30 Ağustos 2010

ŠOFERİ, ŠOFERİ… EJ, DA VAS JE VİŠE!

Küçük bir operasyon geçireceğim. Daha önce hiç kesilip biçilmediğim için sehr sehr tırsingen durumundayım. Rahmetli anneannem katarakt ameliyatı öncesinde korkudan bütün kelime dağarcığını alt üst edip akla hayale gelmeyecek saçmalıkta kombinasyonlar yapıyordu. “Bacaklarıma bavul getirin”, diyordu çorap lastiği isterken zavallı. Ben de genetik olarak ona döndüm. Zaten düşük gramaj bir beynim vardı, son kalanı da telef oldu korkudan. Değil kan, kan düşüncesi bile tutar beni. Kardeşim de Çapa Tıp’ın kan tutan tek 3. sınıf öğrencisi. Garibime sınıfın dışına bir koltuk koymuşlar, kan gördükçe gidip orada bayılıyor. Neyse, doktor ameliyat öncesi birkaç iğne verdi. Dün gece çıktık yola, hem de hava alırız diye. Vara vara vardık, hastaneye geldik. İğneyi almayı unuttuğum gerçeği çıktı ortaya. Kardeşim sabır küpü. Eve gelip iğneyi aldık. Belirdik acilin kapısında. Kadına reçeteyi uzattım. Bir de baktım ki şehitler derneğine yapılan bir bağışın faturasını almışım cüzdandan. Gece nöbetçisi de olsa onu bu fişle kekleme ihtimalim çok düşüktü. Malum reçetesiz enjeksiyon yapmıyorlar. Kardeşimdeki sabrın da bir sınırı var. “Abla seni bana sayıyla mı veriyorlar?” “Abla, sen fıkra mısın?” diye diye eve geldik. Bu sabah çaresiz kendi kendime gittim iğne olmaya. Tam takımdım. Kapıda “bu sefer iğne olabildiniz bari” diye olaya pek bir sarkastik yaklaşan delikanlıya, “yok anam, bu sefer de kıçımı evde unutmuşum” demedim, diyemeddddiimmm. Ama inanın çok istedim.


Gelelim asıl meseleye, yani seyahat-i Makedonya’ya. Geçen yıl arabayla 5000 km’lik çılgın bir Balkan seyahati yapmıştık. On iki günde sekiz ülke. Başkahraman bendeniz olunca durumu siz tasavvur edin. Başımıza gelenleri İrini Hoca’ya anlattığımda “yanınıza keşke Kusturica’yı da alsaydınız”, demişti. Düşündüm de bir değil, on filmlik malzeme çıkarırdı sinemanın piri bizden. Bu akıllara ziyan yaşam karelerinden birinde Makedonya’da otobanda tam gaz giderken artık sinir krizi geçirmiş bir şekilde Balkan haritasını parçalayıp camdan atıyoruz ve bu esnada da birbirimize sadece ve sadece küçük dilimiz görünecek şiddette bağırıyoruz. Katil olmadan dönmemiz bir mucizeydi. Velhasıl sonuç itibariyle elimizi kana bulamadan memlekete varmak için bu güzeller güzeli ülke topraklarını son sürat geçmiş, Makedonski ellerinde sadece Üsküp’te alelacele bir yemek yemiştik. (Açık olan tek lokantanın bir İtalyan restoranı olması da talihin cilvesiydi) Bu sene ise Roma’ya doğru yola çıkmadan 24 saat evvel Burak Bey’in “Özlem Hanım sizi Makedonya’ya gönderiyoruz” demesi üzerine Roma’da beni bekleyen sürprize sevinmeyi unutmuştum. Ben hazırdım da, Bahçeşehir Üniversitesi buna hazır mıydı acaba? “Haydi, gidelim” denince asla “nereye?” diye sormam. “Ne zaman?” derim sadece. Hakikatli seyyahlık budur.

Dede toprağı malum. Selanik yakınında Serez’e (Serres) bağlı Koçani diye bir köyden Balkan Savaşları sonunda gelmişiz Malkara’ya. Hronis gece gündüz aramıştı Koçani nam köyü. Serezli topograf bir arkadaşının köyüne kadar gitmiş geceli gündüzlü aramışlardı, lakin Koçani adında bir yer olmadığını esefle kabul etmek zorunda kalmıştık. Bu durumda Makedonya’daki Kozani’nin Serez’e pek uzak olmadığını düşünüp Kozani’den gelmiş olabilme ihtimalimizi düşünmüştük. Serez de Kozani de klasik anlamda Makedon toprakları içinde kalmıyor muydu sonuçta? Yunanlılarla Makedonları birbirine düşüren bu değil miydi? Bana soracak olursanız fark etmez, Batı’dan gelsin de koordinatları önemli değil! İyi olan her şey gibi. Neyse, boy ve soy meselesi polemik yaratıyor son zamanlarda.

