİMİ ya da AYYYY, ŞİŞTİMMM OF A DOWN, AMMBİİİYANZZZZZ!

     Yok anacım, buraya kadarmış. Yaşlandım ben kısa zamanda bu memlekette. Ben bu Türk erkeklerini National Geographic’e emanet ediyorum. İmdatttt! Çağatay Koçtuğ gibi cama çıkıp “ambıyannzzzz” diye bağırmak istiyorum. Biriktim ben, a dostlar. Kardeşim, dünyada bir buçuk milyar Çinli, bir milyar Hintli varken dünyanın, -hatta evrenin-, bütün havyan ihtiyacını biz mi karşılamak zorundayız ya?! Ne günahım var kardeşim benim Török doğdum diye.  Pazar Pazar belaya buladı yine başımı.
Sahne I, perde I
Bahçeden inşaat sesleri geliyor. Sazan Aksu bitti, bu ayucuklar devraldı kavuğu. İndim aşağı, kim yıkıyor evi diye bakmaya. Homo erectus bile olamamış, hala dört ayak üzerindeki formatını koruyan bir ayı çıktı karşıma. Üzerimde pembe bir pijamayla kimsenin, -hele hele bir orman ayısının- kaale alacağı kıvamda değildim, ama açtım ağzımı, yumdum gözümü.
-Kardeşim, bugün Pazar. Dünyanın her yerinde inşaat yapmak yasak. Göster bakayım iznini. (Anacım, Yalan Dünya’da Nurhayat’tan kaptım bu taktiği, ama bizimkisi su katılmamış, katıksız ayı çıkınca işe yaramadı.)
-Buranın sahibi ganser, biliyo mun? Bir aylık ömrü galdı, demez mi? (Ay, bayılıyorum a dostlar, bi tutan yok mu! )
-İyi, biz de olduk sayesinde zaten son iki günde.
   Analiz edelim olayı. Cem Yılmaz repliğini bilirsiniz. “ Bu halıyı dokuyan adam kör oldu”. Ha canım, adam neden komik? Çünkü hayattan alıyor esprileri, TC şartlarından kapıyor. Herife “gürültü” diyorum, ayaklı hayvanat bahçesi bana “adam kanser” diyor. İlahiiiii komedyaaaaa…
-İyi o zaman, ben de polise giderim.
-Get, gime istersen gettt..
    Sahne I, perde II
(Bahçe katında oturan delikanlı elinde sigarayla bahçede dolaşırken pijamalı deliyi görür. Oysa Özlem Kumrular’ı her sabah akıllı -ona ne kadar akıllı denir bilinmez- kıyafetleriyle kapıdan çıkarken gördüğü için akıllı bir şey sanmaktadır. Deli çenesinin vanasını açar.)
-Ay, rahatsız olmuyor musunuz ayol?
-Oluyoruz tabii.
-O zaman siz de bağırın. Bağırın, bağırın, açğırın, hep ben bağırıyorum. Sesiniz çıksın! Polise şikâyet edin.
(İç ses: Polis benim numarayı belledi, artık görünce açmıyo. Benim “Tikat Sapık, Tikat ayu çıkabülür, Tikat Yıldız, Tikat X, Tikat Y” diye kaydedip, tongaya düşmemek için sakladığım, çalınca açmadığım telefon numaraları gibi poliscanlar da beni kaydetmişler Tikat Psiko diye meğer!)
Sahne I, perde III
-Alo? 155 mi? Aşağıda bir ayu ailesi bahçede kaçak inşaat yapıyor, burada yavrulayacak, her yeri ayu basacak!
-Sana belediye baksın abla.
(Adam gerçekten “153’ü arayın, belediye bakıyo” dedi ya… )
  Sahne I, perde IV
  (Pembe pijamaların üzerine sapık paltosu giyip Beylerbeyi Polis karakoluna)
-Abla, bu işe belediye bakıyo.
-Aaaa, beni sokakta öldürseler belediye mi bakacak ayol? Yok böyle bişi. Abari gabari zuuduruuu butttuutu biiiiiiryyyiiiii şşpiiiitttt….
-(Polis tak diye bayılmadan önce) Tamam abla, ben arıyorum 115’i, ben çağırırsam ekip gönderirler.
-Aaaa, memleketin haline bak ya. Biz de polise güveniyoruz. Biz çağrınca gelmiyor, polis çağırınca geliyor.
İç ses.
