15 Şubat 2013

ROMA LOCUTA, CAUSA FINITA…


         Son sözü hep ben söylerim ben anacım. Roma’yım ben. Roma'yı bi de tersten okuyun bakın ne oluyor. Fiyakalı di mi? Bence de. Roma konuşmuşsa, dava bitmiştir. (Başlık da öyle dio). Anasonlu bir sarhoşluk içindeyim. 90 yaşındaki Shakespeare hocamı ziyarete gittim. (Bu lezzetli sözü de ondan öğrendim.) Bana Patxaran çıkarmaz mı? Hayatta en sevdiğim üç içkiden biridir. Tatlı, anasonlu bir Bask içkisi. İstanbul’da kaç kişinin evinde Patxaran vardır hacı? Allahım, madem beni seviyorsun, neden daha farklı alanlarda şaşırtmayı düşünmüyorsun? Sen bu kredimi al, daha hayırlı bir sürprize kullan. (Detaylarda anlaşabiliriz sanıyorum. Biraz eğilirsen, fısıldıycam kulağına.)
       İstanbul’un en eski asansörlerinden olan Milano marka ipli aygıtla aşağı inerken aynaya baktım. Tam 17 yıldır biniyorum bu asansöre ve her seferinde aynı mutlulukla dönüyorum. (Occupato/presente) bunca yıl zarfinda ilk defa askerlik anılarını anlattı Ercüment Hoca. Dağıldım. Levazımda yapmış askerliğini. Bir gün birisine kızmış, “sen de akıl yok mu?” deyince, o da bir cesaret “Teğmenim, aklım askerde lüzümsuz diye onu yanımda getirmedim” demiş. Başkasına deseydi postu delik olurdu şimdi, o başka.
         Son sekiz yıldır aynı soruyu soruyor Ercüment Hoca. “Kaçılın Türkler Geliyor” kitabımdaki küfürlerin menşeini merak ediyor. Açık hayvanat bahçesi bir şehirde yaşıyorum, duymayıp ne yapacağım. Ama 1963’ten beri Anadolu yakasına geçmemiş, son 7 yıldır da Beşiktaş’tan çıkmayan Ercümen Hoca bunu anlamak istemiyor.“Yavrum, sen külhanbeyleriyle mi takılıyorsun?” diyor. Evet, kısmen. Eşi Jill Hanım daha da komik: “Özlem, sen kiminle dolaşıyorsun?” Jill Hanım da 90’a yaklaşıyor. Hala yüzmeye ve sinemaya gidiyor. Geçen sene erotik bir filme gitmişler. Çıkışta “film nasıldı?” diye sorduklarında verdiği cevabın hastası oldum:   “Çok şey öğrendik, ama çok geciktik.” Bildiniz mi şimdi ben bunca enerjiyi kimlerden alıyorum!
       Bu memlekette kibar olmayacaksın anacım. Öyle sana söz gelsin diye beklersen nah gelir. Son 15 yıldır olabildiğince kibar bir tavır sergiliyorum. Ama dünden itibaren bir orman hayvanına dönüşme kararı aldım. Katıldığım programlarda kibarlıktan sıra gelmiyor anacım… Çok sevdiğim bir öğrencim Ankara’dan şaşkın gelip “Metrobüse binmek için zeki, çevik ve şerefsiz olmak gerekir” yorumunu yapmıştı. Söz kapmaya, hatta kaptırmamaya çalışmak da aynı kanuna tabii bence. TRT Türk’te sıra gelmeyince balık gibi her seferinde boşa açtığım, içine laf tıkılan ağzıma kuvvet ellerimi belime koyup “Şeyy, afedersiniz, beni konuşturmayacaksanız ben eve gidebilir miyim?” dedim. İnanın kızzz, vallahi billahi dedim. Karambolde birisi “Gerçekten gider ha!” deyince meydan bana kaldı nihayet.
       Baktım ki yaptığımdan sual olmuyor, bir sonraki söz ambargosu için şuna niyetlendim: Çıkaracağım çantamdan pijamalarımı stüdyoda, bir çift de terlik, “haydi Allah rahatlık versin anacııımm” diyerek heyecan yaptıracağım onlara. Bence çok hak ediyorlar. (Yaparım bilirsin J )  Hal böyle olunca kardeşim de “Abla, sen iyice delirdin” dedi. (Ona baksan, akıllı bir şey göreceksin sanırsın.) “Keşke Metin ölmeyeydi de birlikte vapurda ayağa kalkıp “haydi çocuklar aşıya!” derdiniz”, demez mi? Adnan Abim anlatmıştı ballı ballı. Metin bir gün vapurda ayağa kalkıp bağırarak “haydi çocuklar aşıya!” demiş. Kaç tane vardır bu adamdan memlekette sizce? Bir tane vardı, yeri de boş kaldı. Papa bile istifa etti, ben şu hayattan istifa edemedim güzeller. Haydi, istifa edemedim, bari istifade edeyim, onu da beceremedim yav.
       Belgrad’dan döner dönmez façayı düzeltip programa gitmeme şaşıran Cafer bunu bildirmiş. Çatlak kuzen Ozzy de altına şu yorumu yapmış: “Cafer, kuzen ordan çıkıp daha partiye gitmiştir :) Sonra da eve gidip yeni kitabı için bir iki chapter yazıp yatmıştır J” Kardeşimin konuya dair yolladığı karikatür hepimizi dağıttı.


