22 Aralık 2012

IMAM BAILDI, BEN DE!


         Sen sabahın yedisinde kalkıp spor salonuna gidebilir misin Abidin? Öyle ak örtüde elma çiz filan demiyorum. Sabahın kör karanlığında spora gitmek ve iki saat ağırlık çalışmak ne demektir bilir misin Abidin? Özlem Kumrular birilerinin ağzını burnunu kırmanın arifesinde demektir. Ne de olsa yine macera dolu bir hafta yaşadım. Bugün geçen haftanın özetini geçip çocukluğumuzu bedelli yapmış gibi gülerken (çevreye biraz kahkaha bazlı hasar verdik istemsiz bittabi) Merve “Hocam, bunlar sık sık başınıza geliyor mu?” dedi. Cevap verirken bir de farkına vardım ki, başıma hiç aklıselim bir vaka gelmiyor ki! Merve bloğumu okurken “N’olur, hiç bitmesin” hissine kapılıyormuş. Bir de bana sorun a dostlar. Yazarken şenlendiriyorum ben onları, başıma gelirken benim kapıldığım his ise: “N’olur, bir an önce bitecekse bitsin ya da uyanayım bu kâbustan”.
      Canımın içi Yorgo Amcam kısa süreliğine İstanbul’a gelmiş, iki arada bir derede buluştuk. Mevcut dünyanın en kültürlü rahibi Smaragdos’la gelmiş. (Tek kalemde geçerim, en büyük fanıyım. Yakışıklı, kültürlü, etimolojide ilah, tek rakibim var o da çoookkk büyükkk J).  Üniversitenin terasında konuşlandık. “Özlem mou, bu kısacık vakitte seni görmek istedim, çünkü sana söylemem gereken önemli bir şey var”, deyince sardı beni bir merak. “Evladım, kitabın da bitti, artık aile kurma vaktin geldi, bana söz vermelisin”, dedi. Yunanca konuştuğumuzu hatırlayıp sakinleştim, yoksa durumu üniversite sakinlerine açıklayabilecek durumda değildim. (Hem de hiç). “Ben son bir haftadır bunu düşünüyorum”, demez mi? Sonra diyorlar neden hayatım film gibi, en yakın dostlarım film kahramanı da ondan. Bir an konu nereye bağlanacak diye telaşa düştüm. Olur ya Yorgo Amcam talip malip bulmuştur belki. Neyse, korkuya mahal yokmuş. Yani anlayacağınız, bizim toplum baskısı büsbütün beynelminel oldu. Çin’de bir yaprak sallanacak yakında bundan mütevellit, ya da Galapagos adalarında kelebek kanat çırpacak! Ben neden hayatı film karesi gibi yaşıyorum ya?
      Son on günde nurtopu gibi bir sürü sapığım oldu. Erkekler büsbütün akıllarını kaybetmişler, doğrudan sapığa bağlamışlar. Hangi birinin ağzının payını vereceğimi şaşırdım. Sırf bu densizlerle uğraşması için profesyonel bir sapıksavar tutacağım hayatıma. Törkiye bitmiş anacım. Aşk, sevgi, saygı, medeniyet hak getire. Tuhaf bir terbiyesizlik hâsıl olmuş bu erkeklere. (Onları şımartan kadınların suçu bu, o ayrı.) Tırım tırım kaçıyorum onlardan, gelip bir yerde buluyorlar beni. Ne sanıyorlar kendilerini acep? Şana, paraya, şöhrete sığınıp terbiyesizlikte ayyuka çıkmak ne tip bir patalojik durum ya? Kalbine sığınacaksın sığınacaksan. Kalbine güvenip dev olacaksın. Öyle sağda solda, posterde, televizyonda gördüğün bir insana gelip kendini maymun etmeyeceksin. Aynı bir romanımda olduğu gibi:
“Nereden girdiniz hayatıma?
“Arka surda açılan gedikten!”
