4 Şubat 2013

GERÇEK Bİ ÇOKOPRENS DİZLERİMDE UYUYORR!


       Lay la lay, ben güneşi sen ay, annem de seviniyorrr… Hah ha hay gerçek bi prens dizlerimde uyuyor. Bu Gülben Ergen şarkısının içine nasıl düştüğümü sormayın, Makbule’nin babaannesinin gelinliğini giyip müstakbel kayınpederine yakalanan bir Burhan Altıntop repliğiyle cevap vermekten başka çarem kalmaz: “İşte bunu açıklayamayacağım!” Ama olur da klibe bakacak olursanız, kızımızın annesinin neden sevindiğini anlarsınız. Ben böyle bir şey bulsam, annem en iyi ihtimalle uzaya uydular gönderir, emekli maaşıyla otoyollarımızı tamir ettirir, falan filan… Gerçek bir prens dizlerinde uyuyormuş. Sanırsın Stefano Accorsi uyuyor kucağında. Olm, bildiğin Mustafa Erdoğan diiil mi o? Bir de benim dizlerime bak, Çokoprens uyuyor. (Yolda kardeşimle Çokoprens yerken, Merve yılın vecizesine imza attı: “İşte gerçek bir prens!” Çok o prens bize! Törkiye şartlarında en gerçek prens Çokoprens tabii. Kardeşimin bunu erkenden öğrendiği iyi oldu. Açılsın yurtdışına erkenden.
         Hani ben çalışmayacaktım artık. Hani roman yazacak, yan gelip yatacak, âşık filan olacaktım, konser konser gezecektim? Nerde anacımm! Böyle çalışamaya devam edersem sadece Çokoprens var bana, o da sadece çay saatlerinde. Bütün güvenlik görevlilerinin toplam çalışma saati kadar okuldayım ve maaşıma zam istiyorum. (Tek zam naaşıma gelecek bu hızla).
        Az önce koptum gülmekten. American Chemical Society bana üyelik daveti göndermiş. Güzel Amerikalı kardeşim, ben tarihçiyim, eh biraz da romancıyım. Zaten kimyam tutmaz sizin işlere. Eneee, ben lisede kimyadan zor geçtim güzelim. Gerçekten son zamanlarda hissettiğim en büyük ihtiyacı da bu nete üye olarak kapatabilirim, serbestim radikalim. Kimya adına şu an aklımda sadece alkali diyeti kaldığını, ondan öğrendiğim tek şeyin de light kolanın deriyi sarkıttığını, hatta şu anda önümde iki boş kutu kola olduğunu, üçüncüsünün de yarısının boşaldığını hatırlarsak duruma hâkim oluruz sanırım. Türk Tarih Kurumu da bana geçen sene hakemlik için Rusça makale göndermişti. Herhalde ayy, biliyor işte bir düzine dil Rusça da vardır aralarında elbet, diye düşündüler.  Alo? Körolası çöpçüler dayanışma birliği mi? Sakın üyelik göndermeyin anacımm…
       O zor geçtiğim kimya sınavlarından birinde 4 alıp, sonra tatlı bir panik atakla 8 almıştım. Arka sırada bugün memleketin büyük şirketlerinden birinin başında olan bir arkadaşımız o tombul kollarını koymuş sıraya, kafasını da gömmüş zırıl zırıl ağlıyor. 1 almış sınavdan. Ben de onu avutuyorum, “Kaan, üzülme, bak ben çalıştım iki katına çıkardım notumu.” Kaan hışımla kafasını kol yumağından kaldırıp şişmiş gözleriyle “Benimkisi iki katına çıkınca 1 oluyo gerizekalııı” diye bağırmıştı. Hakkı var dombilinin. Ayrıca gördüğünüz gibi, değil kimyadan matematikten geçmemin de tatlı bir mucizevî yanı yok değil hani.
        Bir arkadaşım Schengen vizesi verirken bakın ne çamlar devirmiş.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Organizasyon filan. Canlı müzik işi. X.Y.’ın (80’lerin en büyük 3 piyanist şantörlerinden biri) programlarına bakıyorum.
-Ayy, niye onu götürüyorsunuz programlara?