        Kuzen Brüksel’e gitti. Tatlı talı boku donuyor oralarda şimdi. Durumu şöyle izah etmiş: “Haftalardır kapının önünde aynı kar tanesini görüyorum. Tekme atsan yuvarlanıp yan tarafa düşüyor! )  Barcelona ve Floransa’dan sonra Brüksel’de yaşarsan bunu hak etmişsindir zaten be kuzen. Neyse, Brüksel senin tadını çıkarsın bari.
        Tatlı tatlı sıyırmanın arifesindeyim. Dün akşam Yunanca kursunda ayakta uyumuşum. O esnada hoca da Yunanca çok komik bir reklam izlettiriyordu. Rüyamda Cem Yılmaz’ı görüyorum, ama seslendirme fondan gelen Yunanca reklamdan. Rüyamda diyorum ki “Vay be, Cem Yılmaz’a bak, ne güzel Yunanca konuşuyor”. Tam bu esnada Gökhan bir savsaklayarak uyandırınca apartmanın tepesinden düşüyorum sanmışım. “Ayyy” diye bastım çığlığı. Sınıf neyseki bendeki standart sapmanın farkında olduğundan az hasarla kapattık durumu.
       Ivana nam dünya tatlısı bir Sırpla tanıştık Semih sayesinde. (Semih ve Feyza’yla da havaalanında tanıştık ve 3 gün, 3 gece ayrılmadık. Hatta burada da! Buradan canımın içi yavrukuşlara selam olsun).  Sırbistan’da benim en çok tükettiğim bira olan Jelen’in reklamını protesto ettiği için içmiyormuş. Efes’e tekabül ediyor, düşünün artık. Reklamında “Men know why” dediği için ağzına koymuyormuş.  Aslansın Ivana, adamımsın, pirimsin. (Şey, afedersin, bi fırt daha çekebilir miyim atmadan önce?)
        Hotel Moskva’da kaldık. Clientela’ya bak: Einstein, Hitchcock, Gandi, Theodorakis, Pavorotti ve kimler kimler. Ama bu resepsiondaki yakışıklının İngilizcesini kurtarmaya yetmiyor. “I back your documents” (Ay bek yor dökümıntz)… You back my documents, I back yours, we all back our documents. Let’s back our documets. Sanırsın bizim üniversitede öğrenmiş. Yok, ben de zamanında prep school’da çalıştım, biliyorum. Suç bizde tabii. “I am a Süleyman Yunuk” yazıyorlar dört sene sonra, biz buna şaşırmıyoruz. Şimdi bakalım dünya otellerinde, restoranlarında ve sair yerde sirküle eden şenlikli cümleler nelermiş.

-Tokyo’da bir otedel: Is forbidden to steal hotel towels please. If you are not a person to do such thing is please not to read notis. 
-Bangkok’ta barda: It is forbidden to enter a woman even a foreigner if dressed as a man. 
-Norveç’te bir barda: Ladies are requested not to have children in the bar. 
-Budapeşte’de hayanat bahçesinde: Please do not feed the animals. If you have any suitable food, give it to the guard on duty. 
-Roma’da bir doktor tabelasında. Specialist in women and other diseases. 
-Rome kuru temizlemecide: Ladies, leave your clothes here and spend the afternoon having a good time. 
-Balkanlarda bir otelde: The flattening of underwear with pleasure is the job of the chambermaid. 
-Almanya’da Kara Orman’da (Schwarzwald) bir tabelada: It is strictly forbidden on our black forest camping site that people of different sex, for instance, men and women, live together in one tent unless they are married with each other or that purpose. 
-İsveç’te bir kürkçü dükkânında: Fur coats made for ladies from their own skin. 
-Bir mobilya mağazasında: "We stand behind every bed we sell."
-Moskova’da bir Rus Ortodoks manastırı karşısındaki otelin resepsiyonunda: You are welcome to visit the cemetery where famous Russian and Soviet composers, artists, and writers are buried daily except Thursday. 