       Sonra açtım bir prosecco, düşündüm uzun uzun. (Hani ben bu hafta rejimdeydim? Ben içmeyeyim, kimler içsin!) Aşk bitmiş anacım bu dünyada. Aşka dair en sevdiğim söz Küçük Prens’e ait: Sevgi emektir! Hiç bıkmadan usanmadan göstereceksin sevgini, her gün, her gün, yılmayacaksın! Her katmanından soyunarak elini kalbine alıp gelen birinin karşısında palamarları indirmeyecek kalp yoktur bana sorarsan. İyi seçilmiş olacak göstergelerin, incelikle seçeceksin sürprizlerini, inceden anlatacaksın derdini. Küçük ama anlamlı olacaklar. Cebe saklanmış bir pasta, kapının altından atılmış (ve sonradan kaçılmış) bir Şarlken posteri, sürpriz bir konser bileti, hiç beklemedik bir anda sizin için tutulmuş Balkan müzisyenleri, sizin için yapılmış bir seramik, çok üşüdüğünüz bir anda ufuktan çıkıp gelmişe benzeyen sıcak bir kahve, yeni yıla başlamak için pırıl pırıl bir defter, içi sürpriz dolu bir kitap, sizin için alınmış bir şapkayı paketlemek için bütün gün boyunca aranmış güzel bir kurdele. Aşk bütün kozlarını tek ata oynamaktır. Tüm seçeneklerin üzerini çizip, tek atışa hedeflenmek. Tüm saflığınla dikileceksin karşısına ve hiçbir engel tanımayacaksın! Korkmayacaksın! Saflık yumağı olacaksın ve sadece kendini alıp geleceksin. Kalp adamıyım ben arkadaşım, gerçek sevgiye ve saygıya değer veririm, onun karşısında reverans yaparım. Sade insan severim. Sadeli!
       Sonuç itibariyle sanırım Tuna (Kiremitçi) geçen haftaki iddiasında haklı. Ne de olsa çözmüş tek hücreli canlıları. Türk kadınları erk peşinde.(Para, pul, şöhret)  O yüzden erkekler de tüm kadınların erk karşısında çözüldüklerini sanıyor ve yüzsüzleşiyorlar, yüzleri kasap süngeriyle silinmiş formata bürünüyorlar. Ban bakın bana, ben ağzınızı burnunuzu kırarım ha! Kaşınız gözünüze karışır, Picasso’ya model yaparım hepinizi! Höyyyt! Gidin kardeşim, kalbinize ve beyninize nakil yaptırın. Elimi kana bulamayın benim. Ben saflığın peşindeyim.
       Çok sevdiğim eski bir öğrencimle Kuledibi’nde koca bir şişe devirip bol keseden dedikodu yaptık. Sonra da tatlı tatlı yalpalayarak karşıya geçtik. “Başına ne geldiyse o hoca yüzünden geldi”, demiş babası. Alper matematik bölümünü bitirip “Ben sizin gibi olmak istiyorum” diyerek Salamanca’ya gitti. Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesi, bana sorsan süper iş yaptı. Bir süre kaldı, Salamanca denen rüya şehriye yoğruldu. Az kalsın tarih doktorası yapıp hayatını kaydırıyordu.  Sonra da babasının erken teşhisiyle hemen İngiltere’ye kendi konusunda yüksek lisan yapmak üzere gönderildi. (Erken tedavi hayat kurtarır). Şimdi hem işini yapıyor, hem de Galata’da açtığı stüdyoda resimlerini yapıyor. Düşündüm de keşke ben ona benzemek isteseymişim ya…  Alper, sevgilisi ve ben ilk fırsatta kar altında Belgrad’a gideceğiz. Bakarsın bir Bregovic konserine denk gelir, deliririz! (Sevgilisiyle Buena Vista konser dönüşü taksiye ortak olurken tanışmış, Allahım kadere bak!) Geçen seferki gibi Balkan sınır polisleriyle dalga geçip hayatımıza heyecan getirmeyeceğine söz verirse kardeşimi de alacağız.
