15 Kasım 2014

HOUSTON, WE HAVE A PROBLEM!

İlber Hoca etrafındaki kalabalıktan boğulunca “evacuation” diye bağırır! Boşaltın! Benim de en yakın dama çıkıp “evakuasyonnnn!” diye bağırasım var. İnsandan değil, hayatımdaki kalabalıktan. Tam bir bag-lady formatında yaşıyorum. Hani vardır ya İngiltere parklarında yaşayan, ellerinde koca torbalarla evlerini üzerlerinde taşıyan, saçları dolaşmış teyzeler. İşte ben o dalda adayım. Elimdeki torbalarla şehir içinde koşturup, akşam en yakındaki evde kalıyorum. Artık hangi bahtsıza denk gelirse. Sabah spora gidip duş alıyorum. Conrad’da küçük bir dünya kurdum kendime. Menekşesi olmasa da minik bir havuzu, yürüyüş bantları, ağırlık aletleri ve yeşil çaylarıyla ikinci adresim oldu. Bu aralar biraz bana bakıp, çay yaparsanız sevinirim. Evimi temizlemenize gerek kalmadı, çünkü ben de gidemiyorum artık. ////////////////////////// Öğle yemeklerinde arkamızdaki sandalyelere seyirci alsaydık çoktan köşeyi dönmüştük. Malum 20 yıllık arkadaşım Başar son 20 yıldır hiç teklemeden bizi eşit şiddette güldürüyor. Bugün bir pirinç tanesiyle hayata veda ediyordum. “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” dedi. (Ohooo, film şeridi mi? Benim hayattan en iyi ihtimalle Dallas filan çıkar). Kendisi kendine motor üzerinde bir yaşam kurduğu için bütün anıları motor kazaları ile ilgili. Yine öyle bir kaza anında tutanak tutan polis ne sormuş beğenirsiniz bizim delikanlıya? “Hayatın bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti mi?” Bizim ülkede polis neden hep Cin Ali seviyesinde kalıyor ya? İspanyolca dersinde çocuklar cv’si olan 3 kadınla erkeği eşleştiriyorlardı. (Ders kitabının fantezisi, ne yapacaksın, suç bende değil yani). Erkeklerden biri polis. “Polis kız mız vermiyoruz”, dedim. Katalan polisinin suçu neyse artık.////////////////////////////////// Öğlen yemeklerinde masamız yuvarlak. Arthur’un masası gibi. Başarın bunun üzerine bir yorumu oldu tabii: “Yanında oturmakta olan en yakın dostun aslında karının sevgilisidir”. Şövalye romanslarını bu kadar güzel anlatan bir cümle görmemiştim. Bunu derste kullanayım ben. (Yıllar önce Başar’la ortak “Secrets of the Middle Ages” diye leziz bir ders verirdik. ) Başar’ın diğer bir yorumu: “Lancelot ben savaşa gidiyorum, sana ülkeyi emanet ediyorum!” Oğlum, kime kime emanet ediyorsun? Şövalye romansları da güya Hristiyan etiği üzerine kurulu. En güzel din doğadır anacımm, doğaya dönün hepiniz en erkeninden. Ne demiş Atatürk: “Türk doğadan başka şeye tapmaz”. //////////////////////// Başar eskiden de böyleydi. Tanrı’ya şükür hiç değişmedi. Yıllar önce bir gün anneannesine çok kızmış, gitmiş pazarda her hafta balkabağı aldığı Ahmet Amca’yı bulmuş. (Anneanneme kızsam aklıma gelecek en son şey bile değildir bu. Düşünün artık çocuk da kafa nasıl çalışıyor). Bir balkabağını ortadan ikiye güzelce böldürmüş. İçine anneannesinin annesinin fotoğrafını koydurmuş. (Kabakçıdaki de akıl yani. Hiç “olmaz” filan dememiş. Hayır deyip tarihe “Kabakçı Ahmet İsyanı” şeklinde geçerek ölümsüz olma şansını tepmiş akılsız) Kabakların evde kesildiği karanlık çağlar tabii daha o zamanlar. Kadıncağız kabağı ortadan iki ayırınca basmış çığlığı “Tövbeeee” diyerek. O esnada Başar’ın gazete okuyan babası olay hakkında daha hiçbir fikri olmadan şu tepkiyi vermiş: “Başarrrrrr!”. Haydi ben arkadaşıyım, bir de Başar’ın babası olmak vardı hayatta. Stresi düşünsene. “Hayatınıza renk katılır” durumu. Başar bence ek iş olarak evlere komikliğe gitmeli artık. ////////////////////////// Fırat öldürdü bizi. Geçen dönem yurtdışındayken sınavıma Meksikalı bir hoca girecekti. Ben de çocuklar görsün diye 2500 puntoyla kapıya hocanın adını yazmıştım. Malum, Hispanik âlemlerde bir insanın en az 2 soyadı, birkaç tane de adı olmazsa ezik sayılır. Fırat durumu Vağarşak Hazretleri’ne aynen şöyle anlatıyor: “Kapıdaki nota baktım, önce Meksikalı futbolcu geliyor sandım. Durumu anladım, bu sefer de derse hoca yerine 7 kişi giriyor zannettim. Hocanın adı roman gibi. Giriş, gelişme ve sonuç, hepsi