7 Aralık 2012

TÜM GEREKSİZ ARIZALAR GİTTİ GİDELİ

    Bugün bütün dünyayı ekerek eve attım kendimi ve en sevdiğim asosyal aktiviteyle iştigale daldım: blog. Kaç gündür yine evin yolunu bulamıyordum, hatırladığıma sevindim. Kurabiye kırıntısı diyeceğim ama bu aralar kurabiyeleri de kırıntısıyla birlikte yalayıp yuttuğum için bu da tutmadı. Kimseler heyecanlanmasın anacım, bu sene Altın Ayı ödülü doğrudan bana geliyor. (Aynalardan tüyoyu aldım). Bu vesile ile yeniden pistlere döneceğim yarın (yürüyüş bandı, envai barfiks, vesair eski yoldaş).
       Vallahi, her gün okulda beni güldürüyorlar, bir de üzerine para veriyorlar. Bugün History of  Food dersinde herkese bir kitap okuma ödevi verdim. Psikolojisi sağlamlara birer Pessoa, sabrı bütünlere de birer Saramago. Bazılarına “Sen Llosa’dan istediğin birini seç”, dedim. Ders sonunda bir öğrencim geldi: “Hocam ben Madam Bovary’nin hangi kitabını okuyayım?” Piyasada rağbet göreceğini düşündüğüm bir projem var, ticari geleceği parlak: 333 taneli bir tespih! (Modam Bovary demişken, aklıma Balsac geldi. Günde 60 fincan kahve içermiş ve malumunuz günde 100 fincan kahveyle çok rahat intihar edebilirsiniz.  Mesela ben bu soru üzerine 100 fincan içmeliydim bence. Cereyan yapıyo, kapa parantez. )
       Karmaya inanlar kötülüklerin bize geri döndüğüne inanır ya, ben de arifesindeyim. İspanyolca öğrencilerimin “geberes” adını taktığı “deberes” (ev ödevi) benim derslerde gani gani. Gençler telef oluyor. Parolamız: geberene kadar deberes. Yunanca sınıfından yakın bir arkadaş ödevlerden yıldı, kursu bıraktı. Biz direngencanlar ise son iki haftadır 10 sayfalık bir sunum üzerine uğraşıyoruz. Yatıp kalkıp Osmanlı’da kılık değiştirme sunumu yazıyorum. Acccaip vokabüler yaptım. Hatta Yunan bir profesör var bölümde, o bile bilemedi sorduğum tamlamayı. Telefat! Bizim delikanlıların ahı tuttu a dostlar.
      Ama bizim Yunanca kursunun eline su dökecek kurs yoktur. Şişmanoğlu Megaro’da yapıyoruz dersleri. Dil dersinden ziyade, kültür dersi aslında. Müzik, edebiyat, film; şenlikli geçiyor. Alt katta da sergiler oluyor. Eee tabii, sergi olunca kokteyl oluyor. Teneffüslerde kokteylde içip içip derse çıkıyoruz. Varsa daha güjel kurs beri gelsinjjj.
     İslam Korkusu röportajları devam ediyor. Her gazeteye aynı şeyi anlatmamak içi çaba sarf ederken yaşlandım wallahi. Tekrara düşmeyeyim diye stres oldum. Dün gece aklıma süper bir atraksiyon geldi. Yarın bunu deneyeceğim, büsbütün yenilik: 1981 yılında Çin’in Teijung bölgesinde küçük bir kasabada doğdum. Balıkçı bir babanın ve Hungarolog bir annenin 12. çocuğuyum. Bu arada, hayatınız pirinç tanesine yazılır. Nasıl?
       Bu hafta derste Don Quijote işledik biraz. Tek kalemde geçtiğim o meşhur Cervantes sözünü hatırladık yine: “Aşk herkesi eşit kılar”. Diğer bir deyişle, aşk herkesi eşit derecede salaklaştırır. Sınıfta gençlere kızıyordum, “romantizm ölmüş bunlarda diye”, sonra bir de kendime baktım:  Şu aralar aşktan anladığım evimiz temizleyecek, bana yemek pişirecek, çay-kahve servisi yapacak, saçlarımı kurutacak biri. Ofisteki üzerinde çividen asetona, ojeden kavanoza kadar her türlü ıvır zıvırın ahenkle dans ettiği masamı toplayacak, yatağın üzerinde küçük çaplı bir dağ formatında süzülen elbiselerimi dolaba asacak, beni hafta sonu deniz kenarına götürecek, kitap okurken bana eşlik edecek biri. Bence Samanyolu’nda namevcut, ama ümit en son tükenen şeymiş anacımmm…  Nıhahaaa, pirimiz Serdar Ortaç durumu pek anlamlı bir beyitle anlatmış zaten: “Benimle yaşamaya var mı gücün? / Bütün kapıları kapat bir düşün?” Malumunuz, Serdar Abimiz’in şarkı sözlerindeki en birincil özellik kafiye sevdasına birinci mısranın ikinci mısra ile akıl almaz bir alakasızlık içinde olmasıdır. Walakin bu sefer uyum muhteşem olmuş: Adam kapıyı kapatıp oksijensiz ortamda düşünüyor, yoksa beyne hava ederken kabul edilecek şey değil, a dostlar!!!