-Çok ucuza geliyor bana çünkü.
-Ayy, kimse kalmadı mı memlekette. Korkunç bence.
-Benim babam da, ondan ucuza geliyor.
-Görüşme burada bitmiştir, buyrun vizeniz. Saygılar.
     Adnan Abi’yle konuştuk. Cebrail’le yemek yiyorlarmış ve beni anmışlar. “Ne dediniz hakkımda?” dedim olası şımarıklığımla.“ ‘Özlem olsa ne güzel tatlı tatlı yerdi’ dedik”, dedi Adnan Abi.  Ne olacak benim bu şanım ya! Masaya oturunca bildiğin arsız oluyorum. Cem Yılmaz Mehmet Yaşin’i yok etti. İyi ki beni tanımıyor. Yoksa Yaşin’in silip süpürme âleminde bana rakip değil, yaren bile olamayacağını bilir, görürdü. (Hatırlayalım biraz: Naaptın? Eee, sen köylünün rızkını yedin. Börek mi? Biz böreği görmedik ki! Krom tadı geliyormuş, gelir tabii. Tabağı yedin hacı sen!) Yemek tarihi öğrencilerim beni masada bir görseler beni bir kaale alan çıkar mı acaba? (Hah, ben de giderken otoriteyi portmentoya bırakırım, birine yarar.) Yunanca kader arkadaşım Eyüp paskalyada Niça’nın evinde yemeğe davetli olduğumuzda masaya devekuşu gibi gömüldüğümü görünce “hocam ya, bu ben yokken de geliyor mu? Hiç utanmıyor da yerken!” demişti. Yemek benden utansın anacım.
       Belgrad’a gidiyoruz Cafer’le. Beyaz Şehir’e. Lahana, lahana ve daha çok lahana yiyeceğiz. Bira fıçılarında uyuyacağız. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasına Basra alçak basıncıyla karşı koyacağız. Canım sen orada dur, biz sana geliyoruz! Beş yıl önce Balkanlar’da tam beş bin kilometre yol yapmış, tek ülke bırakmamıştık görmedik. Sırpcanların vize istediğine son gün uyanmış acele vize almaya koşmuştuk tırım tırım. Bütün belgelerim tamam, bir eksik var! Bilin bakalım ne? Pasaport! Canlarım tipime bakıp pek aklı selimi yerinde olmayan bir zat olduğunu anlayınca “hocam, pasaportu da getirin, yarın verelim vizenizi” demişlerdi her türlü olmayacak şartı zorlayarak. O günden beri severim Sırpları. (Benzer bir durum için lütfen bknz. ilk paragraf http://ozlemkumrular.blogspot.com/2010_08_01_archive.html)
       Beş bin kilometre boyunca başımıza neler neler gelmiş. Ben gece Arnavutluk’ta otobanda ters yöne sapmışım uyurgezer direksiyon sallarken. (Heee, sevindiniz bi an di mi? Ölmiycem daha ben!) Arkadaşım bana laf attılar diye benzin istasyonunda masaya çöreklenmiş, bir önceki hayatlarını şüphesiz su aygırı olarak tamamlamış, bıyıkları Nietzsche’den de uzun, dört besili Macarcanın üzerine tükürdü. (Bir Türk dünyaya olmasa bile, Macaristan’a kesin bedelmiş, gördüm gözlerimle maalesef.) Mohaç’tan bu gerginlikle Novi Sad’a iniyoruz. Kusturica’nın kaçırdığına çok üzüleceği bir sahne yaşandı. Arabada sinir krizi geçirip devasa haritayı parçaladık ağzımızla, lokma lokma camdan atıp dağlardan kış uykusuna yatan ayıları indirecek kıvamda böğürdük! Sırbistan beni unutmadı anlayacağınız.
