18 Aralık 2012

GİT KENDİNİ ÇOK DÖVDÜRMEDEN


      
      Eski bir roman kahramanımın dediği gibi hayatı erozyon gibi yaşamaya başladım yine. Enerji sağlamak için pistlere döndüm. Barfiks, ağırlık, mekik sayesinde agresyonumu salonda bırakıp mutlu mutlu işe gidiyorum. Böylelikle elim kana bulamıyor, temiz kalıyor. Yani, enerjimi atıyorum, enerjimi atıyorum elim temiz kalıyor.
        Hayli Domez Gomez bir hafta geçirdim. Buket (Vatan Kitap) evinde bize yemek verdi. Renkli bir ortam hazırlamış, sevimli bir menajerden inşaat uzmanına kadar uzanan bir ranjda pek şenlikli bir gece geçirdik. Konu yine aynı yere gelince anladık ki, çevre ne olursa olsun hayatımızın konusu bizden pek uzaklaşamıyor. Kadınlar erkeklerden ne bekler? Tuna’nın (Kiremitçi) iddiasına göre “erk” bekler. (Bana sorarsan “terk” bekler. O zaman o biçim âşık oluruz.) Velhasıl gece boyunca konu bir karara bağlanamadı. Ben şahsen bilgi beklediğimi beyan ettim. (Hande olsa yine kütüphaneyle yatak odasını karıştırdığımı söylerdi, neyse ki yok.) Bilgi, ama ilgi de olur yani. Çin’e kadar gitmeyelim ilim için, ay pardon aşk için, fıkranın dediği gibi bir harf için birbirimizi kırmayalım. Bu arada bence Tuna şöyle tatlı bir romantik komedi yazmalı. Yazmazsa, gece boyunca yaptığı esprilerin patentini alıp ben yazarım vallahi. İncelikli kahkahalarla donattı masamızı.  Eline çiçeğini almış gelmiş davete. Anacım, artık elinde çiçek gördüğüm erkeklerin sayısı bile azaldı.  Bence biz çiçekleri değil, çiçek getiren erkekleri defter arasında kurutup saklamalıyız.
       Çok tatlı bir hatun kişi vardı yemekte.  Emlak satışı üzerine yazılarından örnekler gösterdi. 1+1’ler için “yalnızlığı satmak” diye bir başlık koymuş ki vuruldum. De Andre tadında. (Onun da en sevdiğim sözü: “Yalnız ağlamamak için yağmuru beklemek”. ) Yemekte şövalye romanslarından küçük tatlı bölümler anlatıyordum. “Aa, derste de böyle romantik romantik anlatıyorsan herkes sana âşık olur” dedi. Bana sorarsan çocuklar beni gördüklerinde boyunlarına sarımsak filan asıyorlar. Arkamdan geleni almıyorum malum,  “kendine bir içki al” diyerek kendilerini kantine yolluyorum. Buradan bakıldığında tam bir Yalan Dünya-Zerrin repliğiyim yani: “Ayy, tipe bak, romantizm bununla aynı cümlede bile durmaz!”
        Pazar günü yayın dünyasından arkadaşlara yemekte bol bol eski psikiyatr anılarımı anlatmıştım. Bir yazar-psikiyatrımızın muayenesini paylaştığı bir psikiyatra gittim iki kere. (herkesin onunla ilgili bir çuval anısı varmış meğer). İkincisi pek bir komikti. Hronis’in bana geçirttiği bir sinir krizi sonunda telefon açmıştım. O gün randevu veremeyeceklerini söylediklerinde çığlığı basarak -ve bittabi ağlayarak- bir “Bugün gelmezsem yarın çok geç olabilir amaaaa”, deyişim vardı ki, romanlara layık sahneydi vallahi. Sonraki sahne yine daha önce yaşananın aynısı: “Alo? Anne, çabuk gelin. Timuçin Bey’e gidiyoruz!”. Annem, babam, kardeşim telaş içinde kapıda belirirler, bir sonraki karede o yazar-psikiyatrın muayenehanesine bir bir dizdiği kitaplarının önündeki koltuklara şişe gibi dizilip sıramızı bekleriz. İçeri girerim. Timuçin Bey söylediklerimi yazarak şu yorumda bulunur: “Geçen seferki Katalan’dı”. (Düğüne on gün kala adamı terk et, sonra psikiyatra git, bir yerde bir yanlış var ama)  “Evet, sakıncası yoksa bu sefer Yunan!” (yabancı damat sevme yasağı mı var, yoksa “bir de Türk sev anacımmm artık” demek mi istiyor anlamadık). Yazar, yazar, sanki bir saat sonunda farkı bir ilaç verecekmiş gibi. Prozac reçetemi alırım, aile boyu çıkarız, Polo Pastanesi’ne gider tıkınırız. Bu bizim “ruh hastalığı” ritüelimiz. Sonra ben Prozac’ı alırım, placebo etkisi yapar, bir ayda eskisinden mutlu olurum.