          Onur muhteşem bir kitap getirmiş. Tek kelimeyle yılın sürprizi. Yeni yazdığım roman için özenle seçilmiş bir parça. National Geographic’in “Dünya Mutfaklarına Seyahat” nam bir kitabı. Kendimi kaybettim okurken. Yeni gezi rotalarım belirlendi. Her yıl 20.000 kişinin katıldığı bir lahana festivali varmış Macaristan’da. Lahanalarla akrobasiye kadar her türlü şenlik varmış. Benden haber alamazsanız oradayım. (Ya izdihamdan, ya da korkunç lahana kokusundan telef olmuşumdur). Bence nezaket böyle bir şey. Onur erkeklere nezaket dersleri veren bir okul açsın, ben hayalini kurduğum “şövalyelik kursları” projemi patentiyle ona bırakırım.
        TRT Arapça kanalında bir programa katıldım. Tabii beş aylık bir Arapçam olduğunu çaktırmadım. İslam Korkusu’nda konuşacak seviyede değil malum sefil ve yarım kalan Arapçam. Sorular Arapça soruluyor, kulağınıza simültane olarak geliyor. Sempatik bir çocuk vardı, bir ara sorduğu soruyu anlamadım. (Akılsızım ya, kulağımdaki çevriyi değil, çocuğun Arapçasını anlayamaya kasıyormuşum istemsizce). Bittabi kendimde olmadan “la fehumtu” (anlamadım) diyivermişim  Arapça.(Off, Arapçam geldi yine. Aşığım ben bu dile. Araplar olmasa Arapça muhteşem bir dil anacııım… Ruhumu teslim ettiğim Tunus ya da Cezayir’de bitireceğim bu operasyonu. ) Bu arada yakamı çekiştirdiler, bana kalırsa yeterince kapalı idim kendi çapımda. Sonra programcılardan dünya tatlısı bir hatun kişi TRT Arapça’nın bu muhafazakâr kılık saplantısının adını söyledi, yere yıkıldım gülmekten: çatalofobi!
        Asla yüzüme fondöten değdirmem. Bu aralar programlar sebebiyle maymun gibi boyayıp yolluyorlar, akşama kadar temizlenemiyorum. Böyle anlarda hep Hande’nin kocası Maurizio’yu hatırlıyorum. Türkiye’ye ilk  defa gelip de televizyonda ilk gördüğü kadın Bülent Ersoy olmuş kaderin işi. “Hande, Türkiye’de kadınlar hep böyle panda gibi mi boyanıyor?”, diye sormuş telaşa. Hande’den el-cevap: “Yok, hepsi değil, kısmen”.
       Montignac diyetiymiş, yok karbonhidratla proteinleri bir arada yemeyecekmişsin. Ben zaten bir arada yemiyorum ki güzelim, sırf karbonhidrat yiyorum. O yüzden doğrudan midemden beynime giden bir yol oldu. Diğer tarafta göbeğimi tatlı tatlı çevreleyen bir kemer de oldu tabii. Satürn tadındayım şu aralar. Millet cumaya giderken, ben spora gidiyorum, ofisin kapısına da not: Cuma’ya gittim, gelicem. Bizde Cuma böyle, n’apiimmm?
        Geçen gün sabahın köründe gözlerim şiş okula gelince Bahar telaş oldu “N’oldu, uyumadın mı dün gece?”. Neyse ki yabancı değil, itiraf edebilirim. “Şey, ben dün gece sabahın dördünde kadar dans etim de”. Soruyu beklemedim: “Evde, tek başıma”. Nitekim böyle defolarım var, n’apiim,  okurken, yazarken, dumble (humble dumble) kaldırırken birden sapıtıp dansa bağlayabiliyorum ve bu en az iki-üç saat sürüyor. Dün Deniz “hocam, biz sizi çok yanlış tanımışız”, dedi. (Sanırım/umarım iyi bir şey demek istedi). Bu durumu bilse bir daha der, ya da dediğini geri alır. (Hocam, biz sizi psikopat biliyorduk, ama siz zır-psiko’ymuşsunuz ya!”) 