         Ailede dört kişiyiz, toplam beş ayrı evde yaşıyoruz. Sürekli rotasyon halindeyiz. Hücrelerimize işleyen peşmerge ruhuyla hafta içinde oradan oraya taşınıyoruz. Ben günlerdir eve uğramıyorum. Ev en son İsa’nın vaftiz edildiği suyla temizlenmiş durumda. Buzdolabı eko yapıyor.  Bırakılıp unutulmuş meyveleri haftalar sonra gören tanıyamıyor bile. Geçen gün dikkatle bakıp sökmeye çalıştım, anlayamadım havuç mu elma mı? O derece desem, yalandan başım ağrımaz. Kardeşim de her gün hastanede nöbette. (Bundan sonra “nöbet şekeri” olarak anılacaktır.)  Hal böyle olunca, eve giren nesneler küf, kurt, çürük formatında çıkıyorlar. Babam kızlar arasında bir rekabet yapma hevesinde olsa gerek ki geçen içinden yarım metre yeşil soğan çıkan sözde kuru soğanlarıma bakıp “Ooo, Merve’ninkiler daha uzun” dedi. Bakımsızlığın sesi!
        Slash gelir de gidilmez mi? Hem de alt grup Malt’sa. Konser öncesi Mangal Keyfi diye bir kebapçıda toplandık. Ben hararetle bir şeyler anlattığım için fark etmemişim, Meral “Özlem, farkında mısın,  Jim Morrison çalıyor?” deyince uyandım. Anacım bildiğin muhteşem Rock parçaları çalan bir kebapçı! Kebaplar da keza. Pirimiz Meral her türlü imkânsız bileti bulduğundan gittik kapıya ve karaborsacanlarla bir macera başladı. Slash bu, ne gezer bilet! Ama Meral imkânsızı dile getirdi ve Mösyö Karaborsa’ya üç kişi 200 kâğıt bayılmak suretiyle sahne önünde yer aldık. Hem de biletsiz!  Amca bize bilet bile satmadı, seviye bu! İki adet barmen sarı bandı taktı bize. (Toplam üç kişi idik oysa) Ben ilk yolsuzluk deneyimim olduğu için tatlı tatlı tırstım. Meral’le ikimiz her şey dâhil otelin sarı bilekliği tadındaki (ya da kuçuların ve pisilerin pire savar biletleri tadındaki) önem arz eden kâğıt parçasıyla içeri girdik. Sonra Chaucer’ın “fortune favours the brave” dediği hatun kişi olan Meral benim bilekliğimle çıktı ve Sontaç’ı da getirdi. Hey yavruuum, işte TC şartlarında yeni bir hatun idolüm oldu. (Bugün de heyecanla bir arkadaşıma sarı bileklik maceramızı anlatıyordum, o da “Aaaa, unutmuşum” diyerek kolundaki bilekliği gösterdi ve “ben de konserdeydim” dedi. Hayatı ne geç yakalıyorum olm Sebastian ben?)
      Slash bile sigarayı bırakmış. (Bakın, konserden sadece bunu anlamışım meğer.) Malum pireden koruyan sarı bantlarımızla sahne önüne geçince olayın içine düştük. Öyle bir düştük ki Sontaç “Aaa, Slash’in bir karaciğer problemi var, görülüyo”, dedi. Nasıl görüldüğünü sormadık. Ben şahsen gönül gözüyle günde bir fıçı içtiğinden mütevellit böyle bir sorunu olduğunu ona bakmadan gördüm, çünkü sanırım konser boyunca davulcuya baktım sadece. Solistin de Axl’den bile iyi olduğu hiçbirimizin gözünden kaçmamış. Anam, yıllar Slash’e iyi gelmiş. Konuşturdu yine. Ama biz konser esnasında Slash’in yağ oranına bile değindik o gürültüde. Bizi bir duyan olduysa son yorumumuzla hayli şenlenmiştir. “Amaaan, boşver, yatçak değiliz ya!” 10 yıl Rock âleminde müzik yazarlığı yaptıktan sonra bu altın seviyeye ulaşmış olmam gerçekten takdire şayan bence.