     Almanca hocamın evinde kamp kurduk bir gece mükellef bir sofrada. Vağarşak Hazretleri de soframızı onurlandırdı. Bir taraftan hezeyan halinde tıkınırken bir taraftan da hala yemek üzerine heyecanla konuşabilmek gibi Allah vergisi bir yeteneğim olduğunu hatırlayıp durumu vaftiz etti: Ayının 40 sözü var, 40’ı da armut üzerine. Bayıldım vallahi. Bütün gece gülmekten yediklerimi eritmişimdir diye umuyorum. Akşam benimle buluşacağını söyleyince pederlerden biri “Kumrular mı?” diye sormuş. Hazret şaşırmış tabii. “Nereden bileceğim, Kumkapı durağındaki İslam Korkusu ilanından tabii ki” deyince durum açığa kavuşmuş. Ne biçim kader ya? Hep korkularla anılıyorum. Metroyu da süslemiş ilanlarımız. Yeraltından hizmetteyiz anacımmm.
      Dün gece hayatımın erkeğinin evindeydim: Massimeddu. Pazar akşamları onlarda kamp kuruyorum. Uyku saati gelince Massimeddu’ya Hande’yle “haydi bir yatmaya gidiyoruz” diyerek özendirme politikası çerçevesinde aşağı iniyoruz. Maurizio’dan ek: “Oğlum, bak kaçırma, büyüdüğünde asla iki kadın birden sana bunu teklif etmeyecek.” Hande de gitti, biz ikimiz kaldık. Ben de onu uyutmak için ona masal anlatırken buldum kendimi. Anaaaam, ayının 40 sözü misali. Masalım aynen şöyle bitti: yüzen koyun sürüsü Sardinya’ya çıkar ve kıyıda Massimo’nun anneannesini elinde culurgionis (Patatesli Sardinya mantısı desek olur yani) sepeti ile bulurlar. Sahilde çatlayana dek culurgionis yerler ve masal mutlu sonla biter. Bir de bendeki mutlu sona bak! Yakında kapılardan geçmek için kendimi yağlamak zorunda kalacağım.
      Kaale aldığımdan değil de, bir kerelik bana cevap hakkı doğdu diye…  Son haftaki röportajlardan mütevellit bir kesimde ahalide huzursuzluk olmuş. Medeniyet Batı’dan geliyor demişim. Evet, dedim. Geldiğini bidliğiniz daha iyi bir yer mi var güzelim? Masanız, sandalyeniz, elektriğiniz, bugün kullandığınız her türlü “medeni” dünyaya has nesne Doğu’nun icadı mı? İnsanı dünyanın ortasına koyan Rönesans hangi topraklarda doğdu?  Ne tatlı söyledi Nebi Hocam: Ziya Gökalp bile Garp medeniyetini alalım demez mi? Kanuni’i esrarkeş yapmışım! Yuh yani! Maslık/maslak kullanmış adam melankoli hastalığına tutulduğunda. Prozac mı varmış yoksa uyku ilacı mı? Barışın azıcık ecdadınızla be güzelim. Onlar da insanmış, heykel ya da ilah değilmiş be! Türkiye’de tarih yazmak, belgeyle konuşmak tam bir Çin işkencesi! Ulan kıytırıktan bir dizinin gündemi böylesine doldurup memleketin esas sorunlarını bu denli unutturduğunu inanamıyorum!
        Arkadaşlar soruyor, o kadar Serdar şarkısını nereden buluyorsun, diye. Kardeşim yapmış bir hata, bilgisayarıma tüm albümlerini yüklemiş, ben de size vakit buldukça incili sözlerden demetler yapıyorum da fena mı oluyor? Evet, geçelim haftanın pırıltılarına:

“Çok üzücü ama seni arayamadım,
Bu geçici parodiye dayanamadım,
İkimizi tanımanın acelesi yok
Yüreğimin ikizine yaramadım.”
(Bence yoruma gerek yok, yorumu da kerameti de kendinden!)
 *   *   * 
 “Topu topu huzur üfle hazır yüreğe” (Sınırsızca yorumsuzum)
  *   *   * 
“Gül kokar güldüğü yerden, ben gülün rengine kök saldım!” (Botanikçilere, olmazsa ulemaya sormalı)
*   *   * 
“Bütün acıları yazıyorum vasiyetime
Sana yakışanı yapıp onu oku zaman,
Gram acımadı kötü diye vaziyetime
Sana yakışanı yapıp onu koru o zaman”
(MFÖ’nün güzel bir şarkısı vardı, “gözyaşların, gözyaşlarım kafiye olsun diye değil”, ama bu büsbütün kafiye olsun diye be güzelim!)
*   *   * 
“Yüzüme bakmasın, (Burayı anladık, şimdilik asayiş berkemal)
Ama bırakmasın (Nasıl olcak o? Bakmayacak, ama bırakmayacak. Zor sanki, gibi gibi)
Onu ayartmasınlar (Onlar kim? Nereden geldiler sahneye? Üçüncü çoğullar bastı!)
Beni yakan güneş onu da yakmasın (Alo? Samanyolu mu? Mikail de olur. Şey, hacı biraz kısabilir miyiz şunu ya?)
Yeter uzatmasınlar. (Biz de ancak bu kadar dayanabildik zaten.)
*   *   * 
“Yaradan seni benim elime günah işleme diye verdi
(Kesinlikle anlamadım, yorumsuzluk özlemiyim)
İçi dışı gibi açık olana, hak edenlere söz verdi.
(Ne sözü verdi? Tanrı mı? Bir daha söz yazmayacak mıymış?)
Uçurun beni göklerde!”
(Sanki buraya kadar çok bir anlam bütünlüğü içindeydi de, şu fazda tümden dağıldı)
*   *   * 
“Sana bir hayat izi var
(Üç vakte kadar katil mi oluyorum acep?)
Bir ara kapa gözünü ruhu dinlensin,
(Ben gözümü kapıyorum, onun ruhu dinleniyor. Telematik denen bilim bu işte)
Arada yürek izi var,
(?)
Bir ara yıka yüzünü aşkla dinlensin” (Kaçılın, tepki veriyorum: Fesuphanallah!)
*   *   * 
“Acıyorum acıların seni üzen şekline,
Sanıyorum ah,  bulunacak seni yazan bir kelime”

       Ayyy, kızlar, ben buldum o kelimeyi: İmdat!!

      Sizin için bu şarkı içindeki mısralardan en anlamlısını buldum, o da İspanyolca çıktı:
“Oye mami, sabes que estoy volviendo loco por ti?” , Lisani Türkîde: “Hey yavrum, senin için deli oluyorum!” Gayetle mantukluu, değil mi?  (Göreceli olarak yani J )  
     Allahım sana geliyorum!