        Shantel geliyorrrrr! Hem de yeni yıla gireceğimiz saatlerde! O boynuna taktığım paprikalardan sonra beni hâlâ konsere alı mı bilmem! Shantel’e dair hatırladığım en güzel şey beni konser ve röportaj sonrası yeniden konserine çağırmak için adımı kapıya yazdırma nezaketi göstermesi, iki gece üst üste Shantel’lenme lüksüne sahip olduğum yetmiyormuş gibi bir de bana bir gün bir romanımda mutlaka kullanmam gereken bir sahne yaşatması. İkinci gece konserde adrenalin tavan yapınca Shantel telefon teliyle Babylon’un ikince katına çıkıp üst kattan sallanarak performansına devam etti. Sonra da üst katın merdivenlerinden yeniden sahneye gelirken beni o korkunç kalabalıkta tanıyıp öpmesini hiç unutmayacağım. (Heyecanlanmayın boşuna, yanağımdan tabii).  Yılbaşı için verilen bütün sözler hükümsüzdür anacım. Affınıza sığınıyorum, ben Abdi İpekçi’de tepiniyor ve “Disco boooooy” nidalarıyla dans ediyor olacağım.
      Şimdi size aşk için nasıl emek gösterilmesi gerektiği anlayacağım. Sene 2000, mevsim bahar. Hande, annesi ve ben anneannelerini ziyarete Tire’ye gidiyoruz. Otogarda otobüs önündeyiz ve otobüsün kalkmasına üç dakika var. Bu arada gözümüzün önünden bir bavul geçiyor, üzerinde de İberia etiketi. Necla Teyzem, “Ay, Özlem şunlarla İspanyolca konuşsana, duyalım”, diyor. Ben de kafamı çevirip “Nerden gelir, nereye gidersiniz?” diyorum komiklik olsun diye. Bir tanesinden cevap geliyor: “Bilmemne matik konferansından geliyoruz, Kapadokya’ya gidiyoruz”. “Haydi sağlıcakla”, diyip otobüse biniyorum. O saniye yüzümde sıcak bir rüzgâr. Oturuyorum koltuğuma ve “ben âşık oldum” diyorum. Çocuk Steva Vai’ya benziyor, birkaç ay önce de Steve Vai konserine gitmişiz, hayali hâlâ taze gözümüzde. Ama nasıl çirkin, nasıl çirkin. Gogol’ün burnunun reenkarne hali. Çin’in burun ihtiyacını yek başına karşılar, o derece. Ya da bir Altınçağ İspanyol dahi şairi-yazarı Quevodo’nun dediği gibi: buruna yapışık bir adam! Hafta sonu geçmek bilmiyor. Pazartesi sabah İstanbul’a varıyoruz, ben bilgisayar başına geçip başlıyorum çalışmaya. Eldeki veri: Sıfıra yakın: İspanyol, adını anlamadığım bir mühendislik bölümünde, Kapadokya’ya gidiyor. 18 kişilik bir ofiste çalışıyoruz, yediden yetmişe herkese derdimi söylüyorum. Hep birlikte arıyoruz. Her gün bir arkadaş elinde bir veriyle geliyor. “Özlem, Microsoft kongresi olmuş, bu olabilir mi?” Haldır haldır programlar çıkıyor, İspanyollara bakılıyor. Havayolları aranıyor, gazetelere bakılıyor, kongre merkezleri inceleniyor. 65 yaşında Suat Bey bile seferberlikte ön sırada. Fehime Hanım her sabah elinde küpürlerle geliyor. Dünya tatlısı bir mühendislik fakültesi dekanımız vardı o zamanlar, canımın içi Ruhi Hocam. Heyecanla odasına çıkıp hayal meyal hatırladığım kelimeleri soruyorum “tele”, “komünikasyon”, “telematik”, “tele-komüniskasyon”. Ama yüzsüzlüğü ele alıp derdimi söylemiyorum tabii. Bütün üniversite seferber oluyor. Öğrencilerim dâhil. Sonra aklıma bütün teleli ve kominikasyonlu İspanyol üniversitelerinin sekreterlerine mail atmak geliyor: “Ben birisini tanıdım, (yarım dakika sürdü) sonra kaybettim. Tek bildiğim kongreye İstanbul’a geldiği, sonra da Kapadokya’ya gittiği”. Maillerin sayısını hatırlamıyorum. Ertesi