         Akıllara ziyan bir falcım var. Herkesle enerjisi tutmuyor, ama ben ona ruhumu açtığım için ciğerimi okuyor. İki yıldır herkesi, her şeyi gün be gün biliyor. Birkaç defa ulan, şu kadere bir karşı koyayım, diyerek dediklerinin çıkmamasına uğraştım. Nerde anacım? Her dediği mi olur bir insanın? Herkesin tüm gizli düşüncelerini bana ifşa eder mi bir falcı? (Bana isteseniz de yamuk yapamazsınız anacım, haberiniz olsun). Büyük ve gerçek bir aşk yaşayacakmışım ve bu bahtsız adamın adında T harfi varmış.  Bunu öğrenince heyecanla Yusuf Hoca’ya söyledim. Tepkiye gelin: “Ohhh, ben de yok, ben yırttım!”. Yeğeninden gelen responsa ne demeli? “Allah’a şükür, ben de yok!” Sonra konu yine açıldı. Yusuf Hoca “Ahmet, biz yırttık ama sen yırtamadın. Sen de üç tane var!” demez mi? Ne kadar çok sevenim varmış meğer! Ne yapıyorsam bu erkeklere, bir de ben bilsem keşke. (Ha, bir an hatırlar gibi oldum. Hande face’te yazmış, sevdiklerine askerlik arkadaşı gibi davranan TC erkeklerineydi sözüm (sözüm geneleydi, özel değil). Boy boylamış, soy soy soylamış, bakalım ne soylamış: “Böyle yapan şuursuzlar kamuflajları çekip direkt arazi olmazlarsa cenazelerini kaldırırsın 200-300 sayfayla (arkadaşın da şöyle eğlenceli bir kitap okumuş olur onca zaman sonra)... Not: Helvayı Maurizio kavursun ama, eli lezzetli onun.” Bildim şimdi.
          Bugün Tuna’nın söyleşisi vardı Muhtar Özkaya Kütüphanesi’nde. Tuna olunca akan sular durur. (Pazar günü toplam 2.5 saatte 60 km yol herkese yapmam hani.) Derya’yla sürpriz yaptık. Derya Tuna’nın son kitabını (Gönül Meselesi) akla ziyan bir dikkatle okumuş. Şansal, bakalım ne yorum yapmış Derya:
“Orada kahraman yazarın elinden kurtuluyor herhalde, değil mi?
      Şuna ne demeli?
“Burada yazar kendisi konuşuyor, kahraman çekilmiş oradan, fark ettin mi hiç?”
   Neyse Tuna kıvrakla cevap verdi. Ben olsam ne derdim acaba? Bence şöyle derdim:
“Hacı, bırak beni. Ben sadece şemsiye yapayım.”

      Tuna ayrıca daha önce Hakan’dan (Gencol) duyduğum bir anekdotu anlattı. Pek severim. Beni anlatır doğrudan. Bir Kızılderili rehber bir gurup kızılderiliye yol gösteriyormuş. Bir yerde durmuş ve beklemeye başlamış. Ahali sormuş, “ne bekliyoruz?” diye. “Ruhlarımızı”, demiş. “Biz çok hızlı geldik, ruhlarımız geriden kaldı.”  Hah, işte bana yıllardır olan şey bu. Hiç ruhumu bekleyecek vaktim olmuyor. Telef oluyor garibim bedenime yetişeceğim diye. (Ruh mu? O da ne? )
     -Alooo? Mikail mi? Canım, ne bu havalar? Bize mi bu havalar? Limonata tadında bir hava yapmışsın ortaya karışık. (Sebastiann. Okuyucuya dipnot geç. Mikail’in bu hava işlerinden sorumlu melek olduğunu hatırlat. )
    -….
   -Aloo? Kime diyorum, havan bana mı güzelim? İşim gücüm var, ofise kapandım diye mi bu havalar bana. Hani Mart gelecek, kapıdan baktıracak, kazma kürek nevi şeyler yaktıracaktı. İnsanın atalarına bile güveni kalmadı bu dünyada. İsrafilll, üfle, üfle.  Kapansın gari perde.
    Kardeş diye bağrına basınca neler oluyor bakın:
“Ne aldım bil bakalım, Merve”
“Akıl fikir? Ama henüz sana uygun teknoloji çıkmadı!”
  Arkadaşlarım olsun, kardeşim olsun, herkes de beni pek bir seviyor bu aralar canım… Alooo??

    Bekleyin beni Toran Bregovic, Talen Ademovic! (Bir harf için birbirimizi kırmayalım, di mi?)
       Anneeee, bitttiiii!!