2 Kasım 2014

DORMIENTES AB VIGILANTIBUS VINCENTUR

Kırk yaşına kadar bu ülkede postu deldirmeden sapasağlam yaşamaya devam ediyorsam mucizelere inanmak zorundasınız. Hayatının yarısı sarı dolmuşlarda geçen bir âdem olarak, hala hayatta kalarak tüm olasılık hesaplarına karşı dimdik ayakta duruyorum ben. Hayır, emniyet şeridinden uçarak gitmelerinden değil, kapanmak bilmeyen çenemi tutamayıp her seferinde topuklarımı deldirmeme ramak kalmasından bahsediyorum. Vaka-ı cedid: Yağmurlu bir İstanbul akşamı içinee tıkıldığımız, akreplerin yelleri kovamadığı saatlerde, ormanda ayılar tarafından büyütülüp beslendiğinden şüphe edilmesine ihtimal olmayan şoförün emniyet şeridinden değil, bildiğiniz kaldırımdan sürdüğü dolmuşta gidiyoruz. Arkada bedbaht üç kızız. Yok, tanışmıyoruz, ama çaresizlikten akraba çıkmak üzereyiz. Ortadoğu’nun tüm dillerinde arabesk çalan bir istasyonla zehirleniyoruz bir taraftan. Kulaklıklarımda tıka basa çalan Miligram bile kurtaramıyor beni. Sonunda her zamanki dayanamayıp: “Şöforrr Beyy, biz arkada üç kız şu an tam bileklerimizi kesmek üzereyiz”, diyecek kadar cesur oluveriyorum. Orman ayısı hiç gülmediği gibi KDV tadında sesi açıyor. Aynadan da o bildiğiniz alt yazılı bakışlar: “Şu an Zeytinburnu’nun derinliklerinde inmek istiyorsan bir cümle daha kur”. Evde canı çok sıkılan iki adet yetmişlik (2 büyük 70’lik yani) fert barındıran bir ailenin ferdi olarak sık sık belgesele maruz kaldığım için bu türü yakından tanıyorum.//////////// Bakırköy’e vardığımızda koşturarak orman ayısını ait olduğu yere şikâyet ediyorum. Dolmuş durağı harbi abiler tarafından yönetildiği için ayıcanın arabasını 1 saatliğine bağlıyorlar. Tam o esnada “Ne var? Ne oldu?” diye geliyor bizim postlu. İşte o anda ben “Oldu o zaman, ben de tam gidiyordum, öptüm canlar” diyerek topuklarımın hafifliğini tabanlarımın kuvvetiyle birleştirip sırra kadem basıyorum. Eve gelene kadar peşimde evyeyle bir orman ayısı olduğunu hayal ederek ecel terleri döküyorum tabii. Velhasıl, bu hafta da ölmedik. Ama haftaya Allah kerim. Yıllar önce karnaval için aldığım bir mor peruk vardı. Sanırım yarın bana lazım olacak./////////////////////// Romanın en güzel yerindeyim. Bizi rüyasında görüp hayatımıza giren insanlar meselesi. Bizim psikoloji okuyan kızlardan öğrendim geçen akşam yemekte, rüyamızda gördüğümüz ve tanımadığımız insanlarla aslında hayatımızda bir zaman, bir yerde, bir şekilde, paralel ya da teğet geçmişliğimiz varmış. Yani, rüyamızda boy gösteren herkesi bir yerde mutlaka görmüşüz. Ben son zamanlarda rüyalarımda sadece birlikte çalıştığım insanları görüyorum. Sakın rüyalarıma gelmeyim olm, çok sıkıcı bir haldeler, sığulabülürsünüz. (İçeride zikir bile yok, o derece!) Ha, rüyalarıma gelecekseniz de beraberinizde ya yakışıklı birilerini getirin, ya da kazanla yemek getirin. Gündüz bunlarla ilgilenecek vaktim olmuyor çünkü. /////////////////// Sürekli bir “ders bilme” halindeyim, sürmenaj sınırlarındayım. Gece gündüz ödev yapıyorum arkadaş, ben 40 yaşındayım ya, ilkokulda bitmedi mi bu ödev