Biz dönelim Makedonya’ya… Yıl 2008. Hronis kıta kıta dolaşıp “Dünyanın Müzikleri” belgeselini çekerken komşu ülkede esas sürprizle karşılaşıyor. Makedonya’nın en hakikatli klarnetçisi olarak bilinen bir amcanın izinde Kozani’ye kadar geliyor. Ve bu arxiomusikos’un adının Nicolas ve -sıkı durun- soyadının da Kumrular olduğunu öğreniyor. Kumrular memlekette yok denecek kadar az bir soyadı. Onunla akraba olmama olasılığım ise sıfırın altında seyrediyor. Hem çalan hem oynayan bir Makedon, tipine bakılırsa da bizim ellerde dendiği gibi “şopar”. Soyadı kanunundan önce gelmiş olmamız tezimizi biraz bulandırsa da ben Hronis’in “Mousiki tou kosmou” belgeselinde gördüğüm o çılgın şoparın akrabası olmak istiyorum!

Hal böyle olunca da ben dersime heyecanla çalışıp, deli gibi okumalarımı yapıp TCA grubuyla yapılacak Türk ve Amerikan karışık heyetle heyecan içinde ataların memleketine gidiyorum. Dünyanın en tatlı Balkan tarihçilerinden ve sair akademisyen ve araştırmacıdan ibaret bir kadroyla bize özel bir uçakla süzülüyoruz Balkanlar üzerinde. Pek çok dost ediniyorum bu resmi gezide. Sevgili Recep ve Meldan başta olmak üzere Ankara’nın halis muhlis akademisyenlerini tanıyorum. Kars’tan Mustafa ise bizi akıl almaz sesiyle büyülüyor. Samimiyetin tavan yapması ve frekansların hayret uyandıracak bir seviyede tutması sadece bir iki saat alınca olan Amerikalara ve Makedonlara oluyor. Yarattığımız sinerji karşısında şaşkına dönüyorlar. Ülke içinde bulunduğumuz süre bizi iki minibüse bölüyorlar. Hemen Mustafa’nın önderliğinde arkayı dörtlüyor ve “Grup Vardar” nam bir Yurttan Sesler korosu oluşturarak silah gücüyle bile susturulamıyoruz. 48 saat boyunca non-stop bir Balkan türküleri konseri veriyoruz. Mustafa bu konuda tez hazırlamış. Bizi şaşkın izleyen grup liderini son gece kendimize benzetiyoruz ve Ohri’den Üsküp’e kadar minibüste dans ve müzik eşliğinde geliyoruz. Yılbaşı gecesinde çok özel bir topluluğa Yunanca şarkılar söylediğim için artık mikrofon bulamasam da dinleyici bulmam sonsuz bir konsere başlamam için yeterli oluyor. 2010 sahnede başlayınca ceremesini yakın eşraf çekti koca bir yıl.

Gezinin tarihi detaylarını ilk gezi kitabıma saklayıp sizi sıkıntıya gark etmeden özetleyeyim bu ballı geziyi. Vardar kıyısındaki Holiday Inn’e yerleşip hemen şehre nüfuz ettik. 4000 yıllık kalesi, köprüsü, camileri, avluları, çarşısı, nefes kesen kiliseleri ve sınırsız yeşili ile hayalimdeki Skopje’ydi bu. Rehberin Ortodoks dünyasının en güzel kilisesi dediği Holy Ascension Kilisesi ise gerçekten de hayatımda gördüğüm en gönül çelen retablo’lardan birine sahipti. Rehber bana biraz kıl oldu, ama olsun. Son yıllarda hagiografi okumaktan hafiften aklım ekşidiği için grubun sorularını yanlış cevaplandıran rehbere müdahale etmek zorunda kaldım. Kilisenin estetik dili benden sorulur anacım.

Atatürk’ün askeri idadisini görmek çok heyecan verici idi. Ya ona âşık Eleni’nin mektubu! Zaten son zamanlarda hayli hassasım bu konuda. Boynumda koca bir Atatürk kolyesi, Recep’in kolunda koca bir Atatürk saati: “Adresimiz belli olsun diye”. Makedonların tek nobelini getiren Madre Teresa di Calculta’nın müzesinde ise için için Hande’yi hatırlayıp güldüm. Bana fazla iyiliğin cilt bozduğunu hatırlatmak için “Madre Teresa di Calculta değilsin sen!” der kendisi. İlk gece ayrıca iktidar ve muhalefetten önemli şahıslarla harika bir yemek yedik. Herkesin masasına dağılan bu nazik beylerden benim şansıma kitaplarıyla Yücel Hoca sayesinde tanıştığım Makedon yazar Luan Starova’nın yakın bir arkadaşı bir politikacı çıktı. Bir sonraki seyahatimde onunla tanıştıracak beni. Heyecanlıyım.