var!” /////////////////////////////////// Hayatım bir Elm Sokağı tadında devam ediyor. Yoğunluktan yanlış mailleri yanlış insanlara göndermeye başladım. Bu rezaletime arkadaşları da ortak etmeye başladım. “Bu maili 10 yanlış kişiye gönder, hayatın bir yıldız gibi kaysın” notu da benden ek. “Du bakali n’olcek” diyelim, ne diyelim? //////////////////// Yok, potların hepsi bana ait değil. Selçuk Hoca (Esenbel) ile enfes bir program yaptık. Malumunuz Türkiye’nin en büyük Japon-Çin tarihçisi. İki dili de ana dili gibi konuşuyor. Türkiye’nin en karizmatik kadını bence. Tek geçerim. Japonların Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü başta olmak üzere çok şey konuştuk. Japonlardan bile önce televizyonda biz yayınlamış olacağız, çünkü hoca Japon ve Osmanlı arşivlerinden yeni çıkardı bu enfes malzemeyi. Henüz Japonlar arasında bile yok yani. En çok da İngilizlerin Japonlar aracılığı ile aslında resmen tanımadıkları Ankara Hükümeti’ne ettikleri vaatlere şaşırdık. Resmen Yunanistan’ı tek kalemde satıvermişler. Neyse, hikâyeme döneyim. Ulusal’dayız. O günkü konuğumuz Ceylan. Antik Yunan uzmanı, pırıl pırıl bir akademisyen. Aynı zamanda Selçuk Hoca’nın da kızı. Misafir odasına aldık. Bu arada programımızın eli ayağı olan Nazlı dönüp bana “Japon’dan resimleri aldınız?” mı diyor. (Selçuk Hoca’nın adını hatırlayamamış ve Ceylan’ın da onun kızı olduğunu bilmiyor). İşte tam bu esnada görsellere gömülmüş olan Ceylan kafasını kaldırıp “Japon kim? Annem değil mi?” demez mi? İşte o an sıradan bir suluboya takımının bütün renkleri yüzümden tek tek geçiyor. ///////////////////////////////// Dün akşam yine ancak benim başıma gelebilecek bir karşılaşma oldu. Bu dönem ders programımı yapan kişi -sağ olsun- bana 6 saat üst üste ders koyup sabahın en kör saatlerini özenle doldurmakla hızını alamayaraktan okulun terk edildiği cumanın son saatini de doldurarak bütün özenli faaliyetlerinin her biri için tek tek benden küfür ve beddua almıştı. Sabahları “Oha, bugün de okula bir gün önceden gelmişim” dediğim karanlık saatlerde çay odasında mevcut olan herkese “bana bu saatte ders koyan sevdiğine kavuşamasın inşallah”tan başlayıp hızla gelişen bir çeşitlilikte seyreden güzeller güzelli dualar gönderiyorum evrene. Velhasıl, dün akşam bizim yuvarlak masa ekibiyle demlenirken eski bir öğrencimiz çıkageldi: “Hocam, çok kötü beddua ediyorsunuz” dedi. Faili bulduk yani. Gürkan’mış. Akademik planlamayı yapan Gürkan kardeşimiz benim beddua ettiğim saatlerde bilgisayarındaki mavi ekrana bakıp eve dönmeye korkmuş. Hayatta ettiğim hiçbir dua işe yaramazken, tüm beddualarımın ok gibi yerini bulmasından da anlayabilirsiniz ki Şeytan’la dostluğumuz sağlam./////////////////////////////// Durun durun, bu ne ki! Sene 2009. Psikopatın Allah’ı bir sevgilim var. Kıskançlık ilminde iyi yoğrulmuş. Yine bir kıskançlık krizi. Gözleri dönmüş şekilde üzerime geliyor. “Tam şu an Allah belanı versin” senin diye küçük dilim görüne kadar bağırıyorum. İşte tam o anda aradaki basamağı fark etmiyor, ayağı kayıyor ve gözümüzün önünde o ayak Ramazan davulu gibi şişiyor. Kemik hastanesinin acil servisine gidiyoruz. Tam tamına 1 ay yatalak kalıyor bizim eski sevgili. Başka bir deyişle: tek tek basaraktan, bade süzerekten. Bence siz benimle iyi geçinin.///////////////////////////////////// Geçen gün Yunanca dersinde kıskançlık konulu bilimsel bir makale okuyoruz. Begayet ciddi konuşurken, Hrisa kıskançlık hikâyelerimizi sordu. Bir arkadaşımız sözü aldı ve sonrasını hatırlamıyoruz. Arkadaşın hayatını kıskançlık krizleriyle cehennem haline getiren Yunanlı sevgilisi durumu öğrenmek üzere ta Yanya’dan Atina’ya kahve falı için fincan yollamış. Fal, posta masrafı, vs. 100 avro etmiş. Bizim delikanlıdan cevap: “Bana 50 verseydin, ben söylerdim!” ////////////////////////////// Evlerini ateşler salsın anacımmm! Beddua şirketi açsam köşeyi kesin dönerim. Üzülmeyin, 50 avro verin, ben ederim o bedduayı :D /////////////////////////////// Hayatımın en kısa özeti: Houston, we have a problem!