travması? Bugün tabip kardeşimin eşliğinde Yunanca ödevimi yaptım ve tek başıma koskoca bir hiç olduğuma bir kez daha karar verdim. Sterno’nun Türkçesi “iman tahtası” imiş. Bir yaşıma daha girdim anacığım. Algia (algos) Yunanca acı, ağrı bildiren bir ek. Benim adın içinde de gizliymiş. Nostos (memleket) ve algia. Memleket hasreti, acısı demek Nostalgia. Agrafi yazma, afazi konuşma, aleksi de okuma yetisini kaybetme hali. Çoğunlukla tek tek görülmüyorlar. Hepsini topyekun kaybetsem de rahatlasam diyorum. Çalışmaktan imanım gevredi. ///////////////// Roman kahramanlarımdan biri geldi okyanus ötesinden. Galakside gördüğüm en çok şey bilen insanlardan birisi. Kuaförde 800 kadın gücünde konuşsa bile asla sıkılmayacağım nadir insanlardan, biricik Kevin’ciğim. Bir Amerikalıyı sevebileceğime ben bile inanmazdım, haklısınız. Bosna kökenli olduğu için yırtıyor aslında. (Bizim bu ay Balkan günleri kutlanıyor tadında. Slovenlerden açılan boşlukları Bosna’ya verdik, haftaya da Hırvat’a) Ayağının tozuyla komik bir bilgi verdi yemekte. Endülüs kökenli bir bira markası gösterdi: La Mezquita. Resmen adı “cami” biranın! Bir de çılgın reklam yapmışlar. Elinde kocaman bir Endülüs Arabı “Kuran yasaklıyor, ama öyle lezzetli ki!” diyor. Yakında dağıtırlar fabrikayı kesin. Benden söylemesi.//////////////////// Kevin’le Dubrovnik Üniversitesi’nin Hırvatça kurslarından tanışıyoruz. Yaz sıcaklarından nefretlik bir şehre dönüşen Dubrovnik’te herkesten nefret ettiğimde dimdik yanımda durdu zavallım. Onunla denizlere girdik, adalara gittik, šljivovicalar, rakijalar tükettik, saatlerce sohbet ettik, bana enfes yemekler pişirdi. (Yemek pişiren arkadaş her daim on puan öndedir). Balkan mutfak tarihi üzerine en derin çalışan arkadaşlardan Kevin. Patlıcana Balkanlar’da bazı yerlerde crna rajčica (siyah domates) dendiğini, meşhur köfte ćevapi’nin aslında etimolojik olarak kebap’tan bozularak geldiğini, Bosna’da içilme amacına göre 3 çeşit Türk kahvesi olduğunu, misafire “defolup gidin” artık bâbında yapılan kahveye de “s.ktir kahvesi” dendiğini ve daha sayısız detayı ondan öğrendim. Tito’nun aşçısının yemek kitabı yazdığını da onun sayesinde öğrenip buldum. Slavonya bölgesinde puh denen bir çeşit fare yenmesine ne demeli? Bildiğin dormouse (yediuyur). ////////////////////// Hırvatistan’ın en güze balladlarını söyleyen Ibrica Jusić’le tatlı bir dostluk kurmuştu Kevin. Her gece 12’de gitarını alıp Dubrovnik’in denize yakın manastırlarının birinin kapısında şarkılarını söylerdi. Herkes büyük bir sessizlik içinde oturup dinlerdi bu sürpriz konseri. Bir kişi konuşacak olsa hemen pılısını pırtısını toplar giderdi. Nerde olursak olalım her gece saat 12’de Ibrica’ya yetişmek için koştururduk Kevin’le. Ibrica, İbrahim yani. ///////////////// Smrt fašizmu, sloboda narodu! (Faşizme ölüm, halka özgürlük), ne tatlı değil mi? Yugoslavya döneminde halk böyle selamlaşıyordu. Evet, pratiğe koyunca pek de normal geldiği söylenemez. Sabahın köründe ekmek almaya gittiğinizde gördüğünüz arkadaşınıza “Faşizme ölüm”, diyorsunuz, “o da halka özgürlük” diyor. Yok kız, abartmıyorum, aynen böyle! Bense sabahları kalktığımda bana sabahın köründe ders koyan akademik planlama bölümündeki o kimliği meçhul arkadaşa ölüm dileyebiliyorum sadece. Günyüzü görmesin inşallah. Anam, ben bir gün önceden gidiyorum senin yüzünden okula!