Ertesi gün akşama kadar resmi ziyaretler sayesinde ülkenin durumunu öğrendik. Seyahat boyunca hiç kimseciklerin Balkan Savaşları öncesi ve sonrasında milyonlarca Türk’ün trajik bir şekilde yaşadığı göçten bahsetmemesi çok ilginçti. Öğleden sonra cumhurbaşkanı bizi Ohrid gölü kıyısında kabul etti. Yunanistan’ın Makedonya’nın ismini tanımamasının tamamen onomatik bir sorun ya da tarihi Makedonya’nın büyük bir kısmının Yunanistan’da kaldığı gerçeği olmadığına inandığım için sorunun geri planını sordum kendisine. Doyurucu bir cevap alamadım. Kendileri Pasok’tan umutlu olduğunu, bölgeye barış getireceğini düşündüğünü belirtti. 2007’de Yunanistan’da seçimlerden önce ben de Selanik’te Aristoteles Meydanı’nda Yorgo Papandreu’yu dinlemeye gitmiş, Kalimera şarkısına heyecanla eşlik etmiştim. Onu biz de heyecanla bekliyoruz.

O gün hastası olduğum “Yağmurdan Önce” filmindeki kilisenin içini gezdik. Ruhumu teslim edebileceğim kadar güzeldi. Geceyi ise cıvıl cıvıl göl kenarında, cıvıl cıvıl bir restoranda Makedon şarapları ve gölün leziz alabalığıyla tamamladık. Restoran tam anlamıyla gölün üzerinde olduğu için gece boyunca ayaklarımızı, bacaklarımızı dalgalara teslim ettik. Sakin sakin Balkan müzikleri çalan üç müzisyeni de yoldan çıkarmamızla geceye çılgın Balkan danslarıyla devam edildi. Yıllar öncesinde Üsküp yöresi halk dansları çalışmıştım. Sahne fırsatını yine kaçırmayıp Amerikalılara ve Makedonlara Türk enerjisini gösterdik. Mehtapta çaldık, söyledik, dans ettik… Rüya gibi bir geceydi.

Yıllar yılı ne Makedon hikâyeleri dinledim ben. Hele hele Adnan Abi’nin Makedonya anılarından bir film yapmayı bile düşündüm. Şiir festivaline ulaşacağım derken dağın başında UÇK’nın eli tüfekli devlerinin elinden kurtulmasından, gittiği bir berberde gördüklerine kadar neler neler. Efendim, anlatmadan geçemeyeceğim. Sevgili Alper ve Adnan Abi Makedon topraklarında dağ başında bir köyde berbere girerler. Koltuğa otururlar. İki ayrı berber çenelerini havaya kaldırdığı anda tavanda gördükleri iki dev poster onları şok eder: Sibel Can ve İbrahim Tatlıses! Nasıl film karesi ama?

Sanırım uykuda olduğum saatler de dâhil olmak üzere çılgın bir enerji ile geçirdim bu iki çılgın günü. Özellikle Recep Hoca’yla yan yana gelince sınırsız kahkahaya gömüldük ve hiçbir tehditle susturulamadık. Sabahın altısında yollara düşmüştük dönmek için. Uçağımız hareket ettiğinde güneş bile doğmamıştı ama biz o küçücük uçağın içini çınlatacak kadar enerji üretmiştik yine. Kargalar bile mışıl mışıl uyurken ilk kahkahamızın ardında arka koltuktan bir baş uzandı. 48 saat boyunca bize tahammül etmek zorunda kalan bir hocamızdı bu. Replik muhteşemdi: “Yahu yine mi sizden kaçamadım ben!” Yok, yok… Ben bu bünyemde pusu kuran çılgın enerjiyi ithal etmeye niyetliyim. Böyle yaşam geçmez anacııımmm…

Çoook uzattım yine. Leziz bir Balkan şarkısıyla sözlerime son veriyorum ve Bregoviç’ten “Gas Gas” diyorum. Bulun, dinleyin, mutlu olun anacıımmm…

Gas, gas...

Gas, gas...

Kelneri ko šećeri

A pevaju šoferi