sabah (yani onu bulmaya çalışmamın 4. gününün sabahı)  bir mail geliyor. “Hola Özlem, beni bulduğuna inanamıyorum!” Bi de bana sor, esas ben inanamıyorum! Hemen sigara yaldızlarından kedi merdivenleri yapıp ofisin kapısına asıyorum. Öğrencilerim zekidir, yaldızı gören, şifreyi anlıyor: “Hocam buldunuz mu?” “Benden kaçar mı!” Bir şenlik, bir şenlik, ofiste kırk gün kırk gece şenlik oluyor. Halaya durmadığımız kalıyor. Arkadaşlardan biri “kızım çevir bize şu maili, ne demiş”, diyor. Ben de alıyorum elime çeviriyorum, “Hola (merhaba) Özlem”, diyor. Çevirisi: Oha, Özlem! Roman kahramanlarımdan Amanda “bir sonrakine sana bir Çinliyi bir kez gösterip Çin’e atacağız, bakalım ne kadar zamanda bulacaksın”, diyor. Juan, Madrid Politeknik’teymiş. Çalıştığı bölüm sekreteri maili görünce hemen onun olduğunu anlayıp göndermiş ona. Sonra biz Juan’la yıllarca çıktık! Yıllar sonra, benim İstanbul’da yaşama sevdamdan ayrıldık. (Hay, aklıma tüküreyim). Bana bugün bile hâlâ sandığımda sakladığım destan gibi mektup gönderdi: “Özlem, bu mektubu sakla, torunların görsün ve sevdiklerine senin bana yaptıklarını yapmasınlar”. (Ne yaptıysam ona? Buraya gelseydik İspanya’da kriz var diye ağlamaz, Törkiye’de hayatımızın her yerine sirayet eden krizie alışırdık). Bugün hâlâ dostuz onunla. Siz bildiniz mi şimdi aşk için savaşmak ne demek? Birisini seviyorsanız her gün gösterin, her gün çalışın. Juan gibi beyaz bayrak çeksin! Onu sevdiğinize inandırın!
        Yarın akşam Woody Allen’ın Tanrı’sına gidiyoruz teyatoraya, Bahariye’de. Oyunun en hasta olduğum kısmı tepeden inen bir Deus ex Machina! Şu anda tek ihtiyacım olan şey o! Beni bu sahneden kurtaracak bir Tanrı Makinesi! İmdaaaattttt, ambiyanzzzzzz…
      Perşembe günü de Imam Baildi konserine gidiyoruz. Valllahi billahi Perşembe sabahı hastalığımı geçirdi şenlikli Yunanlar. Müpteleları oldum. Canciğer arkadaşlarımla Babylon’a gidiyorum ve bittabi çatlayana kadar dans ediyorum.
       Yorgo Amca’ya söz verdim. Aile kuracağım. Gelin Shantel ailesine katılalım, 2013’e maaile dans ederek, telefon telleriyle üst kata çıkarak girerim. (Bizde yamuk yok).   
        Toparlarsak şöyle bir şey çıkıyor:
        Onur bir “erkeklere nezaket” ya da “ayıları cilamama” okulu açıyor. Babası gül gibi mühendisliği bıraktığı için “Başına ne geldiyse o hoca yüzünden geldi” diyerek beni bazukayla kovalıyor. TRT Arapça bunu naklen Arapça yayınlıyor. Körfez krizi mütercimlerinden biri gaklaya guklaya Türkçeye çeviriyor.  Bazukanın arkasından çıkan gazdan çil yavrusu gibi kaçışan ve kafalarına ortaları yırtılmak suretiyle Picasso tabloları geçirilmiş ayıcanlar mortingen ştrayze oluyorlar. Olaylar Sankskritçe bir alt yazıyla ekranda geçiliyor. Bu arada Shantel telefon teliyle sahneye iniyor ve mütercimi öperek (yanaklarından) tekrar yükseliyor. Ben gaz ve toz bulutu arasında küfrederek telefonda konuşuyorum. “Hacı, Deus ex Machina gelecekti, beni kurtaracaktı? İki saat kırk beş dakika oldu yok ortalarda!” (Olay tabii ki Törkiye’de geçiyor) Tam bu arada okur soruyor, “Neyin kafası bu hocam?” diye. Cevap veriyorum: İki küçük kadeh prosecco’yla halim nice oluyor a dostlar!
      Sevgili Merve, bu uzunluk iyi mi? :=)