/////////////////// Kardeşim her gece hastanede nöbetçi kaldığından beri adı nöbet şekeri oldu. Zavallı en azından işe gitmemek zorunda olmakla avunuyor. (Hazır gidilmişi var). Geceleri de bazen boş sedyelerde filan sızıyorlarmış. Yıllar önce de teneffüste bir bank bulup oturmuşlar da hademe gelip kovalamış onları “höyyt, ceset kutularına oturmayın” diye. Her gün taze bir vakayla geliyor. Taze anjio olmuş bir hastanın yakını gelip ne dese beğenirsiniz? “Tuzlama yiyebilir mi?” Olacak O Kadar’daki hasta yakınları ne ki, gerçekleri daha şenlikli! Seviyorum olm ben bu memleketi.////////////////////// Son zamanlarda hayatı bir erozyon gibi yaşadığım için sayısız şey öğrenip nereden, kimden öğrendiğimi hatırlamıyorum daha 24 saat geçmeden. Ama Ahmet Ümit’i görüp de unutmak pek tabii imkânsız. Fünikülerde karşılaştık. Kısacık bir yolculukta ayaküstü dünya kadar şey öğrendim. Ne tatlı, ne renkli, ne ideal sahibi güzel insanlar var bu şehirde. Ahmet Ümit iyi ki var! Konu bir şekilde ışık hızıyla Hititlere geldi. Hititlerin Kuran’da geçtiğini bilmiyordum. Sonra yolda düşündüm: başka bir şehirde yaşamayı hayal bile edemiyorum! Biz bu şehirle beşik kertmesiyiz. //////////////////// Doğada alto yokmuş. Bizi kandırmışlar yıllardır. Doğada mükemmel daireler ve üçgenler de yokmuş. Mükemmel üçgen bir yaprak gördünüz mü? Hayır! Bilim adamları doğada aslında aşkın da olmadığını da söyleseler de cümleten rahatlasak./////////////////////// Haftaya da Hırvat bir arkadaşım geliyor. Sevgili okur kendisini 3 yıldır yakından tanır. Vjeran. Bana Türkçe mesaj yollamış: “Toma’ları bavula attım”. Gezi olaylarını gün be gün izleyip Hırvatistan’a sayfasından duyuran biricik dostum burada TOMA’ya bir gönderme yapmış çaktırmadan. Bana yeryüzünde, hatta galakside en sevdiğim birayı getiriyor: Tomislav. Bir Hırvat arkadaş şöyle demiş: Respect za osobu koja pije Tomislav. Tomislav içenlere saygı, diyor kısaca. Bayram çocuğu gibi beklerim ben şimdi o Tomislavları. Dünyanın en leziz, en siyah birası. Tomislav Hırvatların da ilk birleştirici kralının adı aynı zamanda. Metehan birası gibi bir şey anlayacağınız :D ////////////////////// Ha başlık mı? Latince “uyuyanlar uyumayanlara kaybedecek” demek. Günde 3 saat uykuyla yaşıyorum. Kardeşime sorsam hep kış uykusundayım. Çünkü haftada bir yanına gittiğimde, yani az önce anlattığım dolmuş macerasından sağ çıkabildiğimde, ancak kış uykusuyla kendi gelebiliyorum. İşte tam da o sabahlarda kalkıp tarla faresi gibi tıkır tıkır bana ayrılan uykunun sonuna getiriveriyor beni. //////////////////////// Bu arada bu psikopat blog sayfası ayırdığım paragrafları bütün bütün yutuyor. Bir çare bulana kadar böyle Gestalt tadında okuyacaksınız. Cümleten iyi geceler anacımmm… Ben daha ders bilicem…