        Bir Tutam baharat filminde bir sahne vardır. Küçük Fanis Atina’dan sevgilisi Saime’yi görmek için İstanbul’a giden trene biner gizlice ve uyuyup kalır. Sabah kalktığında darbe olmuştur. Camı açtığında annesini, babasını ve sayısız tankın yanındaki askeri görür. Yıllar sonra “neden bunca yıl beni görmeye gelmedin?” dediğinde, “Ben yola çıktım ama tanklar izin vermedi” der. Benimki de öyle oldu. Belgrad’da Alen Ademoviç’in çaldığı Vanila’ya gitmek için yola çıktık. Öncesinde de Etiler Nispet Club tadında bir tiki bir Sırp canlı müzik mekânında sosyal gözlem yaptık. (Ben arada çaktırmadan bayağı dans ettim, hoşuma da gitmedi değil hani.) Her an perdenin arkasından Arto’nun çıkacağı korkusuyla yaşadığımız bu mekândan iki saat sonra bir çıktık Belgrad bembeyaz bir sonsuzluk olmuş! Portakal tanesi gibi kar yapıyor. Kavuşamadık tabii haliyle. Yıllar sonra sorarsa ben de ona “Yola çıktım ama Mikail izin vermedi” derim. (Mikail, son bir haftada yaptıklarını bir kenara yazıyorum. Yanlış bir tuşa filan mı basıyorsun yavrum sen gökyüzünde ya? Yok mu tatlı bir sıcak? Soğuktan burnumuz düştü olm Balkan ellerinde!)
        Çok gezen neler bilir, bakın. Olacak iş değil. Ta Sırbistan’da bir Sırp’tan bu hikâye dinlenir mi? Ona mı şaşırayım,  hikâyenin kendisine mi bilemedim. Ivana bize öyle bir aşk hikâyesi anlattı ki şaşakaldık. Ivana’nın bir arkadaşı Eurovision’da Mor ve Ötesi’ni görüp Kerem’e âşık oluyor. Sevgililer arasında olan o tatlı anlaşmadan yaptıkları zaman sadece Kerem’i seçiyor. (Hani vardır ya? ‘Bir gün Monica Belluci gelse, gitmeme izin verir misin?’ gibi. “Gitmek” fiilini keyfinize göre değiştirin, ben kibar olayım dedim J )  Bu platonik aşk öyle bir hal alıyor ki, bir gün kızın bir arakadaşı Kerem’le onun resmini yapıyor ve bir internet sayfasında yayınlıyor. Kerem de resmi görünce kızı merak ediyor. Kıza mesaj gönderiyor. Kız inanmıyor. Derken, Kerem Sırbistan’a gidiyor. Sonra mı? İnanmayacaksınız ama yıllardır evliler ve şimdi de çocuk bekliyorlar. Aşkı için kalbini alıp yürüyen insanlara duyduğum saygı tariflere sığmaz. Yürü be Kerem! İşte mutluluğu gerçekten hak edenler onlar. Bu sevgililer gününde önünde reverans yapıyorum ve en kısa zamanda çoğalmalarını ve bolca yayılmalarını diliyorum.
      Giannis Parios geliyormuş. Niça çok güzel bir şarkısını dinletti: To diko sou amartima. Sözleri çok tatlı. “Benim işlediğim suçlar bir elin beş parmağını geçmez, seninkiler dünyanın bütün parmaklarıyla sayılmaz”. Budur! Antoş da Drapetsona şarkısının hikâyesini anlattı. Theodorakis yolda giderken birden İlhami Abiler geliyor, elindeki sigara paketine şarkı sözlerini karalamaya başlıyor. Arkadaki araba bindirince hiçbir şey olmamış gibi arabadan elinin çıkarıp “bir dakika” diyerek telef olan arabanın içinde şarkı sözlerini bitirene dek yazıyor.
      Aaa, bir San Valentine mesajı vermeden çekilmeyelim perdeden di canım? Kusura bakmayın anacım, ama aşk aslında yok. İdeası da yok, kendi de yok. Aloo? Platon, yavrum sen yazdın çizdin uzun uzun aşk merdivenleri filan ama nereden bilirdin evrimin tersten yürüyeceğini? Ladder of love’ın en altındaki hayvanların aslında en asil sevenler olduğunu göremeden gittin be adamım! Yazık oldu Platon Efendi’ye. Giannis Kotsiras, ses ver gülüm! Bu şarkıları yazan sensen bize de diyiver var mı aşk tabir edilen ve memleketimin insanının bünyesiyle uyum sağlayamayan mekanizma? Varsa yollama bunlara, mundar ederler onu da. Suyun öteki tarafında saklayın güzel olan her şeyi. (Sebastian, vize çıksın bu hücresi bozuklara. Yengen vizesi.) Men know why, tabii.
        Işıl’ın annesinden yılın facebook mesajı: “14 Şubat’ta sevgilim yok diye üzülmeyin. Kabotaj bayramında da geminiz yok nasıl olsa!” Diğer bir söz de Merve’nin âlemde duyduğu hoş bir şey: “Vantilatör dönerse serindir, dönmezse hiç serin olmamıştır.”
     Haftanın diyaloğu ise:
-Merve bize gelsene.
-Siz kimsiniz abla?
-Ben be yalnızlığım.
-Oooo, çok kalabalıksınız hacı.
       Alo? Ivana? Canım, rica etsem Alen Ademoviç’le şöyle bir resmimi yapabilir misin yanyana? Buğday tanesi kadar olsa yeter anacımmm… Alooo? Tünele mi girdin Ivana? Ivanaaaa…