21 Şubat 2013

HANDE: ONE BIG WOMAN! ya da KOLONYA DÖKİİİM Mİ?

Hayatta ancak benim başıma gelebilecek şeyler vardır. Son üç günde hepsi de teker teker geldi zaten. Gülerken yaşlandım vallahi a dostlar. Dünden başlayalım. Olaya tatlı bir prelüd, tatlı bir mukaddime babında Merve’nin dün gece Ahmet Mümtaz’a gönderdiği tweet’e bakalım: “Aşk olsun Ahmet Abi, illa biz mi gelcez? Kırpıp atmışsın çocuğu.” Altına da ek şu karikatür:

     Ahmet Mümtaz’dan el-cevap: “E ama uyardım ben sizin çocuğu! 5 dakika telefonla konuştum, Sinan’a traş olmuş! Ebeveyni yoksa salmayın çocuğu doktor! J
    Perde arkasına dönelim. Bir film şirketinden tatlı bir teklif geldi. Ben de bir Ahmet Mümtaz’a danışayım dedim. (Bende akıl yok ya. Senede bir gün geliyor. O zaman da ben evde olmuyorum zaten!) Öğle arası kahveye kaçtım. Laflarken Sinan Çetin de geldi eve. Kahveden konyağa geçildi. “Kelebeğin Rüyası” konuşuldu derken derse yetişmek için toparlandım çıkıyordum. Sinan Bey’den “Saçını kesebilir miyim?” gibi bir teklif gelince önce kahkahayı koyverip, sonra da “Ayyy, tabii neden olmasın?” dedim.  Ev sahibimiz leziz bir korku geçirdi. Hem evinde kan akacak, hem de misafirinin saçları gasp edilecek. “Bu makasla” olmaz deyince Sinan Bey “Ayy, çok güzel olacak. Güzelken daha güzel olacak! Süper olacak. Ben evden makas getirtirim” dedi. O makas tahmin edebildiğiniz üzere geldi. Saçlarımı bir güzel kesti. Valla, pek de güzel oldu. Bir Amelie, bir Juliette Binoche kıvamında çıktım evden en hafifinden. Bu arada olayın videosu ve resimleri de çekildi. (Bana da verseler, baksam baksam gülsem tekrar tekrar). Neyse, terk-i mekân etmeden önce herkesin saçı pek beğendiğini anlaşıldı. Okula geldim. Gülmekten ders yapamıyıyorum. Ağzımdan burnumdan saçlar çıkıyor, sırtım kaşınıyor. Gözümün önünde Ahmet Mümtaz’ın içinden ateş çıkan gözleri önünde Çetin’in çocuk heyecanıyla, yüzünde tarifsiz bir gülümsemeyle (ve bittabi elinde koca makasla) sona erdirdiği operasyonu! Dersin sonunda komik anılara geçtik, hayatımın en eğlenceli Yemek Tarihi dersi oldu. Herkes bayıldı saça. Kardeşim hariç! Uzun bir mantar sapının üzerinde duran mantar yuvarlağı gibiymişim. Haliyle saçı düzelttirmeye gittik. Haliyle saç düzetilince Mustafa Sandal’a benzedim. Haliyle hâlâ gül gül ölüyorum… Yok, yok. “Film gibi” bence. (Olayın kendisi zaten film gibi) Yıllar önce kaybettiğimiz abimiz geldi bence: Mahmut. On yaş gençleştim, zekâ yaşım ise 3’e düştü. (4’ten tabii!)
      Olayı Merve’ye anlatınca sordu acilen: “Abla, sana ne içirdiler.” Konyak!”  “Oh, no! Tahmin etmeliydim.”   (Konyağa (Cognac), neden kanyak diyoruz? Pek tabii patent işine bulaşmamak, para bayılmamak için! ) Vakaya Hande ne dese beğenirsiniz? “Hadi sen böylesin, yapılacak bir şey yok, böyle doğmuşsun, neden etrafındakiler de öyle? Mesela bana bak, yakın arkadaşlarına bak. Biri Kinder Surprise’dan çıkmış oyuncağa benziyor. Yok, yok, daha ziyade eskiden bankaların verdiği karton kumbaralara benziyor. Biri deniz fenerinde yaşıyor. Niye senin hiç normal arkadaşın yok, şöyle rezidansta oturan, bankacı filan… Of  ya!”
        “Özlemmmm, güzeliiiimm”… Bu ses 3 yaşındaki Massimo’ya ait. Beni beklemek için kapıya çıkmış, ben de yanda bakkaldayım. Diğer cenaptaki bıyıklı adam da “Güzelim” dediği şeyin 3 yaşında başka bir arkadaşı değil de bencileyin eşşek kadar kadın olduğunu görünce bıyıklarını yiyecekti gülmekten herhalde.
        “Uykuveren rengârenk kıyafetleriyle parmaklarının ucuna basa ilerlermiş. Eteklerini toplayıp pencerelerden içeri atlar uykuyu bekleyen çocukların başucuna otururmuş. İki tane şemsiyesi varmış. Uslu cocukların başına açtığı rengârenk pırıltılı şemsiyesi ile yaramazların başına açtığı simsiyah şemsiyesi…” Her ölümlü Andersen’den bu masalı bir kere Hande’nin ağzından dinlemeli. Dün gece Massimo’yu uyuturken ben üçüncü defa dinledim. İlerleyen dakikalarda masal metamorfaza uğrayarak daha da tatlı romantik bir hal alıp da hikâyeye bir polis girince (Polisin girdiği hikâyenin ne kadar romantik olduğunu mevcut durumda ispatlayabilecek halde değilim, Hande’nin yeteneği diyelim.) şöyle bir diyalog gelişti.