       Hande üç yaşındaki oğlu Massimeddu’nun (nam-ı diğer Moşimoto/Moşi) bana âşık olduğunu iddia ediyor.  Ben durumu çözdüm: çocuk gerçek bir İtalyan-Türk karması olduğu için çıkar peşinde. Tek çıkarı annesiyle ona “Moşi’yi koy sepete” yapıp (bu oyun Moşi’nin havadan yatağa atılmasından ibaret) boğuşmacalı saatler yaşamamız.  Geçen gün Hande’nin teyzesi gelmiş, evi temizlemiş, yemek yapmış. Akşam Moşi yuvadan gelip onu görünce “Sen git, Özlem gelsin” demiş. Kadıncağız şaşırmış, Moşi’den cevap babında: “O ‘Moşi’yi koy sepete’ yapıyor ama”. Teyze kızmış tabi: “Evladım, sana evini temizleyecek, yemek yapacak teyze lazım, sepet değil!” demiş. Geldik mi yine aynı noktaya? Valla, ondan bana da lazım.
      Yılbaşı yaklaşıyor. Hayatımın yılbaşı partileri tek tek gözümü önüne geldiğinde daha bir kararsızlığa düşüp PTT’ye mayil oluveriyorum. Yılbaşında insan şöyle bir dağıtmak ister be güzelim. Bu yüzden tanıdıktan uzak yerlerde yiyip içip dans etmek, durum gerektirirse -benim Yunan topraklarında “oh, nasıl olsa tanıdık yok” diye yaptığım gibi masalara çıkıp göbek atmak da dâhildir bu eğlence seansına. Sene 2007. Kuzenler sağ olsun Bostancı’da gözden uzak bir mekân ayarlamışlar, topu topu dört masalık bir teras. Yedik, içtik, çılgınca dans etmeye geldi sıra. Tam kendimden geçmiş deliye bağlamıştım ki arka masadan bir sandalye döndü “Hocaaaaammm, nasılsınız?”  Nepal’de mi kutlasam acaba bu sene diyorum. Annemler Polonezköy’de bir villa kiralayıp müzisyencanlar arasında musiki icra etmişlerdi bir yılbaşında. (En sevdiğim sanat müziği ve fasıl bizim evde, benim varlığımda yapılmayandır.) Loto’dan bişi çıkmadı ki, yoksa ben de Amr Diab’ı eve çağırır, kızları toplardım ve sonra da ona Serdar’dan çok anlamlı bir parça sözlerdim: “Yüz yüze bakalım/hangimiz platonik? Yüz yüze bakalım/hangimiz fotojenik?” Bu çocuk ne yiyor, ne içiyor bunları yazarken acaba? Bu da aynı şarkıdan: “Kara kedi gireceğine aramıza/seni şöyle alalım otur yakınımıza/tüm gereksiz arızalar gitti gideli/gün en güzeli sen, güzeliz biz iki deli.” Hah, buldum ben yılbaşında nereye gideceğimi. Beni seven peşimden gelsin.
       Bana gökyüzünden yıldız bile aldığı halde bana yaranamayan umutsuz Katalan-İspanyol sevgilim bir hafta sonu ta Barcelona’dan bize geldiğinde, annem onu pek bir sevdiği için “ayy, haydi size bir Serdar gecesi ısmarlayayım” demişti. Annem kesenin ağzını durum daha hayırlı olsun da, belki de benim deli kızım dans mans ederken aklı başına gelir diye açmıştı belli. Eğer o gece mandepsiye basıp kabul etseydim bu teklifi o gece sevgilisiz kalırdım belki de. (Şaka yaptım kız, severim ben bu sempatik Serdar’ı).
       “Bu da çözüm olmadı can acısına/ seni öne yazalım yürek atamasına”… Serdar… Evet, kesinlikle magic mushroom etkisi.  Bu hafta dersimize Törkiye’nin mantar uzmanı Jilber Barutçuyan konuktu. Mantarlar hakkında hiçbir şey bilmediğimizi fark ettik. Yıllar sonra öldüren mantarlar olduğunu da ondan öğrendik. Genel olarak sorular “hocam, şu mantar öldürür mü?” şeklinde idi. “Jilber Bey’in cevapları ise: “Hayır, süründürür” formatındaydı. En çok sorulan soru pek tabii magic mushroom oldu. Noel Baba’nın geyikler tarafından çekilen arabasının neden uçtuğunu hiç düşündünüz mü? Halusinojen mantar etkisi bittabi. Hiç aklıma gelmemişti.
       Bir gün Mr. Mutluluk Hattı’nın bir arkadaşı ile oturmuş laflıyorduk. Sanırım bir kadeh, (bilemediniz iki) şarap içmiştim. Çocuk “Is she high?” diye sormuş kendisine. Nereden bilsin bu kızcağız ağzına tütün bile koymadan “high”.  Bana bir bakın hele, benim saf halim bu güzeller! Hayatım boyunca hiç böyle bir deneyimim olmadığını buradan duyurayım. Orjinalim ben, doğalım böyle high benim. Allah hepimizi uçmuş halimden korusun bence. Anacııım, ben onların hammaddesiyim. Benim hücrelerimden yapıyorlar onları, ihtiyaca ne hacet! Doğanın dengesi bozulmasın diye benden uzak tutuyor tanrı böyle hevesleri. Galaksinin de bir dengeye ihtiyacı var, di mi kızlar?
        Canımın içi Almanca hocam ve yakın dostum Nurten Hoca geldi ve “Ayy, sana gelip ‘ne yaptın, nasıl geçti Sardinya?’ diye soracağıma, bloğunu okurum, daha iyi” dedi. Bloğumu dostlarına duyurmuş, “okuyun, hastası olun”, demiş. Bana sorsan, okuyan doğrudan hasta oluyor. Düşeyazdım gülmekten. Evet, bazen uzaktan daha eğlenceli olabiliyorum. Beni görmek demek… J
       Serdar’la bitirelim yine:  “Aşk gidene acımak mı? Bu yükü taşımak mı? Yarayı kaşımak mı?” Muhafızlarrr!