(Terk et kızım bu diyarları, git İtalya’ya. Memlekette polise gidiyorsun, adam derdine anında çare buluyor. Bir güler yüz, bir tatlı söz. Hatta sempatiklikte devrim yapıyor (ayrıca herifler yakışıklılıkta dünya yüzeyinde devrim yapmış zaten, onu da yaz kızım kereviz) sana şehri bile gezdiriyor. Gözünü sevdiğimin İtalya’sı. TC’de de polise mağdur olduğunu ispatlarken yaşlanıyorsun.)
Sahne I, perde V
(Pembe pijamalarıyla karakoldan dönen Özlem Kumrular, hafif sıyırmış bir havada. Suçlu ayı onu polise şikâyet ettiğini öğrenince kapıda kendisine yaklaşır.)
-Bi dagga, bişi diyeceğiynnn..
-Sus, sus, önce ben diyeceğim.
-Ben diyeceynnnnn didim.
-Önce kadın konuşur, sussssss, önce ben konuşacağım…
-Deget gadın ya… Bu garıyla da heççç gonuşulmuyooo…
  Sonuçlar:
1-Bugünü de sapa sağlam atlattık. Kimse beni vurmadı. Kendi kendine yeten tek kişilik hayvanat bahçesi bile cinnet geçirip topuklarıma delik açmadı. Buna şans derler.
2-  Yok anam, ben jübile yaptım artık. Okullusu, okulsuzu hepsi aynı. Evrimi tamamlanmamış bunların. Baştan yarat ellerini, baştan yarat genlerini, tanrım bunları baştan yarat bir zahmet ya… Sen bunları yaptın, ama bunlar olmamış ya!
3- Ayyy, şiştim of the downnn, kurtarın beni, ambiyanzzzz….

      Hafta sonu hareketli geçti. Bayrakları ve 19 Mayıs tişörtlerimizi giyip kardeşim ve Mr. Mutluluk Hattı ile İstiklal’e döküldük. Konvoydan ara sıra gelen “kahrolsun Amerika” seslerini duydukça, aslen bir Amerikan edebiyatı profesörü olan Mr. MH ile gülüştük. Kardeşim bizi zayıf buldu, baktı protest ruhumuz ve sesimiz ona yetmedi, bayrağını alıp terk etti gitti arkadaşlarıyla slogan atmaya.
     Bu sabah da Vatan Kitap’ın yazarlar kahvaltısı vardı. Rixos’taydık.  Neşe depoladım. Buket Ali Poyrazoğlu’nu sahneye çağırdı. O da bizi kahkahaya boğdu. Marcel Proust’un elinde kitabıyla nasıl kalakaldığını, kimseciklerin basmadığını, sonra küçük bir yayınevinde basılan kitapları önce kendisini kapıdan çeviren Gallimard tarafından satın alınıp, kapakları yırtılıp, Gallimard etiketiyle nasıl basıldığını anlattı. Bol keseden de güldürdü bizi diğer çapkınca yorumlarıyla. Onları takdir ederseniz ben söylesem hiç komik olmaz.
    İlber Hoca da geldi. Kaçılın Türkler Geliyor kitabımı okumuş yakınlarda, “Nerden buluyorsun bunları, kızz deli?” dedi. Çok gülmüş. Öner Ciravaoğlu da vardı. Çok sempatik bir yazarmış. Ona kitabın küfür dolu olduğunu anlatıyordum. “Yakası açılmadık küfürlerden mi?” diye sordu. Sonra da nereden geldiğini anlattı. Damadın düğün günü yakası kapalı olurmuş, ertesi sabah da doğal olarak açık. Deyim de oradan gelmiş. Ben de mimarlıktan çok sevdiğimiz Ersin Hoca’mızdan duyduğum damatlı atasözünü verdim karşılık olarak. Kambersiz düğün olmaz, Yunanca “o gamos den ginetai xoris gambro”: Damatsız (gambros) düğün olmaz. İşte kamber olagelen şey aslında “gambros”muş. Derim hep, Yunanca öğren, hayatı çöz.