Massimo: (Yaş üç, gözler faltaşı, uyumaya niyet: sıfır). Polis, İngilizce cop yani!
Hande: Öküz müsün oğlum? Naaptın hikâyeyi? Öküzün İngilizcesi ne?! Onu da söyle tam olsun bari!
       Bu erkeklerin en masumu. Yaş üç, milliyet %50 İtalyan. Hal buyken böyle olunca diğerlerinden ne bekeleyeceksin ki!
      Kimsecikleri beğenmez Hande. Dün gece kesin beğenir umudu ile ona Alen Ademoviç’i gösterdim. (Malum, İspanyolların dediği gibi umut en son tükenen şeydir). “Ayyy, Laz mı bu? Burna bak! Önüne mıhlama koy, hamsi tava koy, git!” Söz konusu delikanlı Tanrı’nın boş bir vaktine gelmiş, yaradılışın ilk iki gününde rahat zamanda özenle yaratılmış bir doğal afet. Ama maruz kaldığı da Hande!
Annesi ve Hande arası haftasonu diyaloğu:
-Kızım, yeni temizlikçi güçlü kuvvetli mi?
-Evet anne, babamın türbanlısı.
    Söz konusu baba - Mete Amca- da Galatasaray Lisesi’nde yıllar önce (geçen yüzyılda dense yeri var) Goril Mete olarak anılan bir adam. Yatay ve dikey olarak koordinatları zor hesaplanan bir amca. Onu Atina bile hala hatırlıyor. Atina’da Hande aylar sonra Mete Amca’nın yemek yediği bir restoranı bulup garsona babasını anlatmaya çalışıyor. Garsonun hafızası hemen atak yapıyor: “Yesss, one big man!” Mete Amca herkese “sevgilim” diye hitap eden bir arkadaşıyla süpermarkette biber seçiyormuş. Mezkûr arkadaş “sevgilim, bunlar nasıl?” deyince markette şenlik olmuş tabii. Sebze reyonundaki kadın dağılmış. Portatif şenlik Mete Amca!
        Pek sevdiğim bir hikâyesi daha var. Bin defa anlatmış olabilirim. Ama televizyonlarını yeni açanlar için bir kez daha anlatayım. Mete Amca Mercan Yokuşu’ndan çıkmaktadır. Yol sormak üzere kollarının altında iki koca karpuz olan bir yurdum insanına yaklaşır. Adam bir an durur. Sonra karpuzları yere bırakarak kollarını protesto tadında havaya kaldırır ve “Ne bileyim bennnn!” der. Offf, tek kelimeyle geçilesi bir sahne.
       Güzel bir program fikrimiz var. Konukları şaşırtmaya yönelik. (Kiminle olduğu da sürpriz olsun). İlk program için Kenan Doğlu’yu çağırıp karşısına Hande’yi çıkarıyoruz. Yıllar sonra gördüğü ortaokul kankasını görünce şaşırıyor. Plan basit. Hande’den yorum: “Sonra? İkinci programda kimi çağıracaksınız? Ağaoğlu’nu çağırıp konuk olarak karşısına ayı mı çıkaracaksın? Bak, kestiğin ormanlardan eski dostun diye…” Yok anammm, ben bu kızla aşık atamam. Erol Mütercimler iki yıl önce moderatörlüüğünü yaptığım bir sempozyumda seyirciye “Alın bu ceberrut kadını başımdan” demişti. Ben de diyeyim bari Hande’ye, “alın bu kendi kendine yetebilen akıl hastanesini başımdan!
     Face’te bir arkadaş  “ zamanı dizinde pataklayan kadın” demiş benim için. (Sebastian, koş bir defne tacı getir, “laureato” yap abiyi, alnından öp, bir kadeh de şarap ver. Benden THY’ye de selam söyle).
     Tuna çok güzel bir şey söyledi iki gün önce. Korkunç bir adamın karısına yaptığını anlatıyordum. Bir kadın ve erkek arasında ne geçtiğini bilemeyiz, dışarıdan yargılayamayız,” dedi. Çok doğru. “Valla kendime bakıyorum da, ben bazen içerden bile anlayamıyorum Tunacım” dedi. Yalan mı? Başar’ın dediği gibi “Kıza bak! Bir adam sever, adamın haberi olmaz. Adamı terk eder adamın haberi olmaz. Film iptal olur, seyircinin haberi olmaz!” Keşke doğrudan roman kahramanı olarak yaratılsaymışım, dünya şartlarına ayak uyduracağım derken canım çıkıyor anacııımm…
       Ayyy, dün “readings in urban sociology” dersine çıktım. Notları bir açtım dersin ortasında: Prva Leksija! Sen Sırpça notlarını al, sosyoloji dersine git!  Yere yıkıldım gülmekten, olay 5. katta geçince inmesi de zor olacak şimdi. “İsterseniz buradan devam edelim” dedimse de yemediler. Yani, sadece birkaç saatte üç sınıfıma da ne denli bir akıl hastası olduğumu ispatlayıvermiş oldum. Şenlikli bir dönem bizi bekliyor güzeller. Havalar ısınınca, ben de su kaynatmaya başlayınca görün siz, daha neler neler!
     Sebastiannn, kim derdi olm ofiste dört yıldır duran peruğun bir olup da işe yarayacağını… Bir de kanyak ver! Hunimi de getir, ohhh danzzz danzzz!