     Doğan Kitap’ın yeni iletişim müdiresiyle oturduk yan yana. Pek tatlı bir hatun kişiymiş. Bir sonraki karede ona dün yaptığım enginar çorbasını tarif ediyordum. Sonra içimden çok güldüm. İki kadın yan yana gelince hep böyle oluyor, dedim. Sonra eve dönerken motorda çok sevdiğim bir öğrencimle karşılaştım. Taksim’den Beylerbeyi’ne ellerim dolu gittiğimi görünce “yakınlarda market yok mu, hocam?” diye gülmekle yetindi. Poşetteki susam yağı kurtardı, beni. “Susamyağı her yerde yok, Muratçığım” dedim. (Hocam, kıyma, domates, dereotu, biber,  vesair gıdaya da bir açıklama alayım, demedi sağolsun.) Bir sonraki karede Murat’a susamyağlı kabak tarifi veriyordum. Bu sefer koptum gülmekten. “Hohoyyt, iki kadın yan yana gelince olmuyormuş, sorun bendeymiş!” dedim. 
     Çok severim Murat’ı.  Ona bugün dert yanıyordum. “Kimse beni anlamıyor”, diye. “Hocam, sizi anlamak kimin haddine!” dedi. (Ühüüü, psikopatın feriştahısınız, demek istedi aslında.)  “Hocam, Bayan Hayatbirrüyadır’ın Yeldeğirmenleri’ni okuyan sizi anlar belki”, dedi. (Murat bende bile olmayan bu kitabımdan beş adet bulmuştu İstanbul’u dolaşıp.) Ben anladım neden beni kimse anlamıyor L Neyse, geçtim ben her şeyden. Murat’la dedikoduya bağlayıp 15 dakikalık yolculukta 15 günlük güldük. Çok sevdiğimiz bir hocamız var, dünya tatlısı bir hocadır. Rahatlığıyla göz doldurur. Dünya yansa içinde yorganı yanmaz. Kocaman, yapılı bir adamdır. Bir gün geldi, sinirlenmiş, “Çocuklar bana isim takmışlar”, dedi, “Ayıcık diyorlarmış!” Biz de ne diyeceğimizi şaşırdık. Tam ne desek diye düşünüyorduk, patlattı bombayı. “Ayı deseler, hadi neyseee”. Yere yığıldık. Hocamız “cık” ekine takılmış meğerse! “Ayı”da sorun yok yani. Ona kalpten selam olsun.
     Harıl harıl yazıyorum. Kafamı kaşımaya vakit yok. (Annemin çatlak bir arkadaşının kocasının bize hediye ettiği telden kafa kaşıma aleti geldi aklıma. Adam da az buz çatlak değilmiş hani! Bizdenmiş.) Sıyırmanın arifesindeyim. Cuma günü yemeğe gittik Beşiktaş’taki enfes restoran Sıdıka’ya. Karton poşetimi yanıma koydum. Giderken de aldım. Eve geldim baktım, benim poşetten bir çift İtalyan ayakkabı çıktı. Nasıl hikaye, tam benlik değil mi? Bayan Hayatbirrüyadır’ı Tüyap’a yetiştiriyorduk sevgili editörümle. Yayınevinde, o alelacele redakte ediyor, ben de yanında bekliyorum imdat kolu olarak. O da çalışmaktan tatlı tatlı sıyırmıştı o aralar. “Özlem, dün gece eve geldim, sabah da baktım cebimde bir yüzük. Kimin yüzüğü, nereden geldi cebimde ne işi var, inan hiç bilmiyorum.” O zaman içimden “Hasan Abiiii, yeme bizi”, demiştim. 23 yaşındaydım. Şimdi 38’im ve poşetten çıkan siyah rugan ayakkabıyı açıklayabilecek durumda değilim. Sahibi de İtalyansa beri gelsin. (Evim, devrim, hepsi tamam onlarda ne de olsa, kalp plantasyonu gerekmiyor). Belki önceden ayakkabısını göndermiştir, bakmıştır adam kızın kalbini kırıyor, kurtarayım hatunu demiştir. Saatini çıkarıp gelecektir belki de. Bir umut.
       Vakitsizlikten yaptığım yemeklere kardeşim protesto bayrağı kaldırıyor. Yaptığım salatanın malzemelerini kesmeyi unutmuşum sanırım. Ağzına koca yaprakları atarken, “Abla, gerçekten çok doğal besleniyoruz, tarladan doğrudan sofraya gelmiş bunlar!” demez mi! Alın şu pabuç dilliyi başımdan, baş edemiyorum ben bununla.
      Haydi anacım, iyi geceler. Ben ayakkabıyı alıp İtalyan konsolosluğuna gidiyorum. Bakalım kimin ayağına olacak…